Bir dilde, bir bakışta, bir sözde Yaşar Kemal

“Onun anlatıcılığının kilit noktalarından biri budur: Başkasına anlatmak. Ki, bu da, sözlü gelenekten ona kalan bir ‘miras’tır aslında. Yaşar Kemal romanının odağında çatışma vardır. Bir nevi trajedi. Çağdaş trajedinin ‘yeni düzen’de nasıl biçimlendiğinin öyküsünü anlatır bize.” Feridun Andaç yazdı.

         “Ben her şeyden önce anlaşılmayı isterim.”

                                                     Yaşar Kemal

Yaşar Kemal’in anlatıcılığında konu/izlek/biçim olarak sürekli bir çıkış noktası vardır. Özellikle doğu-insan ilişkisini anlatmak onun anlatıcılığının başlangıcını oluşturur.

“İnsan ne oluyor?” sorusu/sorgusu değişimi gösterme açısından onun saptayıcı bakışını yansıtır. Burada hem gözlemci hem de düşsel gerçekçidir Yaşar Kemal. Tanıklık ettiği dünyanın ötesine geçer bu bakışıyla. Doğudaki değişimi, bunun yansılarını, insana ve yeryüzünün diğer bütün canlılarına etkisini o gözlemevindekilerle yeni bir dünya kurarak anlatır.

Şunu diyecektir bir yerde:

“Sorun, bunu saptamak bir yazar için. Bir kere altüst oluyor, doğası altüst oluyor, doğası altüst olduğu zaman üstyapı kurumun da bitiyor. Kan davası başlıyor. Kan davasını üstyapı kurumuna en belirgin örnek olarak veriyorum. İki aile alıyorum. İki aile iki yüzyıldır dövüşüyorlar. Sonunda ne oluyor? Biri hayalinde öldürüyor artık düşmanı, eylemi bitiyor, öteki de, bitmiş tükenmiş, öldürmek istemiyor. Sonsuz bir psikolojik değişiklik bu. Mustafa Bey gibi tükenenlerin yanı sıra, Derviş Bey gibi direnenler var; bir çeşit Don Kişot oluyor bunlar, çağın Don Kişot’u.”[efn_note]Ustadır Arı, Yaşar kemal; “Yaşar Kemal’le Kapalı Oturum”, 1995, Can Yay., 258 s.[/efn_note]

Doğasal gerçeklik ve yeni düzen

Onu, değişimin odağında bir anlatıcı kılan da bu. Yaşamsal, doğasal gerçeklik Yaşar Kemal anlatısının çıkış noktası.

Yok olmanın öyküsüdür anlatılan:

“O iyi insanlar o güzel atlara bindiler, çektiler, gittiler.”

Yaşar Kemal anlatısı devingendir. Doğayı anlatırken de, insanlık gerçekliğinden söz ederken de… Tükenişi bütün boyutlarıyla dile getirir.

Yaşar Kemal romanının odağında çatışma vardır. Bir nevi trajedi. Çağdaş trajedinin “yeni düzen”de nasıl biçimlendiğinin öyküsünü anlatır bize. “Güçsüz ile güçlünün kapışması…” Hem insan ilişkilerinde hem de doğada yaşanan altüst oluşlarda nerede/nasıl biçimleniyor, bunu gösterir her bir anlatısıyla.

Sözden söze geçen bir anlatıcıdır Yaşar Kemal. Bakan, gören, hisseden,  yaşayandır o. Her anlatısında da gösterdiği kadar hissettirendir de. Adeta okurun beş duyusuna seslenir.

Şunu der, Akdeniz ödülünü alırken yaptığı konuşmada:

“İnsanın insana düşman olduğu bir dünyada insan doğayı hep sömürür. Sömürülen insanın dili var, gücü var, aklı da var. (…)

Doğanın insana karşı hiçbir savunma gücü yok. İstediğin kadar sömür bitir… Ses seda yok. Şimdi doğa can çekişiyor. İnsanlık da onunla can çekişiyor. İkisi birlikte ölecekler. Bunun daha farkında değiliz. Oysa bu tadına doyulmaz dünya, bu güzellikler, bu yaratıcı, dünyayı zenginleştiren insanoğlu, bu kuşlar, bu börtü böcek, bu karıncalar, bu ağaçlar yaşamalı.”[efn_note]“Ben Yüreğime Angajeyim”, Yaşar kemal; Haziran 1996, H. Gösteri, Sayı: 187[/efn_note]

Romanın ve şiirin macerası

Onun sözle, şiirle başlayan yolculuğunda doğa/insan hep belirleyici olmuştur. Sözlü edebiyat geleneğinden beslenmiş olması, yazılı edebiyata geçerken roman mirasıyla buluşturmuştur onu. Cervantes, Stendhal, Dostoyevski, Gogol onun anlatı dünyasını kurup geliştirmesinde yol/yön gösterici olmuştur. Faulkner’ın romancılığı ise onun insana/doğaya, o çatışma kültlerine nasıl bakıp anlatması gerektiğini ortaya çıkardı diyebilirim.

“Bu romanın ve şiirin macerası beni çok ilgilendiriyordu. Modern Rus şiiri Puşkin ile Rus romanı Gogol’le başlamıştı. Puşkin sözlü edebiyattan yepyeni bir şiir dili, şiir yapısı yaratmıştı. Gogol de roman… Türk şiirinin babası Nâzım Hikmet de hapiste halkla, halkın büyük şiiriyle, diliyle karşılaşmış, yeni bir şiir dili, yeni şiir yapısıyla, Şeyh Bedreddin Destanı adlı başyapıtıyla hapisten çıkmıştır. Ve benim kuşağım Anadolu köylüklerinden geliyordu. Nâzım halk aşısı aldıktan sonra kendini bulmuştu. Oysa biz doğrudan Anadolu dilinin zenginliğinden geliyorduk. Dikenle yolumuzu Nâzım Hikmet açmıştı.”[efn_note]agy.[/efn_note]

Söylem geliştiren bakış

Yaşar Kemal, anlatıcılığında aldığı yolun öncüllerinden söz eder. Bu bir bakıma kültürel aşıdır.

“Tolstoy, Dostoyevski, beni alıp, yapılacak edebiyatın kaynağına götürüyordu. Hele Çehov en büyük ustam olmuştu,” derken de sözlü edebiyattan yazılı edebiyata geçişin nasıl bir etki/ivme, yönlendirme kaynağı olduğunu imliyordu.

“Dilin özelliği romanın biçimini tayin ediyor, üstelik de romanın içeriğini etkiliyordu.” Onun bu bağlamdaki dil tutumu, söylem geliştiren bakışı romanlarının dokusunda kendini gösterir.

Bu bakımdan “Akçasazın Ağaları”; hem geliştirdiği roman biçimi, hem kuruduğu dil örgüsü, hem de yansıttığı insanlık durumlarıyla Yaşar Kemal romancılığının nirengi noktasında yer alır.

Yeni bir roman dili yaratmak düşüncesi hep yazı gündeminde olmuştur. Gene aynı konuşmasında şunları söyleyecektir:

“Benim işim hep edebiyat oldu. Benim yazılarımı, daha doğrusu romanlarımı okuyanlar doğaya,  insana sevgiyle dolsunlar. Benim romanlarımı okuyanlar insanoğlunu aşağılayamasınlar. Benim romanlarımı okuyanlar katil, savaş hayranı, ırkçı olmasınlar, savaşların nerede olursa olsun can düşmanı olsunlar. Bir ağaç kesmek değil bir yaprağına dokunmasınlar, bir karıncayı ezmesinler, bir kelebeği tahtaya çivilemesinler. Ben angaje bir yazarım. Benim içimdeki bu damarı kim söküp alabilir.”

İnsanlık dramı

Yaşar Kemal’in başlı başına bir doğa anlatıcısı olduğunu simgeleyen roman dizisi içinde; “İnce Memed”, “Dağın Öte Yüzü”, “Kimsecik” dizilerinin ortak paydası doğadır. “Akçasaz’ın Ağaları”nın anlatı ritmi olan, doğa-insan çatışmasının en yoğunca işlenen romanlarıdır.

Deniz Küstü, Al Gözüm Seyreyle Salih ve “Bir Ada Hikâyesi” insanlık dramını denizin doğasıyla bir arada anlatmasıyla öne çıkar.

Demirciler Çarşısı Cinayeti ve Yusufçuk Yusuf romanlarındaki eylemsellik başat öğedir. Akyollu-Sarıoğlu arasındaki çatışmanın; Derviş Bey ile Mustafa Akyollu’nun hikâyesi Nâzım Hikmet’in iki epik anlatısı Kurtuluş Savaşı Destanı ile Memleketimden İnsan Manzaraları’nın imgelemini çağrıştırır düzeyde dillendirilir:

“Dağlardan geldiler. Ayaklarında ham çarık, kırmızı postal, sarı edik… Bacaklarında nar kabuğuna, ceviz kabuğuna boyanmış el dokuması kalın yün şalvar, yakaları işlemeli Maraş manısından çizgili mintan, ellerinde…” (C.1/ s. 320)

Anlattığı bir dünyadan

Sözlü geleneğe dönmeden Yaşar Kemal’i anlamak mümkün mü?

Onun kurucu bir anlatıcı olarak oradan taşıdıkları benzersizdir.

Bu anlamda Üç Anadolu Efsanesi, Yaşar Kemal’in nereden/nasıl etkilendiğinden çok, bu geleneğin neyi/nasıl anlattığını görmemiz açısından önemli yazınsal kayda geçme tanıklığıdır.

Yaşar Kemal, burada bize, anlatı geleneğinin ne olduğu, neleri/nasıl anlattığı/taşıdığını da gösterir.

Şu da göz ardı edilmemelidir; onun anlatısının çeşitliliği kendisinin modern anlatılarla kurduğu bağlardan oluşmuyor yalnızca.

Yaşadığı coğrafyanın, kültürel ortamın birikimi, yansıları ve doğasıdır anlatısını var eden.

Yaşar Kemal, okurun beş duyusuna seslenen bir anlatıcıdır. Öylesine bir görme yolculuğuna çıkarsınız ki; yaşamda taşıyıcı, gösterici, hatırlatıcı olan her bir şey yeni anlamlara bürünür okur belleğinizde. Oradaki her bir dünyada her şey vardır bu anlamda. Elbette ki en başta:

  • İnsan,
  • Doğa,
  • Yer

Ardından gelenler ise insan-doğa içselleşmesi, çatışma; içduyumun rengi, yani insan psikolojisi. Burada yansıttığı gerçeklikler anlatıcı olarak derinlikli yanını gösterir.

Anlatısındaki renk ağışması, seslerin uğultusu insanın görme/duyma yordamlarının bezentilerini içerir. Öyle ki; gördükleriniz seslerle renklerle çoğalır sizde.

Efsanedeki Alageyik öyküsüne dönelim isterseniz. Öykü şöyle başlatılır:

“Bu kaya Gavurdağının en sarp kayasıdır. Yüzü sıykal, cilalanmış gibi düzdür. Pırıldar. Kayanın doruğunda her dem ak bulutlar donanır. Bulutunun eksik olduğu zaman görülmemiştir. Bu kayanın çok uzağından yol geçer. Yol geçenlerin kulağında bir türkü uğuldar. Yolcular bu türkünün o kayadan geldiğini bilirler. Bilmeyenler şaşarlar. Bin kere de o yoldan geçseler, o türküyü duyarlar. Çok merak edip o kayaya varanlar, kayaya yaklaşınca, türküyü çok uzaklardan geliyormuşçasına duyarlar. Buna daha çok şaşarlar. Bu kayanın adı Alageyiğin kayasıdır. Yılın bir gününde ak bulutlar örter kayanın her bir yerini. Tepeden tırnağa. Bu kayaya, Alageyiğin kayası demelerinin bir sebebi vardır. Bu türkünün bir sırrı, bir sebebi vardır.”[efn_note]Üç Anadolu Efsanesi, Yaşar Kemal; 19…, Adam Yay., 159 s.[/efn_note]

Sözel bir anlatı/hikâye etme formunu yazınsal dilde nasıl kurarız… İşte bunu da bize gösterir Yaşar Kemal.

Yansıtılan dünya gerçekliği

Pertev Naili Boratav şöyle bir tespitte bulunuyor Yaşar Kemal’in anlatı dünyasının gerçekliğine dair:

“Yaşar Kemal’in roman ve hikâyelerinin büyük bir çoğunluğu, romanlarının sanırım bir tanesi (Deniz Küstü) dışında hepsi, Anadolu’nun göçebe, yarı göçebe ya da yerleşmiş köylü insanlarının yaşamlarını anlatır. Olaylar Çukurova’da, Toroslar’da geçer; güney doğu Anadolu sahnesinin değiştiği pek seyrek: Ağrı Dağı Efsanesi’nde doğu, Çakırcalı’da batı Anadolu…”[efn_note]Pertev Naili Boratav Folklor ve Edebiyat, 1982, Aadam Yayınları[/efn_note]

Özellikle bu eksendeki romanlarının kahramanları destan kahramanlarıdır.

Gene Boratav’a bakarsak, romanları ile Yörük kilimleri arasında bir bağlantı vardır:

“Yaşar Kemal ‘Yörük’ deyimini çok geniş anlamı ile kullanır: Onun ‘Yörük’ü göçebe, yarı göçebe -ya da yerleşik köylü düzenine geçmiş eski göçebe- Türkmen, Kürt, Sünni, Alevi ve de dar anlamı ile ‘kara çadırlı Yörük’ün katılımı ile bir Anadolu insanı tipidir; etnik (soyluk) ve dinlik-törelik özelliğini belirlendirmek, tanımlamak güçtür bu insanın.” (s. 412)

Gene anlatımına dönük bir başka belirmemesi de şöyledir, Boratav’ın:

“Yaşar Kemal, Anadolu âşık-hikâyelerinin geleneğine göbek bağıyla bağlı kalmış bir yazar.”

Yaşar Kemal anlatısının kapıları

Yaşar Kemal anlatı dünyasını incelerken karşımıza çıkan birçok gerçeklik vardır. Bunu ilkten insan-doğa ilişkisi olarak temellendirerek, dönemsel gerçekliklere bakışına yöneliriz.

Bu yerinde bir tespit olsa da eksiktir. Yaşar Kemal bir anlatıcıdır. Anlatısının başat öğesi ise kurmacadır.

Yazınsal serüveni ta başlangıçtan beri kurmacaya dönüktür. İlk öyküleri “Bebek”, “Pis Hikâye”, “Teneke”, ilk romanı “Hüyükteki Nar Ağacı” bu yanını gösteren anlatılarıdır. Onun sözel dünyanın içinden çıkıp gelmesi, sözel dünya gerçekliğini bilmesi kuracağı modern roman anlatısı için etkileyici kaynaktır, ama yönlendirici değildir. Yaşar Kemal için asıl yönlendirici olan Stendhal’dir, Dostoyevski’dir. Bir konuşmasında şunu söyleyecektir:

“Her zaman değişik şeyler bulurum Stendhal’de. O benim başucu yazarımdır. Tolstoy’un ünlü Savaş ve Barış adlı romanında, Borodino Savaşını anlatırken Stendhal’in Parma Manastırı’ndan  etkilendiğini, Stendhal’in anlattığı Waterleoo Savaşının etkisinde kaldığını, daha önce de biliyordum. Şimdi bu düşüncem daha da güçlendi.”[efn_note]Ağacın Çürüğü, Yaşar Kemal; 2004, YKY., 292 s.[/efn_note]

Roman dünyasını kurarken beslendiği edebî kaynakların onun yazacaklarını ortaya çıkarmasındaki etkisi yadsınamaz. Faulkner’a, Steinbeck’e bu anlamda yakındır; modern roman anlatı yoluna katılarak yeni şeyler söylemektedir çünkü.

Ne/yi anlattığına bakarak bir ayrım/tespit yaparsanız gene eksik kalır. O nedenle Yaşar Kemal anlatı dünyasını oluşturan anlatı adalarına bakarak onun takımada ve anlatı anakarasını ancak böyle değerlendirebiliriz.

Bu açıdan baktığımızda “İnce Memed” dörtlemesi başlı başına bir “ada”dır. “Dağın Öte Yüzü” de, “Akçasazın Ağaları”, “Kimsecik” üçlemesi, “Bir Ada Hikâyesi” de…

Denizi ve kenti anlattığı Deniz Küstü, Al Gözüm Seyreyle Salih, Kuşlar da Gitti anlatıları da bir adayı oluşturur. Buna da salt kenti yazdığı/anlattığı için bakmamalı.

Onun anlatısının en temel ögesi olan sarmal anlatı bu kez Deniz Küstü ‘nün anlatım doğasında kendini var eder. Yaşar Kemal burada bir labirentte gezinircesine anlatısının örgüsünü kurar.

Onun anlatıyı kurma biçimi ilginçtir. Bunu da şöyle dile getirir:

“Yazmaya karar verdiğimde, bir konuyu kafamdaki birçok konu içinden o anda yazmaya niçin karar veriyorum, çok düşündüm, bunun sebebini bir türlü bulamadım. Bu günlerde kafamda yazmaya hazırladığım, İstanbul’da geçen üç tane küçük roman var. Bir tane de uzun roman var. Bunlardan hangisini seçeceğim, küçük romanları mı, yoksa uzunu mu? Bu seçmeyi niçin yapıyorum, bilemiyorum. (…) Kafamdaki bu romanları, çoğunlukla, önce hep yakın arkadaşlarıma anlatırım.”[efn_note]Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor/ Alain Bosquet ile Görüşmeler, Yaşar Kemal; 1996, Adam Yayınları, 178 s.[/efn_note]

İşte onun anlatıcılığının kilit noktalarından biri budur: Başkasına anlatmak. Ki, bu da, sözlü gelenekten ona kalan bir ‘miras’tır aslında. Sonrasında ise giderek kendini bir anlatı sarmalının içinde bulması. O süreci de şöyle dillendirecektir:

“Şimdiye kadar romanlarımı, ilkin İstanbul yakınındaki bir deniz kasabası olan Şile’de yazdım. Kaldığım otelin önünde kilometrelerce uzanan bir kumsal vardır. Ben o kumsalda, her sabah erken kalkar yürümeye başlardım. Dönünce de masaya otururdum. Orada hep kışın çalışırdım.”[efn_note]agy.,[/efn_note]

Onun bu yazma yordamı, yazma ortamı/mekânına göre de kendi yazı adasını kurdurur. Labirent sarmalı da burada iyice belirir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 28 Şubat 2024’te yayımlanmıştır.

Feridun Andaç
Feridun Andaç
Eleştirmen, editör ve yazar. 1954’te Erzurum’da doğdu. Yükseköğrenimini Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi’nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yüksek lisans yaptı. Edebiyat ve karşılaştırmalı edebiyat dersleri verdi. İnceleme, araştırma ve deneme çalışmalarının yanı sıra yazdığı öyküleri ve gezi yazıları çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. 2002 yılından itibaren Dünya Kitapları’nın yayın yönetmenliğini üstlendi. Cumhuriyet ve BirGün gazetelerinden sonra hâlen Dünya gazetesinde ve edebiyathaber.net üzerinde yazılarına devam ediyor. Üniversitelerde "Günümüz Türk Edebiyatı", "Kültür Tarihi", "Sanat Tarihi", "Eleştiri Kuramları"; "Yaratıcı Yazarlık" dersleri veriyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Bir dilde, bir bakışta, bir sözde Yaşar Kemal

“Onun anlatıcılığının kilit noktalarından biri budur: Başkasına anlatmak. Ki, bu da, sözlü gelenekten ona kalan bir ‘miras’tır aslında. Yaşar Kemal romanının odağında çatışma vardır. Bir nevi trajedi. Çağdaş trajedinin ‘yeni düzen’de nasıl biçimlendiğinin öyküsünü anlatır bize.” Feridun Andaç yazdı.

         “Ben her şeyden önce anlaşılmayı isterim.”

                                                     Yaşar Kemal

Yaşar Kemal’in anlatıcılığında konu/izlek/biçim olarak sürekli bir çıkış noktası vardır. Özellikle doğu-insan ilişkisini anlatmak onun anlatıcılığının başlangıcını oluşturur.

“İnsan ne oluyor?” sorusu/sorgusu değişimi gösterme açısından onun saptayıcı bakışını yansıtır. Burada hem gözlemci hem de düşsel gerçekçidir Yaşar Kemal. Tanıklık ettiği dünyanın ötesine geçer bu bakışıyla. Doğudaki değişimi, bunun yansılarını, insana ve yeryüzünün diğer bütün canlılarına etkisini o gözlemevindekilerle yeni bir dünya kurarak anlatır.

Şunu diyecektir bir yerde:

“Sorun, bunu saptamak bir yazar için. Bir kere altüst oluyor, doğası altüst oluyor, doğası altüst olduğu zaman üstyapı kurumun da bitiyor. Kan davası başlıyor. Kan davasını üstyapı kurumuna en belirgin örnek olarak veriyorum. İki aile alıyorum. İki aile iki yüzyıldır dövüşüyorlar. Sonunda ne oluyor? Biri hayalinde öldürüyor artık düşmanı, eylemi bitiyor, öteki de, bitmiş tükenmiş, öldürmek istemiyor. Sonsuz bir psikolojik değişiklik bu. Mustafa Bey gibi tükenenlerin yanı sıra, Derviş Bey gibi direnenler var; bir çeşit Don Kişot oluyor bunlar, çağın Don Kişot’u.”[efn_note]Ustadır Arı, Yaşar kemal; “Yaşar Kemal’le Kapalı Oturum”, 1995, Can Yay., 258 s.[/efn_note]

Doğasal gerçeklik ve yeni düzen

Onu, değişimin odağında bir anlatıcı kılan da bu. Yaşamsal, doğasal gerçeklik Yaşar Kemal anlatısının çıkış noktası.

Yok olmanın öyküsüdür anlatılan:

“O iyi insanlar o güzel atlara bindiler, çektiler, gittiler.”

Yaşar Kemal anlatısı devingendir. Doğayı anlatırken de, insanlık gerçekliğinden söz ederken de… Tükenişi bütün boyutlarıyla dile getirir.

Yaşar Kemal romanının odağında çatışma vardır. Bir nevi trajedi. Çağdaş trajedinin “yeni düzen”de nasıl biçimlendiğinin öyküsünü anlatır bize. “Güçsüz ile güçlünün kapışması…” Hem insan ilişkilerinde hem de doğada yaşanan altüst oluşlarda nerede/nasıl biçimleniyor, bunu gösterir her bir anlatısıyla.

Sözden söze geçen bir anlatıcıdır Yaşar Kemal. Bakan, gören, hisseden,  yaşayandır o. Her anlatısında da gösterdiği kadar hissettirendir de. Adeta okurun beş duyusuna seslenir.

Şunu der, Akdeniz ödülünü alırken yaptığı konuşmada:

“İnsanın insana düşman olduğu bir dünyada insan doğayı hep sömürür. Sömürülen insanın dili var, gücü var, aklı da var. (…)

Doğanın insana karşı hiçbir savunma gücü yok. İstediğin kadar sömür bitir… Ses seda yok. Şimdi doğa can çekişiyor. İnsanlık da onunla can çekişiyor. İkisi birlikte ölecekler. Bunun daha farkında değiliz. Oysa bu tadına doyulmaz dünya, bu güzellikler, bu yaratıcı, dünyayı zenginleştiren insanoğlu, bu kuşlar, bu börtü böcek, bu karıncalar, bu ağaçlar yaşamalı.”[efn_note]“Ben Yüreğime Angajeyim”, Yaşar kemal; Haziran 1996, H. Gösteri, Sayı: 187[/efn_note]

Romanın ve şiirin macerası

Onun sözle, şiirle başlayan yolculuğunda doğa/insan hep belirleyici olmuştur. Sözlü edebiyat geleneğinden beslenmiş olması, yazılı edebiyata geçerken roman mirasıyla buluşturmuştur onu. Cervantes, Stendhal, Dostoyevski, Gogol onun anlatı dünyasını kurup geliştirmesinde yol/yön gösterici olmuştur. Faulkner’ın romancılığı ise onun insana/doğaya, o çatışma kültlerine nasıl bakıp anlatması gerektiğini ortaya çıkardı diyebilirim.

“Bu romanın ve şiirin macerası beni çok ilgilendiriyordu. Modern Rus şiiri Puşkin ile Rus romanı Gogol’le başlamıştı. Puşkin sözlü edebiyattan yepyeni bir şiir dili, şiir yapısı yaratmıştı. Gogol de roman… Türk şiirinin babası Nâzım Hikmet de hapiste halkla, halkın büyük şiiriyle, diliyle karşılaşmış, yeni bir şiir dili, yeni şiir yapısıyla, Şeyh Bedreddin Destanı adlı başyapıtıyla hapisten çıkmıştır. Ve benim kuşağım Anadolu köylüklerinden geliyordu. Nâzım halk aşısı aldıktan sonra kendini bulmuştu. Oysa biz doğrudan Anadolu dilinin zenginliğinden geliyorduk. Dikenle yolumuzu Nâzım Hikmet açmıştı.”[efn_note]agy.[/efn_note]

Söylem geliştiren bakış

Yaşar Kemal, anlatıcılığında aldığı yolun öncüllerinden söz eder. Bu bir bakıma kültürel aşıdır.

“Tolstoy, Dostoyevski, beni alıp, yapılacak edebiyatın kaynağına götürüyordu. Hele Çehov en büyük ustam olmuştu,” derken de sözlü edebiyattan yazılı edebiyata geçişin nasıl bir etki/ivme, yönlendirme kaynağı olduğunu imliyordu.

“Dilin özelliği romanın biçimini tayin ediyor, üstelik de romanın içeriğini etkiliyordu.” Onun bu bağlamdaki dil tutumu, söylem geliştiren bakışı romanlarının dokusunda kendini gösterir.

Bu bakımdan “Akçasazın Ağaları”; hem geliştirdiği roman biçimi, hem kuruduğu dil örgüsü, hem de yansıttığı insanlık durumlarıyla Yaşar Kemal romancılığının nirengi noktasında yer alır.

Yeni bir roman dili yaratmak düşüncesi hep yazı gündeminde olmuştur. Gene aynı konuşmasında şunları söyleyecektir:

“Benim işim hep edebiyat oldu. Benim yazılarımı, daha doğrusu romanlarımı okuyanlar doğaya,  insana sevgiyle dolsunlar. Benim romanlarımı okuyanlar insanoğlunu aşağılayamasınlar. Benim romanlarımı okuyanlar katil, savaş hayranı, ırkçı olmasınlar, savaşların nerede olursa olsun can düşmanı olsunlar. Bir ağaç kesmek değil bir yaprağına dokunmasınlar, bir karıncayı ezmesinler, bir kelebeği tahtaya çivilemesinler. Ben angaje bir yazarım. Benim içimdeki bu damarı kim söküp alabilir.”

İnsanlık dramı

Yaşar Kemal’in başlı başına bir doğa anlatıcısı olduğunu simgeleyen roman dizisi içinde; “İnce Memed”, “Dağın Öte Yüzü”, “Kimsecik” dizilerinin ortak paydası doğadır. “Akçasaz’ın Ağaları”nın anlatı ritmi olan, doğa-insan çatışmasının en yoğunca işlenen romanlarıdır.

Deniz Küstü, Al Gözüm Seyreyle Salih ve “Bir Ada Hikâyesi” insanlık dramını denizin doğasıyla bir arada anlatmasıyla öne çıkar.

Demirciler Çarşısı Cinayeti ve Yusufçuk Yusuf romanlarındaki eylemsellik başat öğedir. Akyollu-Sarıoğlu arasındaki çatışmanın; Derviş Bey ile Mustafa Akyollu’nun hikâyesi Nâzım Hikmet’in iki epik anlatısı Kurtuluş Savaşı Destanı ile Memleketimden İnsan Manzaraları’nın imgelemini çağrıştırır düzeyde dillendirilir:

“Dağlardan geldiler. Ayaklarında ham çarık, kırmızı postal, sarı edik… Bacaklarında nar kabuğuna, ceviz kabuğuna boyanmış el dokuması kalın yün şalvar, yakaları işlemeli Maraş manısından çizgili mintan, ellerinde…” (C.1/ s. 320)

Anlattığı bir dünyadan

Sözlü geleneğe dönmeden Yaşar Kemal’i anlamak mümkün mü?

Onun kurucu bir anlatıcı olarak oradan taşıdıkları benzersizdir.

Bu anlamda Üç Anadolu Efsanesi, Yaşar Kemal’in nereden/nasıl etkilendiğinden çok, bu geleneğin neyi/nasıl anlattığını görmemiz açısından önemli yazınsal kayda geçme tanıklığıdır.

Yaşar Kemal, burada bize, anlatı geleneğinin ne olduğu, neleri/nasıl anlattığı/taşıdığını da gösterir.

Şu da göz ardı edilmemelidir; onun anlatısının çeşitliliği kendisinin modern anlatılarla kurduğu bağlardan oluşmuyor yalnızca.

Yaşadığı coğrafyanın, kültürel ortamın birikimi, yansıları ve doğasıdır anlatısını var eden.

Yaşar Kemal, okurun beş duyusuna seslenen bir anlatıcıdır. Öylesine bir görme yolculuğuna çıkarsınız ki; yaşamda taşıyıcı, gösterici, hatırlatıcı olan her bir şey yeni anlamlara bürünür okur belleğinizde. Oradaki her bir dünyada her şey vardır bu anlamda. Elbette ki en başta:

  • İnsan,
  • Doğa,
  • Yer

Ardından gelenler ise insan-doğa içselleşmesi, çatışma; içduyumun rengi, yani insan psikolojisi. Burada yansıttığı gerçeklikler anlatıcı olarak derinlikli yanını gösterir.

Anlatısındaki renk ağışması, seslerin uğultusu insanın görme/duyma yordamlarının bezentilerini içerir. Öyle ki; gördükleriniz seslerle renklerle çoğalır sizde.

Efsanedeki Alageyik öyküsüne dönelim isterseniz. Öykü şöyle başlatılır:

“Bu kaya Gavurdağının en sarp kayasıdır. Yüzü sıykal, cilalanmış gibi düzdür. Pırıldar. Kayanın doruğunda her dem ak bulutlar donanır. Bulutunun eksik olduğu zaman görülmemiştir. Bu kayanın çok uzağından yol geçer. Yol geçenlerin kulağında bir türkü uğuldar. Yolcular bu türkünün o kayadan geldiğini bilirler. Bilmeyenler şaşarlar. Bin kere de o yoldan geçseler, o türküyü duyarlar. Çok merak edip o kayaya varanlar, kayaya yaklaşınca, türküyü çok uzaklardan geliyormuşçasına duyarlar. Buna daha çok şaşarlar. Bu kayanın adı Alageyiğin kayasıdır. Yılın bir gününde ak bulutlar örter kayanın her bir yerini. Tepeden tırnağa. Bu kayaya, Alageyiğin kayası demelerinin bir sebebi vardır. Bu türkünün bir sırrı, bir sebebi vardır.”[efn_note]Üç Anadolu Efsanesi, Yaşar Kemal; 19…, Adam Yay., 159 s.[/efn_note]

Sözel bir anlatı/hikâye etme formunu yazınsal dilde nasıl kurarız… İşte bunu da bize gösterir Yaşar Kemal.

Yansıtılan dünya gerçekliği

Pertev Naili Boratav şöyle bir tespitte bulunuyor Yaşar Kemal’in anlatı dünyasının gerçekliğine dair:

“Yaşar Kemal’in roman ve hikâyelerinin büyük bir çoğunluğu, romanlarının sanırım bir tanesi (Deniz Küstü) dışında hepsi, Anadolu’nun göçebe, yarı göçebe ya da yerleşmiş köylü insanlarının yaşamlarını anlatır. Olaylar Çukurova’da, Toroslar’da geçer; güney doğu Anadolu sahnesinin değiştiği pek seyrek: Ağrı Dağı Efsanesi’nde doğu, Çakırcalı’da batı Anadolu…”[efn_note]Pertev Naili Boratav Folklor ve Edebiyat, 1982, Aadam Yayınları[/efn_note]

Özellikle bu eksendeki romanlarının kahramanları destan kahramanlarıdır.

Gene Boratav’a bakarsak, romanları ile Yörük kilimleri arasında bir bağlantı vardır:

“Yaşar Kemal ‘Yörük’ deyimini çok geniş anlamı ile kullanır: Onun ‘Yörük’ü göçebe, yarı göçebe -ya da yerleşik köylü düzenine geçmiş eski göçebe- Türkmen, Kürt, Sünni, Alevi ve de dar anlamı ile ‘kara çadırlı Yörük’ün katılımı ile bir Anadolu insanı tipidir; etnik (soyluk) ve dinlik-törelik özelliğini belirlendirmek, tanımlamak güçtür bu insanın.” (s. 412)

Gene anlatımına dönük bir başka belirmemesi de şöyledir, Boratav’ın:

“Yaşar Kemal, Anadolu âşık-hikâyelerinin geleneğine göbek bağıyla bağlı kalmış bir yazar.”

Yaşar Kemal anlatısının kapıları

Yaşar Kemal anlatı dünyasını incelerken karşımıza çıkan birçok gerçeklik vardır. Bunu ilkten insan-doğa ilişkisi olarak temellendirerek, dönemsel gerçekliklere bakışına yöneliriz.

Bu yerinde bir tespit olsa da eksiktir. Yaşar Kemal bir anlatıcıdır. Anlatısının başat öğesi ise kurmacadır.

Yazınsal serüveni ta başlangıçtan beri kurmacaya dönüktür. İlk öyküleri “Bebek”, “Pis Hikâye”, “Teneke”, ilk romanı “Hüyükteki Nar Ağacı” bu yanını gösteren anlatılarıdır. Onun sözel dünyanın içinden çıkıp gelmesi, sözel dünya gerçekliğini bilmesi kuracağı modern roman anlatısı için etkileyici kaynaktır, ama yönlendirici değildir. Yaşar Kemal için asıl yönlendirici olan Stendhal’dir, Dostoyevski’dir. Bir konuşmasında şunu söyleyecektir:

“Her zaman değişik şeyler bulurum Stendhal’de. O benim başucu yazarımdır. Tolstoy’un ünlü Savaş ve Barış adlı romanında, Borodino Savaşını anlatırken Stendhal’in Parma Manastırı’ndan  etkilendiğini, Stendhal’in anlattığı Waterleoo Savaşının etkisinde kaldığını, daha önce de biliyordum. Şimdi bu düşüncem daha da güçlendi.”[efn_note]Ağacın Çürüğü, Yaşar Kemal; 2004, YKY., 292 s.[/efn_note]

Roman dünyasını kurarken beslendiği edebî kaynakların onun yazacaklarını ortaya çıkarmasındaki etkisi yadsınamaz. Faulkner’a, Steinbeck’e bu anlamda yakındır; modern roman anlatı yoluna katılarak yeni şeyler söylemektedir çünkü.

Ne/yi anlattığına bakarak bir ayrım/tespit yaparsanız gene eksik kalır. O nedenle Yaşar Kemal anlatı dünyasını oluşturan anlatı adalarına bakarak onun takımada ve anlatı anakarasını ancak böyle değerlendirebiliriz.

Bu açıdan baktığımızda “İnce Memed” dörtlemesi başlı başına bir “ada”dır. “Dağın Öte Yüzü” de, “Akçasazın Ağaları”, “Kimsecik” üçlemesi, “Bir Ada Hikâyesi” de…

Denizi ve kenti anlattığı Deniz Küstü, Al Gözüm Seyreyle Salih, Kuşlar da Gitti anlatıları da bir adayı oluşturur. Buna da salt kenti yazdığı/anlattığı için bakmamalı.

Onun anlatısının en temel ögesi olan sarmal anlatı bu kez Deniz Küstü ‘nün anlatım doğasında kendini var eder. Yaşar Kemal burada bir labirentte gezinircesine anlatısının örgüsünü kurar.

Onun anlatıyı kurma biçimi ilginçtir. Bunu da şöyle dile getirir:

“Yazmaya karar verdiğimde, bir konuyu kafamdaki birçok konu içinden o anda yazmaya niçin karar veriyorum, çok düşündüm, bunun sebebini bir türlü bulamadım. Bu günlerde kafamda yazmaya hazırladığım, İstanbul’da geçen üç tane küçük roman var. Bir tane de uzun roman var. Bunlardan hangisini seçeceğim, küçük romanları mı, yoksa uzunu mu? Bu seçmeyi niçin yapıyorum, bilemiyorum. (…) Kafamdaki bu romanları, çoğunlukla, önce hep yakın arkadaşlarıma anlatırım.”[efn_note]Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor/ Alain Bosquet ile Görüşmeler, Yaşar Kemal; 1996, Adam Yayınları, 178 s.[/efn_note]

İşte onun anlatıcılığının kilit noktalarından biri budur: Başkasına anlatmak. Ki, bu da, sözlü gelenekten ona kalan bir ‘miras’tır aslında. Sonrasında ise giderek kendini bir anlatı sarmalının içinde bulması. O süreci de şöyle dillendirecektir:

“Şimdiye kadar romanlarımı, ilkin İstanbul yakınındaki bir deniz kasabası olan Şile’de yazdım. Kaldığım otelin önünde kilometrelerce uzanan bir kumsal vardır. Ben o kumsalda, her sabah erken kalkar yürümeye başlardım. Dönünce de masaya otururdum. Orada hep kışın çalışırdım.”[efn_note]agy.,[/efn_note]

Onun bu yazma yordamı, yazma ortamı/mekânına göre de kendi yazı adasını kurdurur. Labirent sarmalı da burada iyice belirir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 28 Şubat 2024’te yayımlanmıştır.

Feridun Andaç
Feridun Andaç
Eleştirmen, editör ve yazar. 1954’te Erzurum’da doğdu. Yükseköğrenimini Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi’nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yüksek lisans yaptı. Edebiyat ve karşılaştırmalı edebiyat dersleri verdi. İnceleme, araştırma ve deneme çalışmalarının yanı sıra yazdığı öyküleri ve gezi yazıları çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. 2002 yılından itibaren Dünya Kitapları’nın yayın yönetmenliğini üstlendi. Cumhuriyet ve BirGün gazetelerinden sonra hâlen Dünya gazetesinde ve edebiyathaber.net üzerinde yazılarına devam ediyor. Üniversitelerde "Günümüz Türk Edebiyatı", "Kültür Tarihi", "Sanat Tarihi", "Eleştiri Kuramları"; "Yaratıcı Yazarlık" dersleri veriyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x