Diziler bize ne söylüyor?

Masumlar Apartmanı, Bir Başkadır, Kırmızı Oda, Squid Game… Yayınlandıklarında tartışmaların fitilini ateşlemiş bu çok izlenen diziler, bize ne söyler? Sanatsal kaygı dışında mesajlar taşır mı? Kurgusal gerçeklikle yaşamsal gerçekliği ayırt etmek mümkün mü? Prof. Dr. H. Hale Künüçen yazdı.

“Diziler bize ne söyler?” sorusuna, izleyici olarak her birimizin çok sayıda cevabı olabilir. Zira birbirinden farklı tür ve içerikteki dizileri izleyen farklı yaş, eğitim ve sosyo-kültürel yapılardaki insanlar göz önüne alındığında cevap çeşitliliği de artıyor.

“Dizilerde ne buluyoruz?” ya da “Neden dizi izliyoruz?” sorularıyla da asıl sorumuzun sağlamasını yapabiliriz.

Aslında birbirinin tamamlayıcısı olan bu sorular; sosyoloji, psikoloji, sosyal psikoloji ve iletişim bilimleri gibi alanlar için tam bir araştırma konusu. Ancak bu yazının amacı, diziler aracılığıyla izleyenlere neler anlatıldığını ya da ne denmek istendiğini ortaya koymak; izleyicilerin dizilerde ne bulduklarını görebilmek.

Diziler bize;
İnsanlık hallerini gösterir, farklı dünya halleri olduğunu söyler

Bunları çeşitli hikâye-anlatı modelleri üzerinden göstererek aktarır. Yani esas olarak diziler, hayata dair hikâye-öykü anlatıcılığı yapar.

Bize yalnız olmadığımızı söyler

Dizilerle hayatımıza giren yeni birileri olur, adeta sosyal hayatımız zenginleşir. Sanki bir komşuya gitmişsiniz de orada olan olayları, konuşmaları izler gibi dizideki olayları izlersiniz. Oradaki durum-hava ve durmaksızın süren insanlar arası ilişki, iletişim biçimleri ilgimizi çeker. Yalnız olmadığımız, onlar da benim gibi, bizim gibi duygusu yaratır. Bazen çok basit bir hikâye olabilir, ama bizden olması, kendimizi içinde hissetmek de dizi izlememizi sağlayan nedenlerden birisidir.

Dizilerdeki karakterlerle özdeşleşerek yaşanan heyecan ve rahatlama hissi, bizde gerçeklik-inandırıcılık duygusu yaşatır. Seyirci, diziler sayesinde çok sayıda insan tanıma fırsatı yakalar. Dizilerdeki karakterlerin her biri olay-konunun farklı meselesine odaklanır ya da muhatap olduğu durum farklıdır. Karakterlerin rolleri boyunca geçirdiği değişim-dönüşümü izlemek, insan ruhunun olaylar karşısındaki değişkenliğini görmek, insana ilginç gelir. Şuraya bak, ne değişik insanlar var hayatta, diye düşünmemize neden olur. Böylece seyirci, kendi yaşantısında olan ya da olmayan farklı karakterlerle özdeşleştiği için ruhu da zenginleşir. Normal koşullarda bu kadar çok sayıda insanı görmek pek mümkün değildir. Dolayısıyla, seyirci için sadece bunu görmek bile dizi izleme gerekçesi olabilir.

Almanya, 90’dan fazla ülkede zirvede yer alan Squid Game dizisine 16 yaş sınırlaması getirdi. Türkiye’de ise 18 yaş sınırlaması bulunuyor.

Hayatta insanın başına her şeyin gelebileceğini söyler

İnsanlar genellikle günlük hayatın koşuşturmalarından hayatın gerçeğinin çok da farkında olamayabiliyor. Oysa dizilerde en sevdiğiniz karakter bir anda trafik kazası, hastalık ya da bir nedenle ölüp yok olabilir. Bu da seyirciyi o hayatın içine dâhil ederek hayatta her şey olabiliri gösteriyor. Böylece diziler, hayatı olduğu gibi kabul etmemiz gerektiğini ve her şeye rağmen hayatın devam ettiğini söyler.

Hayata karşı direnişimiz olması gerektiğini söyler

Hayatta kalmak için bazen bir tutkala ihtiyaç duyulur. Bunun için diziler, farklı hayatların tınısına kulak vermemizi, tanıklık etmemizi, paylaşmamızı sağlar. Bazen dizilerdeki ilişkilerde yakınlık-uzaklık, anlaşmazlıklar-kavgalar, gerginlikler, zorunlu sürdürülmeye çalışılan ilişkiler görürüz. Hayata benzetiriz, ama biz hayatımızı dizideki gibi yaşamıyoruz ya da dizilerdeki her şeyi kullanmıyoruz. Yaşadığımız hayatta bulamadığımız değerleri dizilerde bulup tutunmamızı besler. Sonunda pes etmemek, güçlü olmak lazım, hep dik durmak lazım dersi çıkar. Bir başka deyişle diziler, sosyalleşmeyi sağlar. Sosyalleşmeye katkısı bakımından ‘sosyal yapıştırıcı’ görevini üstlenerek izleyiciye basit insancıl değerler olduğunu hatırlatır. Sevgi, barış, adalet, eşitlik, vicdan, öz veri, dayanışma gibi değerlere tutunmak gerektiğini söyler.

Dizilerin mutlaka bir amacı, tezi olmaz, ama birtakım öğretiler sunar

Her biri dizinin farklı öğretisi olabilir. Bir dizi, farklı kişilere çeşitli şeyler söyleyebilir. Tıpkı dönem dizilerinde olduğu gibi, insanların geçmişte yaşadıklarını, tanık olduğu olayları hatırlatır. Ancak, o dönemi yaşamayan sonraki kuşaklar için ise geçmiş dönemde yaşananları anlatılan dönemin koşullarında (mekânlar, kostümler, diyaloglar, müzikler, vb.) gerçekçi bir biçimde sergiler. Böylece, o dönemde yaşananlar konusunda genç kuşak izleyiciyi bilgilendirir. Tarihi diziler ise (her ne kadar bir belgesel yapım olmasalar da), geçmiş tarihte yaşananları bir gerçeklik algısıyla aktararak izleyiciyi bilgilendirme işlevi görür. Örneğin, tarihi dizilerde tarihte olmuş bazı olayları hayretle karşılayabiliyoruz. Okumak ya da anlatmakla anlaşılamayan bazı durumlar, bu şekilde izlendiğinde gerçekçi bir etki yaratabiliyor. Bu bakımdan seyrederek öğrenme deneyimi kazandırır.

Empati yapmamızı söyler

Diziler, seyirciye kendi bildikleri iyilik ve kötülükleri bir de farklı kişiler üzerinden gösterir. Böylece olayları, başkaları üzerinden de izleyip deneyimleyerek hayatı daha iyi anlamamızı sağlar. Yani, kendimizi başkasının yerine koyarak başkasını anlamamamız gerektiğini söyler. Sadece kendi hayatımız ya da bildiğimiz hayatlar değil, farklı hayatlar olduğunu söyler. Bununla beraber, dizideki hayatı da yaşamamızı sağlayarak empati yapmamıza aracı olur. Zira empati yapabilen seyirci, ‘gerçek’ hayatta neyin eksik olduğunun farkına varabilir. Diziler, grup kimliğini yaşamamıza neden olur. Grup kimliği oluşturmak, birlikte olma duygusunun yolu da yine empatiye çıkıyor. Dolayısıyla, biz olarak birçok işi kotarabileceğimiz söyleniyor.

Diziler anlattıkları hikâyelerle, insanların var olan kendi potansiyellerinin ortaya çıkmasını sağlar ve kendilerini geliştirebileceklerini söyler.

Hayata ilişkin bazı deneyimlerin sadece yaşayarak değil, seyrederek de kazanılabileceğini söyler. Böylece bir hayat tecrübesi kazandırır.,

İngiliz yazar Michael Dobbs’un 1989 yılında yayınlanan aynı adlı romanından uyarlanan House of Cards, politik drama türünde, ilk Netflix orijinal dizisi.

İyiliğin kazandığını söyler

Dizideki kişilik tiplemeleri ve olaylar üzerinden insanların birbirini hoş gördüğünü görüp iyi düşünmenin ve hoş görmenin değerini öğreniriz. Hoşgörü olunca ilişkilerin daha kıymetli olduğunu ve dostluğu doğurduğunu görürüz. “Ne kadar hoş görülü birisiymiş, ben olsam yapmazdım” diyebiliriz ve kendi yaşantımızla karşılaştırırız. Aslında bir tür doğruyu görüp onaylarız.

Bir televizyon yapımının ne olduğunu söyler

Televizyon dizileriyle nelerin anlatılabileceğini söyler. Sinema ve televizyonunun kendisine ait özel bir anlatım dili olduğunu söyler. Hayata dair olan ne varsa görsel-işitsel bir dilin öğeleriyle aktarılabileceğini-anlatılabileceğini-görselleştirilebileceğini söyler. Dizi izleme deneyimi çok olan bir izleyici bu dilin öğelerini bilir, hatta görselleştirmenin mantığını kavrar.

Dizilerin yapımında giderek artan profesyonelleşme, izleyicide “gerçeklik” algısına katkıda bulunur. Profesyonel bir televizyon yapımı, sadece sağlam- ilgi çekecek bir senaryo ile değil, aynı zamanda görsel-işitsel dilin öğeleri dediğimiz; aydınlatma, oyunculuk, çekim ölçeği, kameranın bakış açısı, ses-müzik, kurgu, vb. temel elemanların “gerçeği” yansıtacak biçimde kullanılması-uygulanması anlamına da gelir. Ekrandaki görüntüler bir yönüyle gerçeğe uygun, bir yönüyle de yapay-yorumlanmış ve kurgusaldır. İzleyicinin görüntüye konu olan nesnenin gerçek hali ile görüntüsü arasındaki farkı ne ölçüde algıladığı ve anlamlandırdığı görsel-işitsel dilin öğeleriyle yaratılan üç boyutlulukla sağlanabilir. Bu öğelerden herhangi birinin yetersizliği bütün yapımı olumsuz yönde etkiler. Bir başka deyişle, “gerçeklik” ve “inandırıcılık” algısı zayıflayabilir, hatta yok olabilir.

Dizilerin profesyonel birer yapım olmasının yanı sıra, sinema filmlerine göre daha uzun zamana yayılan ve devam eden hikâyeler anlatması da ilgi çekici olmalarını sağlar. Bir hikâye ne kadar uzun zamana yayılarak anlatılırsa o kadar fazla detay gösterme imkânı olur. Özellikle hikâye ve karakterlere ilişkin durumlar-yan olaylar ve yan karakterlerle ilgili detaylar ne kadar zengin olursa izleyici de hikâyenin içine o kadar çekilir. Hatta öyle ki, karakterler ve hikâye ile bağ-yakınlık kurmaya başlar. Değer pekiştirme, kişisel kimlik ya da kişisel referanslarla kendi gerçeği ile yüzleşme yaşar. Şüphesiz gerçekle yüzleşme acıtır, ancak bir yandan da iyileştirir. Bu şekilde kurulan duygusal bir bağ ile duygusal açlık gidermeye çalışılır. Bu da hangi dizi içeriklerini içinde bulunduğumuz kişisel duruma göre tercih ettiğimizi gösterir. İşte bu ayrıcalıklı durum, dizilerde sinema filmine göre çok daha mümkündür.

Dizelerin bize söylediklerinin temelinde ne var?

Buraya kadar sıraladığımız, hatta daha da çoğaltabileceğimiz bunca anlatılmak istenenin ardında acaba ne var? Dizilerin bize-seyirciye söylediklerinin temelinde ne var ya da neye dayanıyor ki biz, daha çok eğlenmek- hoşça vakit geçirmek için, öğrenmek-bilgilenmek için, empati yapmak, sosyalleşmek, hayal kurmak, özdeşleşmek, rutinden kurtulup kendimizi rahatlatmak için dizi izliyoruz.

Sanat eserlerinin hepsi için bir “muhatap” olma durumu söz konusudur. Çünkü muhatap olduğunuz bir eser ve bu eserdeki olay-durum-anlatı neyse sizi alıp içine dâhil eder. Bu durum, bir konser, resim sergisi, tiyatro eseri, opera, sinema filmi veya TV dizisi için de böyledir.

Baktığımızda, tüm sanat alanlarının ortak noktasında ‘taklit’ olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla, sanatsal üretimlerde bir yorum olduğunu biliyoruz. Temel olarak sanatsal üretimlerin dünyasal gerçeklere dönük ve gerçek yaşamdaki somut gerçekliğin bir yansıması olduğunu belirtmek gerekiyor. Bir başka deyişle, gerçeğe benzerlik, inandırıcılık bakımından gerçeğe ters düşmediğini, ancak onu ‘idealize eden’ (olduğundan daha güzel gösteren) bir yanı olduğunu vurgulamamızda yarar var. Sanatsal bir üretimin seyircide uyandırdığı hoşlanma duygusu, insana özgü karakteristik bir durum. İnsana özgü taklit ve buna bağlı olarak duyulan hoşlanmayı, sanat eserleri karşısındaki yaşantılarımızla örneklendirebiliyoruz. Şüphesiz, bu hoşlanmanın temelindeki haz ve nasıl oluştuğu bilgisi bizi felsefe ve estetiğe götürecektir.

Berkun Oya’nın yazıp yönettiği Bir Başkadır yayınladığı günden itibaren gündemi alt üst etti. Dizi hakkında onlarca eleştiri yazıları yazıldı, röportajlar yapıldı. Ferdi Özbeğen şarkılarına ilgiyi artırdı.

Mimetik aksiyon nedir?

Sanatsal bir üretimin seyircide uyandırdığı, hoşlanma duygusunu biraz açmamızda yarar var. Bunun için önce dram sanatına değinmek gerekiyor.

Dram sanatı, gerçek yaşamda olmuş ya da tasarlanmış olayları taklit etmek, oynamak, göstermek, şeklinde ifade edebilir. Bu değişik türdeki gösterimlerin ortak noktasını, hepsinin aynı zamanda birer ‘mimetik aksiyon’ olmasıyla açıklayabiliriz. Mimetik aksiyon; gerçek ya da hayali olayların, insanlar arasındaki ilişkileri gösteren bir yeniden yaratımıdır ve seyirciye, o an oluyormuş duygusunu vermektir.

Bu anlamda, ister tiyatro, ister sinema, ister televizyon dizisi olsun, görsel-işitsel tüm sanat alanlarının tamamlayıcısı, seyircidir. Hatta bu sanat alanlarının varlık sebebi seyircidir. Tiyatro, sinema ve televizyon kendilerine özgü yöntem ve teknikleri bakımından farklılıklar gösterseler de, aslında her birisinin üzerinde bulunduğu zemin aynıdır; yani, dramadır. Örneğin, sinema ve televizyon yapımlarında seyirciyi yakalayan en temel olgulardan birisi kuşkusuz yapımın dramatikliği ve buna bağlı olarak da dramanın en temel özelliklerinden biri olan duygudur.

Seyirci, bir film, bir televizyon dizisi veya bir tiyatro oyunu seyrettiğinde; gülme, ağlama, korkma ya da acıma gibi duygularla, diğer bir deyişle, bu ‘dramatik’ olmaktan kaynaklanan duygulanma yoluyla, katharsis (rahatlama- ruhsal arınma) yaşar. Çünkü seyretme/izleme sırasında önce bu duygular uyarılır. Sanat yoluyla yapıntı olarak uyarılan bu heyecanlar, duyularak tüketilir ve yerlerini rahatlamaktan kaynaklanan hoş bir duygu alır. Böylece sanat, insan ruhu için sağlıklı bir etki yaratmış olur. Dolayısıyla, seyircinin televizyon dizisi ya da sinema filminden aldığı hazzın temelinde katharsis beklentisi vardır. Bu beklentinin karşılanması da, sinema ve televizyonun kendi anlatım dilinin özelliklerinden ve insan ilişkilerinin mimesisinden doğacaktır.

Tam bu aşamada, katharsis ve mimesisin birbirinden ayrılamayacağını da belirtmemiz gerekiyor. Her ikisi de birlikte ve bir bağ içinde sanatsal bir üretimin bütünlüğünü oluştururlar. Onların bu bağlılığını bir nedensellik bağlılığı ile açıklamak mümkündür. Bu nedensellik bağında; mimesis neden, katharsis ise etki olarak düşünülebilir. Buna, Aristoteles’in insanda doğuştan varolan taklit içtepisiyle birlikte açıkladığı hoşlanma duygusunu da ekleyebiliriz. Çünkü insan, taklit etmekten ve bunu seyretmekten hoşlanır. Aristoteles, yüzyıllar önce insana özgü bu durumun nedenini “öğrenmeden duyulan derin hoşlanma” ile açıklamıştır. Şüphesiz dramaturji kurallarına uygun biçimde tasarlanan bir dizi filmi izleyenlerin kendi yaşamlarında olmamış bir olaya tanık olması, dizideki olayların gerçekliğine ikna olup karakterlerle özdeşleşerek yaşanan olaylardan etkilenmesi, gerekli duygulanımları yaşamasına neden olur.

Sıradan olan ilgi çekmez

Sinema- televizyon yapımlarının en önemli özelliği, hikâye-öykü anlatması. Hikâye-öykü anlatıcılığı yapan dizilerin esas amacı; izleyicide sürekli bir sonraki sahnede neler olacağına ilişkin beklenti/merak yaratarak izleyiciyi yakalamaktır. Dramatikliği sağlamak için anlatılanın ilgi çekici olması gerekir. Sıradan bir şey ilgi çekmeyecektir. Sıradan hayatmış gibi fonda devam eden günlük olay-durumların içine sıra dışı bir durum ve kahramanın sıra dışı eylemleri eklenmelidir. Anlatılan bir dizi öyküsünün çekici olmasını sağlayan yönlerden birisi; insanda var olan gelişim modellerinin ve bütünün algılanmasına olan eğilimden kaynaklanır. Çünkü bir öyküyü çevreleyen bütünlük ve içindeki uyum, izleyende beğeniye neden olur. Bu da, izleyicide bütünlük içeren bir deneyim sağlar.

Bir diğer yön ise öykünün dramatik anlarında duygulanma, izleyicinin kendisini olayların içinde hissetmesi ya da öyküdeki karakterlerle bütünleşme yeteneğidir. İzleyiciler izledikleri öyküye, karakterler ve onların içinde bulunduğu gerilimli ortamlar aracılığıyla katılırlar. Bu bakımdan, dram sanatının merkezinde olan oyuncu ve oyunculuk sayesinde dizi filmlerde izleyiciyi yakalayan en temel olgulardan birisi, filmin dramatikliği ve buna bağlı olarak dramanın en temel özelliklerinden biri olan duygudur.

Televizyon homojen ideoloji üretir

Kendimize yakın bulduğumuz için, başka hayatları merak ettiğimiz için, “acaba devamında ne olacak” merakı için, “Allah’ım çok şükür, iyi ki ben böyle değilim, neler var demek” için ya da sadece oyuncuyu merak edip canlandırdığı tip/karakteri izlemek için yahut yaşadığımız psikolojik sıkıntıların benzerlerini başkalarında görerek rahatlamak için anlaşılması-ayırt etmesi hiç de zor olmayan kurgulanmış gerçeklikler izleriz.

Bu bakımdan televizyon, merkezileşmiş bir öykü anlatma sistemine benzetilebilir. Bu yapısal özelliği itibariyle televizyon, bir araç olarak kitle kültürü oluşmasına hizmet eder. Aslında bu özelliği nedeniyle televizyonun (kitle iletişim aracı/medya), diziler aracılığıyla nasıl homojen bir ideoloji üretebildiğine de tanıklık ederiz. Diğer bir deyişle, farklı sosyo-kültürel özelliklere sahip insanlar üzerinde nasıl bir etki yaptığını görürüz. Dolayısıyla aracın doğasından kaynaklanan etki gücüne bağlı olarak sanatsal kaygı dışında döneme ve gündeme uygun içeriklerle mesajlar taşıdığını da görürüz. Tıpkı dünyada farklı ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de televizyon dizi içeriklerinde dönemsel eğilimler gözlenir. Örneğin, bir dönem Doğu-Güney Doğu Anadolu konulu aşiret ya da ağa temalı diziler yaygın iken birkaç yıldır Osmanlı, Selçuklu konulu Türk tarihine yönelik diziler dikkat çekiyor.

Psikiyatr Gülseren Budayıcıoğlu’nun Madalyonun İçi: Bir Psikiyatristin Not Defterinden adlı kitabından uyarlanan Kırmızı Oda, TV8 ekranlarında yayımlanmaya başladığından beri cuma akşamlarının en çok konuşulan yapımı oldu.

Psikoloji içerikli diziler popüler

Son iki yıldır ise pandemi gündeminin de etkisiyle, farklı kesimlerden insanların yaşadıkları psikolojik sıkıntılar dizilere konu ediliyor. Özellikle günümüzde sıradanlaşan, geçmişe oranla psikoloğa danışmak ya da psikiyatri hekimine başvurmanın olağan karşılanmasını da alt metin olarak sunan psikolojik içerikli diziler popüler oluyor.

Dünyada da dönem dönem kişilik bozukluklarını anlatan psikolojik içerikli diziler; doktor- tıp-hastane temalı diziler; yine bir dönem gençlere hitap eden vampir ve içinde aşk hikâyesi olan diziler ilgi çekiyor. Benzer biçimde, Amerika’nın “11 Eylül saldırısı” sonrasında, Orta Doğu’da geçen asker-savaş temalı dizilerle özellikle ABD’nin Irak-Afganistan’daki varlığını makul ve gerekli gösteren konular dizilerde işlendi. Televizyonun kitle kültürü oluşturma gücünü, dünyanın ve ülkelerin içinde bulunduğu siyasi- politik konularla eş güdümlü gittiğini, dizilerde bilinçli olarak seçilen konulardan da görmek mümkündür. Bu bakımdan televizyonun yaygın bir iletişim aracı olarak beklenti ve ihtiyaçları karşılama yönünde nasıl kullanıldığı sorusu da cevap bulmuş oluyor. Tekrar vurgulamak gerekirse, burada dikkat çekilmesi gereken husus; televizyonun farklı sosyo-kültürel özelliklere sahip insanlara nasıl aynı etkiyi yaptığıdır.

Sonuç olarak dizilerle, içinde yaşadığımız ‘gerçek’ hayata ilişkin ne varsa sinema-televizyonun anlatım diliyle, yani kurmacanın alanında, zaman ve mekânda bir varlık kazandırılıyor. Diziler, bunu yaparken de ülkemiz özelinde Yeşilçam kodlarını kullanır ve şöyle söylerler: “Her şey bitse de umut hep kalır”

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 5 Kasım 2021’de yayımlanmıştır.

Hale Künüçen
Hale Künüçen
Prof. Dr. H. Hale Künüçen – Akademisyen, senarist ve program yapımcısı. Yüksek Lisans çalışmasını Anadolu Üniversitesi’nde, İki doktora çalışmasından birincisini Marmara, ikincisini Gazi Üniversitesi’nde tamamladı. Türkiye’de ilk kez “Sinemada Oyunculuk” üzerine doktora tezi yazan akademisyen oldu. Aynı zamanda, 1984-1994 yılları arasında Anadolu Üniversitesi TV Prodüksiyon Merkezi’nde çok sayıda senaryo yazdı, televizyon program yapım-yönetiminde çalıştı. 1994 yılında yardımcı doçent, 2002’de İletişim Bilimleri doçenti, 2008’de profesör unvanını aldı. İletişim Kuramları, Türk Sinema Tarihi, Film Kuramı, Senaryo Yazımı, Film Eleştirisi ve Analizi, sinema-televizyonda oyunculuk analizleri, görselliğin etkili kullanımı konularında lisans ve lisansüstü düzeyde kuramsal-uygulamalı dersler, seminerler veren Künüçen’in iletişim bilimleri ve sinema alanında ulusal, uluslararası düzeyde basılmış 100’ün üzerinde makalesi ve çok sayıda bildirisi bulunuyor. Halen Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo-Televizyon ve Sinema Bölümü ve Anabilim Dalı Başkanlığı görevini yürüten Künüçen’in başlıca eserleri şunlar: Genel İletişim - “Etkili İletişim”(2003-2005), Üçüncü Sinema - “Afgan Sineması”, Radyo Söyleşileri (2008), Türk Sinemasının 100. Yılına Armağan - “Sinemada Oyunculuk” (2015), Bilim Yönetim Yüksek Öğretim-Kerkük’te Başlayan Bir Başarı Hikâyesi (2017), Atatürk ve İletişim -“Atatürk’ün Ulusal Sanat ve Sinema Anlayışı” (2021)

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Diziler bize ne söylüyor?

Masumlar Apartmanı, Bir Başkadır, Kırmızı Oda, Squid Game… Yayınlandıklarında tartışmaların fitilini ateşlemiş bu çok izlenen diziler, bize ne söyler? Sanatsal kaygı dışında mesajlar taşır mı? Kurgusal gerçeklikle yaşamsal gerçekliği ayırt etmek mümkün mü? Prof. Dr. H. Hale Künüçen yazdı.

“Diziler bize ne söyler?” sorusuna, izleyici olarak her birimizin çok sayıda cevabı olabilir. Zira birbirinden farklı tür ve içerikteki dizileri izleyen farklı yaş, eğitim ve sosyo-kültürel yapılardaki insanlar göz önüne alındığında cevap çeşitliliği de artıyor.

“Dizilerde ne buluyoruz?” ya da “Neden dizi izliyoruz?” sorularıyla da asıl sorumuzun sağlamasını yapabiliriz.

Aslında birbirinin tamamlayıcısı olan bu sorular; sosyoloji, psikoloji, sosyal psikoloji ve iletişim bilimleri gibi alanlar için tam bir araştırma konusu. Ancak bu yazının amacı, diziler aracılığıyla izleyenlere neler anlatıldığını ya da ne denmek istendiğini ortaya koymak; izleyicilerin dizilerde ne bulduklarını görebilmek.

Diziler bize;
İnsanlık hallerini gösterir, farklı dünya halleri olduğunu söyler

Bunları çeşitli hikâye-anlatı modelleri üzerinden göstererek aktarır. Yani esas olarak diziler, hayata dair hikâye-öykü anlatıcılığı yapar.

Bize yalnız olmadığımızı söyler

Dizilerle hayatımıza giren yeni birileri olur, adeta sosyal hayatımız zenginleşir. Sanki bir komşuya gitmişsiniz de orada olan olayları, konuşmaları izler gibi dizideki olayları izlersiniz. Oradaki durum-hava ve durmaksızın süren insanlar arası ilişki, iletişim biçimleri ilgimizi çeker. Yalnız olmadığımız, onlar da benim gibi, bizim gibi duygusu yaratır. Bazen çok basit bir hikâye olabilir, ama bizden olması, kendimizi içinde hissetmek de dizi izlememizi sağlayan nedenlerden birisidir.

Dizilerdeki karakterlerle özdeşleşerek yaşanan heyecan ve rahatlama hissi, bizde gerçeklik-inandırıcılık duygusu yaşatır. Seyirci, diziler sayesinde çok sayıda insan tanıma fırsatı yakalar. Dizilerdeki karakterlerin her biri olay-konunun farklı meselesine odaklanır ya da muhatap olduğu durum farklıdır. Karakterlerin rolleri boyunca geçirdiği değişim-dönüşümü izlemek, insan ruhunun olaylar karşısındaki değişkenliğini görmek, insana ilginç gelir. Şuraya bak, ne değişik insanlar var hayatta, diye düşünmemize neden olur. Böylece seyirci, kendi yaşantısında olan ya da olmayan farklı karakterlerle özdeşleştiği için ruhu da zenginleşir. Normal koşullarda bu kadar çok sayıda insanı görmek pek mümkün değildir. Dolayısıyla, seyirci için sadece bunu görmek bile dizi izleme gerekçesi olabilir.

Almanya, 90’dan fazla ülkede zirvede yer alan Squid Game dizisine 16 yaş sınırlaması getirdi. Türkiye’de ise 18 yaş sınırlaması bulunuyor.

Hayatta insanın başına her şeyin gelebileceğini söyler

İnsanlar genellikle günlük hayatın koşuşturmalarından hayatın gerçeğinin çok da farkında olamayabiliyor. Oysa dizilerde en sevdiğiniz karakter bir anda trafik kazası, hastalık ya da bir nedenle ölüp yok olabilir. Bu da seyirciyi o hayatın içine dâhil ederek hayatta her şey olabiliri gösteriyor. Böylece diziler, hayatı olduğu gibi kabul etmemiz gerektiğini ve her şeye rağmen hayatın devam ettiğini söyler.

Hayata karşı direnişimiz olması gerektiğini söyler

Hayatta kalmak için bazen bir tutkala ihtiyaç duyulur. Bunun için diziler, farklı hayatların tınısına kulak vermemizi, tanıklık etmemizi, paylaşmamızı sağlar. Bazen dizilerdeki ilişkilerde yakınlık-uzaklık, anlaşmazlıklar-kavgalar, gerginlikler, zorunlu sürdürülmeye çalışılan ilişkiler görürüz. Hayata benzetiriz, ama biz hayatımızı dizideki gibi yaşamıyoruz ya da dizilerdeki her şeyi kullanmıyoruz. Yaşadığımız hayatta bulamadığımız değerleri dizilerde bulup tutunmamızı besler. Sonunda pes etmemek, güçlü olmak lazım, hep dik durmak lazım dersi çıkar. Bir başka deyişle diziler, sosyalleşmeyi sağlar. Sosyalleşmeye katkısı bakımından ‘sosyal yapıştırıcı’ görevini üstlenerek izleyiciye basit insancıl değerler olduğunu hatırlatır. Sevgi, barış, adalet, eşitlik, vicdan, öz veri, dayanışma gibi değerlere tutunmak gerektiğini söyler.

Dizilerin mutlaka bir amacı, tezi olmaz, ama birtakım öğretiler sunar

Her biri dizinin farklı öğretisi olabilir. Bir dizi, farklı kişilere çeşitli şeyler söyleyebilir. Tıpkı dönem dizilerinde olduğu gibi, insanların geçmişte yaşadıklarını, tanık olduğu olayları hatırlatır. Ancak, o dönemi yaşamayan sonraki kuşaklar için ise geçmiş dönemde yaşananları anlatılan dönemin koşullarında (mekânlar, kostümler, diyaloglar, müzikler, vb.) gerçekçi bir biçimde sergiler. Böylece, o dönemde yaşananlar konusunda genç kuşak izleyiciyi bilgilendirir. Tarihi diziler ise (her ne kadar bir belgesel yapım olmasalar da), geçmiş tarihte yaşananları bir gerçeklik algısıyla aktararak izleyiciyi bilgilendirme işlevi görür. Örneğin, tarihi dizilerde tarihte olmuş bazı olayları hayretle karşılayabiliyoruz. Okumak ya da anlatmakla anlaşılamayan bazı durumlar, bu şekilde izlendiğinde gerçekçi bir etki yaratabiliyor. Bu bakımdan seyrederek öğrenme deneyimi kazandırır.

Empati yapmamızı söyler

Diziler, seyirciye kendi bildikleri iyilik ve kötülükleri bir de farklı kişiler üzerinden gösterir. Böylece olayları, başkaları üzerinden de izleyip deneyimleyerek hayatı daha iyi anlamamızı sağlar. Yani, kendimizi başkasının yerine koyarak başkasını anlamamamız gerektiğini söyler. Sadece kendi hayatımız ya da bildiğimiz hayatlar değil, farklı hayatlar olduğunu söyler. Bununla beraber, dizideki hayatı da yaşamamızı sağlayarak empati yapmamıza aracı olur. Zira empati yapabilen seyirci, ‘gerçek’ hayatta neyin eksik olduğunun farkına varabilir. Diziler, grup kimliğini yaşamamıza neden olur. Grup kimliği oluşturmak, birlikte olma duygusunun yolu da yine empatiye çıkıyor. Dolayısıyla, biz olarak birçok işi kotarabileceğimiz söyleniyor.

Diziler anlattıkları hikâyelerle, insanların var olan kendi potansiyellerinin ortaya çıkmasını sağlar ve kendilerini geliştirebileceklerini söyler.

Hayata ilişkin bazı deneyimlerin sadece yaşayarak değil, seyrederek de kazanılabileceğini söyler. Böylece bir hayat tecrübesi kazandırır.,

İngiliz yazar Michael Dobbs’un 1989 yılında yayınlanan aynı adlı romanından uyarlanan House of Cards, politik drama türünde, ilk Netflix orijinal dizisi.

İyiliğin kazandığını söyler

Dizideki kişilik tiplemeleri ve olaylar üzerinden insanların birbirini hoş gördüğünü görüp iyi düşünmenin ve hoş görmenin değerini öğreniriz. Hoşgörü olunca ilişkilerin daha kıymetli olduğunu ve dostluğu doğurduğunu görürüz. “Ne kadar hoş görülü birisiymiş, ben olsam yapmazdım” diyebiliriz ve kendi yaşantımızla karşılaştırırız. Aslında bir tür doğruyu görüp onaylarız.

Bir televizyon yapımının ne olduğunu söyler

Televizyon dizileriyle nelerin anlatılabileceğini söyler. Sinema ve televizyonunun kendisine ait özel bir anlatım dili olduğunu söyler. Hayata dair olan ne varsa görsel-işitsel bir dilin öğeleriyle aktarılabileceğini-anlatılabileceğini-görselleştirilebileceğini söyler. Dizi izleme deneyimi çok olan bir izleyici bu dilin öğelerini bilir, hatta görselleştirmenin mantığını kavrar.

Dizilerin yapımında giderek artan profesyonelleşme, izleyicide “gerçeklik” algısına katkıda bulunur. Profesyonel bir televizyon yapımı, sadece sağlam- ilgi çekecek bir senaryo ile değil, aynı zamanda görsel-işitsel dilin öğeleri dediğimiz; aydınlatma, oyunculuk, çekim ölçeği, kameranın bakış açısı, ses-müzik, kurgu, vb. temel elemanların “gerçeği” yansıtacak biçimde kullanılması-uygulanması anlamına da gelir. Ekrandaki görüntüler bir yönüyle gerçeğe uygun, bir yönüyle de yapay-yorumlanmış ve kurgusaldır. İzleyicinin görüntüye konu olan nesnenin gerçek hali ile görüntüsü arasındaki farkı ne ölçüde algıladığı ve anlamlandırdığı görsel-işitsel dilin öğeleriyle yaratılan üç boyutlulukla sağlanabilir. Bu öğelerden herhangi birinin yetersizliği bütün yapımı olumsuz yönde etkiler. Bir başka deyişle, “gerçeklik” ve “inandırıcılık” algısı zayıflayabilir, hatta yok olabilir.

Dizilerin profesyonel birer yapım olmasının yanı sıra, sinema filmlerine göre daha uzun zamana yayılan ve devam eden hikâyeler anlatması da ilgi çekici olmalarını sağlar. Bir hikâye ne kadar uzun zamana yayılarak anlatılırsa o kadar fazla detay gösterme imkânı olur. Özellikle hikâye ve karakterlere ilişkin durumlar-yan olaylar ve yan karakterlerle ilgili detaylar ne kadar zengin olursa izleyici de hikâyenin içine o kadar çekilir. Hatta öyle ki, karakterler ve hikâye ile bağ-yakınlık kurmaya başlar. Değer pekiştirme, kişisel kimlik ya da kişisel referanslarla kendi gerçeği ile yüzleşme yaşar. Şüphesiz gerçekle yüzleşme acıtır, ancak bir yandan da iyileştirir. Bu şekilde kurulan duygusal bir bağ ile duygusal açlık gidermeye çalışılır. Bu da hangi dizi içeriklerini içinde bulunduğumuz kişisel duruma göre tercih ettiğimizi gösterir. İşte bu ayrıcalıklı durum, dizilerde sinema filmine göre çok daha mümkündür.

Dizelerin bize söylediklerinin temelinde ne var?

Buraya kadar sıraladığımız, hatta daha da çoğaltabileceğimiz bunca anlatılmak istenenin ardında acaba ne var? Dizilerin bize-seyirciye söylediklerinin temelinde ne var ya da neye dayanıyor ki biz, daha çok eğlenmek- hoşça vakit geçirmek için, öğrenmek-bilgilenmek için, empati yapmak, sosyalleşmek, hayal kurmak, özdeşleşmek, rutinden kurtulup kendimizi rahatlatmak için dizi izliyoruz.

Sanat eserlerinin hepsi için bir “muhatap” olma durumu söz konusudur. Çünkü muhatap olduğunuz bir eser ve bu eserdeki olay-durum-anlatı neyse sizi alıp içine dâhil eder. Bu durum, bir konser, resim sergisi, tiyatro eseri, opera, sinema filmi veya TV dizisi için de böyledir.

Baktığımızda, tüm sanat alanlarının ortak noktasında ‘taklit’ olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla, sanatsal üretimlerde bir yorum olduğunu biliyoruz. Temel olarak sanatsal üretimlerin dünyasal gerçeklere dönük ve gerçek yaşamdaki somut gerçekliğin bir yansıması olduğunu belirtmek gerekiyor. Bir başka deyişle, gerçeğe benzerlik, inandırıcılık bakımından gerçeğe ters düşmediğini, ancak onu ‘idealize eden’ (olduğundan daha güzel gösteren) bir yanı olduğunu vurgulamamızda yarar var. Sanatsal bir üretimin seyircide uyandırdığı hoşlanma duygusu, insana özgü karakteristik bir durum. İnsana özgü taklit ve buna bağlı olarak duyulan hoşlanmayı, sanat eserleri karşısındaki yaşantılarımızla örneklendirebiliyoruz. Şüphesiz, bu hoşlanmanın temelindeki haz ve nasıl oluştuğu bilgisi bizi felsefe ve estetiğe götürecektir.

Berkun Oya’nın yazıp yönettiği Bir Başkadır yayınladığı günden itibaren gündemi alt üst etti. Dizi hakkında onlarca eleştiri yazıları yazıldı, röportajlar yapıldı. Ferdi Özbeğen şarkılarına ilgiyi artırdı.

Mimetik aksiyon nedir?

Sanatsal bir üretimin seyircide uyandırdığı, hoşlanma duygusunu biraz açmamızda yarar var. Bunun için önce dram sanatına değinmek gerekiyor.

Dram sanatı, gerçek yaşamda olmuş ya da tasarlanmış olayları taklit etmek, oynamak, göstermek, şeklinde ifade edebilir. Bu değişik türdeki gösterimlerin ortak noktasını, hepsinin aynı zamanda birer ‘mimetik aksiyon’ olmasıyla açıklayabiliriz. Mimetik aksiyon; gerçek ya da hayali olayların, insanlar arasındaki ilişkileri gösteren bir yeniden yaratımıdır ve seyirciye, o an oluyormuş duygusunu vermektir.

Bu anlamda, ister tiyatro, ister sinema, ister televizyon dizisi olsun, görsel-işitsel tüm sanat alanlarının tamamlayıcısı, seyircidir. Hatta bu sanat alanlarının varlık sebebi seyircidir. Tiyatro, sinema ve televizyon kendilerine özgü yöntem ve teknikleri bakımından farklılıklar gösterseler de, aslında her birisinin üzerinde bulunduğu zemin aynıdır; yani, dramadır. Örneğin, sinema ve televizyon yapımlarında seyirciyi yakalayan en temel olgulardan birisi kuşkusuz yapımın dramatikliği ve buna bağlı olarak da dramanın en temel özelliklerinden biri olan duygudur.

Seyirci, bir film, bir televizyon dizisi veya bir tiyatro oyunu seyrettiğinde; gülme, ağlama, korkma ya da acıma gibi duygularla, diğer bir deyişle, bu ‘dramatik’ olmaktan kaynaklanan duygulanma yoluyla, katharsis (rahatlama- ruhsal arınma) yaşar. Çünkü seyretme/izleme sırasında önce bu duygular uyarılır. Sanat yoluyla yapıntı olarak uyarılan bu heyecanlar, duyularak tüketilir ve yerlerini rahatlamaktan kaynaklanan hoş bir duygu alır. Böylece sanat, insan ruhu için sağlıklı bir etki yaratmış olur. Dolayısıyla, seyircinin televizyon dizisi ya da sinema filminden aldığı hazzın temelinde katharsis beklentisi vardır. Bu beklentinin karşılanması da, sinema ve televizyonun kendi anlatım dilinin özelliklerinden ve insan ilişkilerinin mimesisinden doğacaktır.

Tam bu aşamada, katharsis ve mimesisin birbirinden ayrılamayacağını da belirtmemiz gerekiyor. Her ikisi de birlikte ve bir bağ içinde sanatsal bir üretimin bütünlüğünü oluştururlar. Onların bu bağlılığını bir nedensellik bağlılığı ile açıklamak mümkündür. Bu nedensellik bağında; mimesis neden, katharsis ise etki olarak düşünülebilir. Buna, Aristoteles’in insanda doğuştan varolan taklit içtepisiyle birlikte açıkladığı hoşlanma duygusunu da ekleyebiliriz. Çünkü insan, taklit etmekten ve bunu seyretmekten hoşlanır. Aristoteles, yüzyıllar önce insana özgü bu durumun nedenini “öğrenmeden duyulan derin hoşlanma” ile açıklamıştır. Şüphesiz dramaturji kurallarına uygun biçimde tasarlanan bir dizi filmi izleyenlerin kendi yaşamlarında olmamış bir olaya tanık olması, dizideki olayların gerçekliğine ikna olup karakterlerle özdeşleşerek yaşanan olaylardan etkilenmesi, gerekli duygulanımları yaşamasına neden olur.

Sıradan olan ilgi çekmez

Sinema- televizyon yapımlarının en önemli özelliği, hikâye-öykü anlatması. Hikâye-öykü anlatıcılığı yapan dizilerin esas amacı; izleyicide sürekli bir sonraki sahnede neler olacağına ilişkin beklenti/merak yaratarak izleyiciyi yakalamaktır. Dramatikliği sağlamak için anlatılanın ilgi çekici olması gerekir. Sıradan bir şey ilgi çekmeyecektir. Sıradan hayatmış gibi fonda devam eden günlük olay-durumların içine sıra dışı bir durum ve kahramanın sıra dışı eylemleri eklenmelidir. Anlatılan bir dizi öyküsünün çekici olmasını sağlayan yönlerden birisi; insanda var olan gelişim modellerinin ve bütünün algılanmasına olan eğilimden kaynaklanır. Çünkü bir öyküyü çevreleyen bütünlük ve içindeki uyum, izleyende beğeniye neden olur. Bu da, izleyicide bütünlük içeren bir deneyim sağlar.

Bir diğer yön ise öykünün dramatik anlarında duygulanma, izleyicinin kendisini olayların içinde hissetmesi ya da öyküdeki karakterlerle bütünleşme yeteneğidir. İzleyiciler izledikleri öyküye, karakterler ve onların içinde bulunduğu gerilimli ortamlar aracılığıyla katılırlar. Bu bakımdan, dram sanatının merkezinde olan oyuncu ve oyunculuk sayesinde dizi filmlerde izleyiciyi yakalayan en temel olgulardan birisi, filmin dramatikliği ve buna bağlı olarak dramanın en temel özelliklerinden biri olan duygudur.

Televizyon homojen ideoloji üretir

Kendimize yakın bulduğumuz için, başka hayatları merak ettiğimiz için, “acaba devamında ne olacak” merakı için, “Allah’ım çok şükür, iyi ki ben böyle değilim, neler var demek” için ya da sadece oyuncuyu merak edip canlandırdığı tip/karakteri izlemek için yahut yaşadığımız psikolojik sıkıntıların benzerlerini başkalarında görerek rahatlamak için anlaşılması-ayırt etmesi hiç de zor olmayan kurgulanmış gerçeklikler izleriz.

Bu bakımdan televizyon, merkezileşmiş bir öykü anlatma sistemine benzetilebilir. Bu yapısal özelliği itibariyle televizyon, bir araç olarak kitle kültürü oluşmasına hizmet eder. Aslında bu özelliği nedeniyle televizyonun (kitle iletişim aracı/medya), diziler aracılığıyla nasıl homojen bir ideoloji üretebildiğine de tanıklık ederiz. Diğer bir deyişle, farklı sosyo-kültürel özelliklere sahip insanlar üzerinde nasıl bir etki yaptığını görürüz. Dolayısıyla aracın doğasından kaynaklanan etki gücüne bağlı olarak sanatsal kaygı dışında döneme ve gündeme uygun içeriklerle mesajlar taşıdığını da görürüz. Tıpkı dünyada farklı ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de televizyon dizi içeriklerinde dönemsel eğilimler gözlenir. Örneğin, bir dönem Doğu-Güney Doğu Anadolu konulu aşiret ya da ağa temalı diziler yaygın iken birkaç yıldır Osmanlı, Selçuklu konulu Türk tarihine yönelik diziler dikkat çekiyor.

Psikiyatr Gülseren Budayıcıoğlu’nun Madalyonun İçi: Bir Psikiyatristin Not Defterinden adlı kitabından uyarlanan Kırmızı Oda, TV8 ekranlarında yayımlanmaya başladığından beri cuma akşamlarının en çok konuşulan yapımı oldu.

Psikoloji içerikli diziler popüler

Son iki yıldır ise pandemi gündeminin de etkisiyle, farklı kesimlerden insanların yaşadıkları psikolojik sıkıntılar dizilere konu ediliyor. Özellikle günümüzde sıradanlaşan, geçmişe oranla psikoloğa danışmak ya da psikiyatri hekimine başvurmanın olağan karşılanmasını da alt metin olarak sunan psikolojik içerikli diziler popüler oluyor.

Dünyada da dönem dönem kişilik bozukluklarını anlatan psikolojik içerikli diziler; doktor- tıp-hastane temalı diziler; yine bir dönem gençlere hitap eden vampir ve içinde aşk hikâyesi olan diziler ilgi çekiyor. Benzer biçimde, Amerika’nın “11 Eylül saldırısı” sonrasında, Orta Doğu’da geçen asker-savaş temalı dizilerle özellikle ABD’nin Irak-Afganistan’daki varlığını makul ve gerekli gösteren konular dizilerde işlendi. Televizyonun kitle kültürü oluşturma gücünü, dünyanın ve ülkelerin içinde bulunduğu siyasi- politik konularla eş güdümlü gittiğini, dizilerde bilinçli olarak seçilen konulardan da görmek mümkündür. Bu bakımdan televizyonun yaygın bir iletişim aracı olarak beklenti ve ihtiyaçları karşılama yönünde nasıl kullanıldığı sorusu da cevap bulmuş oluyor. Tekrar vurgulamak gerekirse, burada dikkat çekilmesi gereken husus; televizyonun farklı sosyo-kültürel özelliklere sahip insanlara nasıl aynı etkiyi yaptığıdır.

Sonuç olarak dizilerle, içinde yaşadığımız ‘gerçek’ hayata ilişkin ne varsa sinema-televizyonun anlatım diliyle, yani kurmacanın alanında, zaman ve mekânda bir varlık kazandırılıyor. Diziler, bunu yaparken de ülkemiz özelinde Yeşilçam kodlarını kullanır ve şöyle söylerler: “Her şey bitse de umut hep kalır”

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 5 Kasım 2021’de yayımlanmıştır.

Hale Künüçen
Hale Künüçen
Prof. Dr. H. Hale Künüçen – Akademisyen, senarist ve program yapımcısı. Yüksek Lisans çalışmasını Anadolu Üniversitesi’nde, İki doktora çalışmasından birincisini Marmara, ikincisini Gazi Üniversitesi’nde tamamladı. Türkiye’de ilk kez “Sinemada Oyunculuk” üzerine doktora tezi yazan akademisyen oldu. Aynı zamanda, 1984-1994 yılları arasında Anadolu Üniversitesi TV Prodüksiyon Merkezi’nde çok sayıda senaryo yazdı, televizyon program yapım-yönetiminde çalıştı. 1994 yılında yardımcı doçent, 2002’de İletişim Bilimleri doçenti, 2008’de profesör unvanını aldı. İletişim Kuramları, Türk Sinema Tarihi, Film Kuramı, Senaryo Yazımı, Film Eleştirisi ve Analizi, sinema-televizyonda oyunculuk analizleri, görselliğin etkili kullanımı konularında lisans ve lisansüstü düzeyde kuramsal-uygulamalı dersler, seminerler veren Künüçen’in iletişim bilimleri ve sinema alanında ulusal, uluslararası düzeyde basılmış 100’ün üzerinde makalesi ve çok sayıda bildirisi bulunuyor. Halen Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo-Televizyon ve Sinema Bölümü ve Anabilim Dalı Başkanlığı görevini yürüten Künüçen’in başlıca eserleri şunlar: Genel İletişim - “Etkili İletişim”(2003-2005), Üçüncü Sinema - “Afgan Sineması”, Radyo Söyleşileri (2008), Türk Sinemasının 100. Yılına Armağan - “Sinemada Oyunculuk” (2015), Bilim Yönetim Yüksek Öğretim-Kerkük’te Başlayan Bir Başarı Hikâyesi (2017), Atatürk ve İletişim -“Atatürk’ün Ulusal Sanat ve Sinema Anlayışı” (2021)

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x