Kimilerine göre değişen dünyanın şartları içerisinde edebiyat giderek önemini yitirmekte. Görselliğin, internetin, yapay zekânın ve daha nice nice nevzuhur, yani sonradan türemiş asrî zaman “alâmet”inin, edebiyatın toplumsal işlevini ve uygarlığın ilerleyişindeki lokomotif fonksiyonunu sarstığını ileri sürmekte bu zevat.
Yüzeysel bir açıdan bakıldığında bu görüşe katılmamak elde değil. Fakat edebiyatın güncel işlevi, günümüzdeki zuhur ediş formları ve etki alanları derinlemesine incelendiğinde tam tersi görüşlere ulaşmak mümkün.
Bugün her siyasi liderin de toplum katmanlarından itinayla gizlediği bir yazar kadrosu var. Bu elemanlar siyasal retoriği gündeme taşırken kılı kırk yarıp adeta politikayı yazınsallık üzerinden kuruyorlar. En ufak bir anlam kayması skandallara, krizlere, derin çatışmalara yol açabiliyor. Önde gelen siyasal mahfillerin güçlü edebiyatçılardan oluşan yakın çevreleri var. Bunların söylem ve vizyonları politikaları, düşünceleri, dünyayı değiştirebiliyor, dönüştürebiliyor. Kitleleri etkileyen yazarlar siyasi ve idari kadroların radarlarında dikkatle izleniyorlar.
Siyaset ve edebiyatın kesişim noktası
Bugün spektaküler bir seçim kampanyası sonucunda Amerika Birleşik Devletleri Başkanı seçilen ve kültüre, edebiyata çok büyük değerler atfetmediği sır olmayan Donald Trump bile dünyayı değiştirmek için kendisine yardımcı olarak bir Amerikan “best-seller” yazarı olan J.D. Vance’i seçti.
Büyük şirketlerin “think-tank”lerinde (düşünce kuruluşlarında) önemli yazarlar gelecek projeksiyonları yapıyorlar, politika yapıcı kararları etkiliyorlar, uygarlığı manipüle etmek isteyen mahfiller (gizli güç odakları) edebiyat üzerinden yola çıkıyorlar ve kendi ideolojilerini kaim (yerleşik) kılacak yazarları bizzat kendi elleri ile yaratıyor, yeni yazınsal akımlar “ihdas” ediyorlar. Bunun için dergiler, gazeteler, dijital medyalar, yayınevleri, internet siteleri hatta ve hatta üniversiteler; daha da önemlisi; finans havuzları kuruyorlar. Bunların örneklerine tüm dünya üzerinde rastlamak mümkün.
Kısacası edebiyat söz konusu olduğunda satıhta gözüken durağanlık, çöküş ve resesyona aldanmamak gerekir. Mahallemizdeki terzi Naciye Teyze, üzerine para verip bastırdığı, “hayatım roman” tarzındaki anı-romanı, kendisinin satın aldıkları da dahil olmak üzere yirmi dört tane satılabildi diye edebiyatın bittiğini, artık hiç kimsenin kitap okumadığını düşünebilir. Ama bu durum George Orwell’in değerinden bir şey eksiltmez.
Edebiyatın sonsuz gücü
Yani diyebiliriz ki; nasıl ki başlangıçta söz var idiyse; bugün de söz var; yarın da söz olacak; ve sonsuza kadar edebiyat – form, konum ve sunum değiştirerek de olsa- insanlığın en önde gelen motivasyonu, ilerleme motoru ve uygarlığın temel yakıtı olacak. Dünyayı sağaltmak için yalvaçlar nasıl ki kitaplarla yola çıkmışlarsa; bugün yola devam etmek isteyenler de yine onlara ihtiyaç duyacaklar. Ne yaparlarsa yapsınlar; hangi türden humanodoidler (insansı varlıklar), androidler, robotlar, yapay zekâlar yaratırlarsa yaratsınlar eninde sonunda hepsi birden bir edebiyatçının sade bir tümcesi önünde diz çökmek zorunda kalacak!
Çünkü bilgi ve etki yazarlarda; edebiyatçılardadır! Gücü elde etmek isteyen bilgiye ve etkiye ihtiyaç duyacaktır. Bundan dolayı yazarı yanına çekmek zorundadır. Hem de çok zaman kendi yazarını yaratarak ya da öne çıkmış yazarı devşirip ehlileştirerek!
Bunun farkında olan mahfillerin yeni yazarlar yaratmak, yeni edebi algılar üretmek, insanlığı etkilemek ve gütmek, kısacası gücü ele geçirmek için binbir düzen kurduklarını ileri sürmek için dahi olmaya gerek yok. Bugün hem ana akımın hem de muhalif akımların tüm dünya üzerinde etkilerini geliştirmek/pekiştirmek ve kendi vizyonlarına uygun yeni yazarlar üretmek için sadece yayınevleri, gizemli fonlar ve edebi mahfiller oluşturmakla kalmayıp vazettikleri diskuru dünya çapında kaim kılmak için kendi yazarlarını ikonize edecekleri manivelalara ihtiyaçları var. Bu manivelalar arasında oldukça işlevsel olanları hiç kuşkusuz edebiyat ödülleri ve yarışmaları. İşin ilginç yanı, en büyüğünden en küçüğüne her mahfil kendi çapında bu manivelalara; bu nevi yan aparatlara sahip olmak istiyor. Hele hele üstün olanın, kazananın her şeyi aldığı “orman kanunları”nın devrede olduğu bir “yeni dünya”da bu ödülleri kazanmak için çırpınan milyonlar varken bunun ne denli etkili olabileceğini öngörmemek mümkün değil.
Edebiyat ödülleri: İdeolojik bir araç mı?
Yazının başından bu yana yazdıklarımı okuyanlar edebiyat ödülleri ve edebiyat yarışmalarını insanlığı dezenforme ve zihinleri tutsak etmek için kurulmuş bir manipülasyon düzeni olarak gördüğümü ve lanetlediğimi düşünebilirler. Bu oldukça yanıltıcı bir kanaat olacaktır. Bilakis edebiyat ödülleri ve yarışmalarına müspet bakan; hatta bunların uygarlığın ilerlemesi için son derecede gerekli faaliyetler olduğuna inanan biriyim. Gençlik zamanlarımda olsa bu nevi sekter (dar görüşlü, radikal) düşüncelere kolaylıkla kapılabilirdim. Bugün birçok muhalif gencin kapıldığı gibi… Oysa bu yarışmaların tarihçesine ve serencamına bakıldığında farklı bir perspektif gözlerimizin önüne serilir.
Günümüz uygarlığının ana akımının, içerisinden çıkarak geldiği orijin Antik Helen’dir. Antikitede yarışma hayatın her alanındadır. Savaşta, sporda, ticarette, felsefede, edebiyatta, kadınlar uğruna yürütülen rekabette vesaire. İlyada destanı özünde kahramanlıkların yarıştırıldığı bir hikâyedir. Kazanan Akhilleus her şeyi alır; neredeyse onun kadar yiğit bir savaşçı olan Hektor ise cengi kaybettikten sonra Akhilleus’un savaş arabasının arkasında, Troya surlarının üzerinden hazin bakışlarla olan biteni izleyen babası Kral Priam, kardeşi Prens Paris, tüm bu savaş ve yıkımın görünüşteki nedeni olan dünyanın en güzel kadını ve gelini Helena, kız kardeşi Cassandra ve karısı Andromache’nin keder dolu bakışları altında bir hayvan leşi gibi sürüklenir. Yarıştırılan yiğitliklerse de uğrunda yarışılan her daim olduğu gibi kadınlardır. Yani güzelliğin zirvesi.
Rekabet ve ödüller: Kaçınılmaz bir gerçek mi?
Antikitede yarışma hayatın her alanındadır. Ve kazanan her şeyi alır. Bunun sembol ifadesi olan olimpiyatların mottosu Citius, Altius, Fortius, daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü anlamına gelir ve tüm dünyada bugün bile her dört yılda bir tüm insanlığı motive edecek şekilde gerçekleştirilir. Ve bu motto hararetle benimsenip hayatın her alanına monte edilmeye çalışılır. Yarışma, rekabet ve üstün olanın kazanması edebiyat ve felsefede bile bir düstur; bir yaşam algısıdır. Her bahar, Dionisos şenliklerinde yapılan edebiyat yarışmaları bize insanlığın en görkemli tragedyalarını armağan etmiştir. Euripides, Sophokles, Aiskhülos, Aristophanes gibi büyük tragedya yazarları bu yarışmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Tabii ki onların büyük yapıtları, Kral Oidipus, İphigeneia Aulis’te, Antigone, Agamemnon ve daha niceleri de…
Demek ki yarışma yararsız ve kötü bir şey değil; ilerleme, başarma ve kazanmanın motorudur. Söz konusu olan edebiyat gibi son derecede sofistike bir alan olsa bile… Öyleyse bu edebiyat ödülleri ve yarışmaları üzerinden yürütülen tevatür ne anlama gelmeli?!
Edebiyat ödüllerine karşı tepkiler
Peki, öyleyse bunca şekva (şikâyet); bunca kıyam (ayaklanma); bunca vaveyla nedendir? Neden herkes ödüllerden, yarışmalardan zehirli bir dille söz etmekte dahası bu etkinlikler tüm kaybedenlerinin ortak nefretini ve husumetini derç etmektedir?
Açıklamaya çalışalım.
Her yarışmanın ya da ödülün kazanmaya aday yüzlerce, kimi zaman binlerce, bazen de milyonlarca talibi olur. Fakat bunlardan sadece bir tanesi kazanır. Bir iki tanesine de ikincilik, üçüncülük, mansiyon tarzı teselli mükâfatları verilir. Ama yarışa katılanların kahir ekseriyeti olan ve en az yüzde doksan dokuzu bulan oranda aday artık birer kaybedendir. Kazananın her şeyi aldığı malûm dünya uygarlığında işbu kaybedenlerin nefret, kıskançlık, öfke ve haksızlığa uğramışlık duygusuna kapılmaları ve ortalığı terörize edecek edimler içinde bulunmaları doğaldır.
Buraya kadar her şey normal, sağlıklı ve mantıklı gözükmekte değil mi? Zaten insanlık tarihi boyunca bu nevi yarışmalar kudret sahibi mahfiller tarafından daima ihdas edilmiştir ve kazananlar iktidarların en yakınlarında yer alıp servet, şöhret ve saltanata gark edilmiştir.
Ayrıcalıklı, elit, korunan, beslenen; adeta tacirlikte “zadegân” (asil sınıf, seçkinler) olarak adlandırılan sınıfa benzer bir sınıfı oluşturmuştur. İktidarlar ve güç yanında konumlanan aydın sınıfı geniş imkânlara ve sesini duyurma, tarihe kalma ayrıcalığına sahip olmuştur. Buna bir itirazı olan da olmamış; olamamıştır. Kısık sesli itirazların da sesi duyulamamıştır. Uzak ve yakın bizim tarihimizde de bu aynen böyle olmuştur. Divan şairlerinin sarayla olan ülfeti, ilk dönem Cumhuriyet aydınlarının Çankaya ile ülfeti, günümüz yazarlarının güdümlü medya kuruluşları, banka ya da belediye yayınevleri ile ülfeti gibi sayısız cülûs ve ulûfe sistemi sayılıp dökülebilir.
Modernitenin sonu ve “marazî” münevver uyanışı
Fakat ne olmuşsa olmuş; 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren “marazî” (!) bir münevver uyanışı husule gelmiştir. Bilhassa modernitenin sona erip post-modernitenin kapsayıcı olduğu dönemlerde yazarlar ödülleri sorgulamaya, iktidarların aparatı olarak görmeye, ödülleri eleştirmeye, reddetmeye ve hatta lanetlemeye girişmişlerdir.
20. yüzyıl modernitesinin ortaya çıkardığı en önde gelen entelektüel-edebiyatçılarından biri olan Jean-Paul Sartre devasa Nobel ödülünü reddetmeye kadar vardırmıştır işi. Zaten çok zamandan beridir tuz kokmaktaydı. İlk Nobel ödüllerinin kolonyalist sempatisi ile dolu yazarlara tevdi edilmesi, İkinci Büyük Savaş öncesinde Knut Hamsun gibi Nazi yanlısı yazarların Nobel’e layık görülmesi, Pasternak’ın Nobel’e layık görüldüğü sene işin bir ajanlar savaşına dönüşmesi tuzun ne şekilde kokmakta olduğunun en göze batan örnekleriydi.
Yani artık ayan beyan gözükmekteydi ki iktidarlar ve güç odakları bizatihi bu ödüllendirme mekanizmalarının içindeydi ve kural kaide tanımıyorlardı. Devir kimin devriyse onun adamları taltif ediliyordu.
Ödüllerin politik aracı haline gelmesi
Bu nevi uyaranlar çoğaldıkça baktık ve farkında olduk ki “Kimse binmeyeceği eşeğe yem vermiyor!” Ödüller insan kullanmak, devşirmek ve ideoloji üretmek için taraftar toplamanın bir aracı haline gelmekte; ulus içi ve uluslararası politika yapıcıların ya da başka türden güç devşiricilerin en çok üzerine düştükleri aparatlar haline gelmekte.
Bunlara bazı örnekler verecek olursak;
* Hayatında tek bir roman yazmamış Winston Churchill’e Nobel edebiyat ödülü verilmesi,
* Güney Amerika’daki sayısız darbenin müellifi Kissinger’e Nobel Barış Ödülü verilmesi,
* Türkiyemiz’de hazin bir cinayete kurban giden saygın bir etnik aktiviste hiç alâkası olmadığı halde yurtdışından edebiyat ödülleri tevdi edilmesi,
* Romanlarında biz bu ülkede yaşayanlara topluca “piç” yakıştırmasında bulunan bir kadın yazarın yurtdışında her hafta bir ödüle layık görülmesi ya da aday gösterilmesi,
* Menşei belirsiz yayınları ile ülkeyi adeta çökme noktasına taşıyan bir yazarın romanlarının, “hiç kimsenin kitap okumadığı”(!) bir ülkede esrarengiz bir şekilde milyon milyon basılması vesaire vesaire…
Ödüllerin değersizleşmesi ve sistem eleştirisi
Ne olmuştur ve ne olmaktadır? İktidarlar ve sistemler, tarih boyunca suhûletle yürüttükleri, görülmesi ve dejenere olmasına asla izin vermedikleri ödüllendirme mekanizmalarını neden son yüzyılda kontrolden çıkmış bir şekilde, pervasızca, umursamazca, cüretkârca icra etmekte; kendi inanılırlıklarını ve güvenilirliklerini bizzat kendileri berhava etmektedirler?!
Bu, ne türden bir meydan okumadır?
Birazcık düşününce bunun da nedenleri apaçık ortaya çıkmaktadır. Olay basit ve tesadüfî değildir. Bir sistem dönüşümü meselesidir. İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği dönemi kabaca modernitenin sonu olarak değerlendirebiliriz. Ondan sonraki dönem yavaş yavaş post-modern dönemin galebe çalması ile gelişmiştir.
Kapitalizmin etkisi ve yarışma kültürü
Söz konusu post-modern dönemin ekonomik sistemi uluslararası para ve ticaret sisteminin dönüşmesi, monetarist ekonomilere süratli geçiş, sosyalizmin çöküşü ile serbest piyasanın yüceltilmesi ve her alanda sınırsız rekabetin ihdas edilmesidir. Bu dönemde ekonomide, ticarette, bilimde, sporda, teknolojide, uzay yarışında, silahlanmada; kısacası her alanda gelişme rekabete ve yarışmaya dayandırılan bir sistem ihdas edilmiştir. Bu, en başta bahsettiğimiz Batı ideolojisinin kökenleri ile de fevkalade uyumludur.
Tüm yaşam alanlarının sürekli yarışma ve çatışmaya açıldığı bu sistem kast tabakasının en üstünde yer alanlar için harika bir yenilikti. Ağır sıklet boksörü ile tüy sıkletin aynı ringe çıkması ya da piranhalarla alabalıkların aynı akvaryumda yer alması misali; güçlünün daima kazandığı; kazananı daima belli bir yarışmacı sistem. Bu nedenle sınırlar açıldı, para uçucu oldu, hedge fonlar çekirge sürüsü gibi ülkelere dalıp tüm zenginlikleri yağmalayıp kaçtı gitti, dünyaca ünlü karteller tüm küçük ve güzel girişimleri sildi yok etti, tekdüze bir yaşam stili tüm dünyaya dayatıldı, paranın ve kazanmanın tek değer olduğu bir sistem tüm dünyaya yayıldı. Kaybedenin mahvedildiği, berhava edildiği bir korkunç sistem.
Sonuç: Ödüller, güç ve manipülasyon
Bu anlamda edebiyatta da toplumsal sorunlara ve insanlık durumlarına eğilmek demode hale getirildi yerine post-modern, pastişi marifet gören, çok katmanlı, iktibasları yoğun, çalıntı, çırpıntı, gerçek dışı, içsel saplantılara gömük, fantezilerin öne çıktığı, “bilmiş”, absürd bir edebiyat övüldü, ödüllendirildi. Yarışma ve kazanma hırsı, ihtiras ve öne geçme takıntısı, insanlığın erdemlerini ve akilliğini temsil etmesi gereken yazarların damarlarına zerk edildi. Öne geçme ve kazanma, başarma, zengin olma saplantısı ile yola çıkan milyonlarca yazar adayı artık film yıldızı olmak için evden kaçan gecekondu kızları gibiydi. Ya da futbolcu olmak için okulu kıran kenar mahalle delikanlısı gibi. Bir tanesi kazanacak, milyonlarcası mahvolacaktı. O nedenle, mahvolmamak için, koca bir yaşam yanıp kül olmasın diyerek, yola çıkan yıldız adaylarımız için başarıya giden her yol mübahtı ve kendi imajlarını kendileri yapacaklardı; strateji kuracak, imaj yapacak, ödüller kazanacak, rakiplerini ezecek, ünlü olacak ve başarmanın tadını çıkaracaklardı.
İşte asrî zamanların yazar adayı bu duygularla, bu takıntılarla bu oltalara gelmekteydi. Hiç kuşku olmasın ki balıkçının bu oltalara takacak lezzetli yemleri olacaktı: Ödüller ve yarışmalar…
Ödüllerin çöküşü ve taklit düzeni
Kısacası, dürüst ve hakkaniyetli bir şekilde organize edildiği taktirde insanlığın gelişimi için en etkili mekanizmalardan biri olabilecek yarışma ve ödüller post-modern çağ saiklerinin yürürlükte olduğu “başarıya giden her yol mübah” mentalitesi ile devreye sokulduğunda, aldatmaca ve hile bir değer olarak görülüp yükseltildiğinde, insancıkların hayatta ve ayakta kalabilmek için yapabileceği çılgınlığın haddi hududu olamayacaktı. İşte bu saikle harekete geçen milyonlarca “surviver”(!) tıpkı o ünlü “Atları da Vururlar” filminde olduğu gibi yarışmalara saldırırken sistem bunun manipülasyon için ne kadar elverişli bir durum yarattığını fark ediverdi. Ondan sonra gelsin kayırmalar, gelsin, muvazaalar, gelsin ben yaptım oldular, gelsin dalkavuklara ulûfeler, gelsin bende devşirmeler…
Güvenilir ve gayretkeş edebiyat baronlarının riyasetindeki bu ödüllendirmeler post-modern dönemde insanlık düşüncesine büyük darbe vurduysa da bizim gibi taklitçilikten medet uman ülkeler edebiyatında emsalsiz komedilerin yaşanmasına neden oldu. Denebilir ki muhteşem, sarkastik (alaycı) bir karnaval ortamı oluştu.
Post-modern çağın edebiyat karnavalı
Malûmâliniz; toplumumuz fevkalade uyanıktır ve hicap duyarak itiraf etmek gerekir ki şark kurnazlığı burada hâlâ geçer akçedir. Ödüller ve yarışmaların yıldız olmaya giden yol olarak yükseldiği ve “star sistemi”nin yazın ve düşünce dünyasını karanlık bulutları altına altığı bu dönemde tıpkı Naipaul’un “Taklitçiler” adlı romanında pek güzel anlattığı gibi Üçüncü Dünya iş bilirleri pusat kuşandı.
Derken efendim burada, dünya üzerinde olageldiği gibi sadece güç odakları yarışma düzenlemeye kalkmadı. Herkes kendi yarışmasını düzenlemeye başladı.
Nasıl ki ülkemizde başarılı bir mantıcı dükkânı açıldığında bir anda her köşede taklitleri açılıyorsa, nasıl ki kahveciler moda olduğunda anında her yer kahve dükkânları ile doluyorsa, en büyüğünden en küçüğüne herkes kendini bir güç odağı olarak görmeye ve ünlü müteveffa yazarların adlarını kullanarak yarışmalar düzenlemeye, kendi adamlarını, daha doğrusu oynadıkları atı yükseltmeye girişti.
İlk başta ana kanon bu işe önderlik yapıyordu. “Bu yıl bizim X’in yakacak parası yok, ona verelim”, “Bilmem kim de çok yaşlandı hâlâ bir ödülü yok”, “Aaa çok saygılı çocuktur, benim bir dediğimi iki etmez,” “Zavallı çok emek verdi, hâlâ bir emekli maaşına talim ediyor,” türünden arabesk telakkilerle kanonun bendelerine sıra takip ederek ödüller dağıtıldı.
Yarışma çılgınlığı: Herkes kendi oyununu oynuyor
Derken ödül baronlarının -ki onların kim olduğunu herkes biliyor- emir erleri ve tilmizlerine, “grupie”lerine (hayran kitlesine) ödüller gitmeye başladı. Böylece yaratıcılıktan uzak, itaatkâr, uyuntu ve sistemle barışık bir yazar nesli yetişti. Bunların edebiyatı ne hale getirdiği hepimizin malûmu. Bugün artık Türk halkı edebiyatçı görmek istemiyorsa bunun nedeni zırcahil olması değil, bu tür edimlerle kazip (aldatıcı, sahte) şöhretler yaratılmış olması ve defalarca aldatılmış olmasındandır.
Taklitçiler diyarının yeni edebiyat maslahatı giderek çapını büyüttü. Derken efendim mahalleler ayrıldı, muhafazakâr çevrenin parlattıkları ayrı yarışmalarda, devlet katının ödüllendirdikleri ayrı yarışmalarda, neo-liberallerinki ayrı yarışmalarda, ulusalcılarınkiler ayrı yarışmalarda boy gösterdi, her kesim kendi star adayını parlatmak için çırpınmaya başladı.
Yarışmaların ticarileşmesi ve kültürel bölünmeler
Komedi giderek vites büyüttü. Bu işin iyi gürültü çıkardığını gören gazeteler, dergiler, dernekler, özel okullar, STK’lar, vakıflar, şahıs üniversiteleri, belediyeler vesaire; aklınıza gelen her türlü irili ufaklı kuruluş kendini güç odağı görüp yarışmalar düzenlemeye başladı. Ondan sonra parası pulu olmayan, çay içmek için Beltur kovalayan küçük yayınevleri bile yarışmalar düzenlemeye başladı.
Bunların ödülleri kimi zaman şiir seti, kimi zaman plaket, kimi zaman kitapta yer alma vaadi, kimi zaman “bilmem ne armağanı” adı altında sadece öpücüktü. Hatta hatta bu sefer onlardan ilham alan bazı -sözde- prestijli yarışmalar bile uyanıklık edip para ödülünü kaldırdı. Sadece öpücük vermeye başladı. “Sana bilmem ne armağanının itibarını veriyoruz; daha da ne istiyorsun be adam!” mealinde…
Efendime söyleyeyim giderek işler çapını büyüttü. “Şakir Şırıldak” adlı sahte bir şiir yarışmasına yüzlerce şiir gönderildi. Kasabalarda, köylerde düzenlenen kuşburnu, kiraz, üzüm festivallerine edebiyat ödülleri kondu. Kıymeti kendinden menkul bir sürü hevesli bunlara jüri oldu. Hayatında tek bir roman okumamış kişiler jürilerde yer alarak itibar edinmeye çalıştı. Ödül alanlar Wikipedia biyografilerini oto-övgülerle donattılar. İş o denli bir kepazeliğe dönüştü ki bir süre sonra saygın yazarlar ölmeye yakın; “Aman benim adıma ödül-mödül konmasın!” diye vasiyetnameler hazırladılar. Edebiyat baronlarının kurduğu ödül sistemi Batılı müelliflerden bağımsız olarak kendi şarklı üslubuyla aldı yolu ele ilerledi. Kendi yükselişini kurgulayan ve star olup kazananlar arasında yer almayı düşleyen on binlerce edebiyat heveslisi ödül yollarında kendine yol açmaya çabaladı. Jüri üyeleri ile hoş kişi geçinmeye çalıştı. Jüri üyeleri bunların heveslerini doyasıya sömürdü. Ülkemizde ödül müessesesi sözcüğün tam manasıyla dejenere oldu. Tefessüh etti. Tüm bunların sonunda herkesin en az birkaç edebiyat ödülü oldu. Bu meyanda ödül sahibi olmanın pek bir manası da kalmadı. Vakıa ülkede edebiyat ödülü olmayan tek bir kişi kaldı. O da 65 yıllık ömründe 60’dan ziyade eserin müellifi olmuş bendeniz!
Ermiş bir Kızılderili çizgi roman kahramanının o eşsiz kabulleniş sözcüğüyle ifade edecek olursak:
“Woah!”
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 14 Mart 2025’te yayımlanmıştır.