İnfaz edilen kitaplar, saklı yazarlar

Bazı eserler vardır ki, kendi okurunu yaratmıştır. O eserleri bazen bulmak da, okumak da zordur. Bu kitaplara sahip olanlar kendilerini ayrıcalıklı sayarlar. Bir de infaz edilenler vardır, saklı yazarlar… Peki, bazı şairlerin, yazarların büyük olmalarının nedeni eksiltirken çoğalmaları mıdır acaba? İbrahim Yıldırım yazdı.

1.

Oktay Rifat’ın Şevket Rado’ya 26 Eylül 1944 tarihinde yazdığı mektuptaki bazı satırların; yenilenmenin, yeni bir şeyler yapacak olmanın heyecanıyla kaleme alındığı açıktır. Öyle ki; şair, basılmayı bekleyen romanı Ahmet nedeniyle tıpkı oğlunu evlendirmeye hazırlanan baba gibi coşkulu ve telaşlıdır…

Şu satırlar o mektuptan: “Ahmet’in encâmını çok merak ediyorum. Nasıl Nebioğlu’na kendisini beğendirebildi mi? Aman Şevketçiğim, Ahmet’i görücü görücü dolaştır ve muhakkak başgöz et.”

Ahmet, görücü görücü dolaştırıldı mı, bilinmiyor; ancak baş göz edilmediği gibi, kimi özensizlikler ve umursamazlıklar nedeniyle yazarı tarafından büyük olasılıkla öfkeyle yok edildiği, ortadan kaldırıldığı biliniyor. Böyle olmasına karşın ben, Ahmet’in Oktay Rifat’ın şiirlerinde, tiyatro oyunlarında, hatta değiştirilen adlarla romanlarında bile varlığını sürdürdüğünü düşünüyordum. Bundan dolayıdır ki birkaç yıl önce büyük bir hevesle, çok zor bir işe kalkışmıştım: Amacım şairin şiirlerinde, tiyatro oyunlarında karşıma çıkan Ahmet’lerin izini sürmek; kim bilir belki Oktay Rifat’ı Ahmet’le yeniden buluşturup uzun bir öykü ya da kısa bir roman yazmaktı.

Üç Ahmet ve imha edilen ilk birinci baskı

İlk başlarda saptayabildiğim üç Ahmet vardı: İkisine Karga ile Tilki ve Perçemli Sokak kitaplarındaki şiirlerde rastlamıştım… Çil Horoz oyunundaki sünepe ezik, işsiz üçüncü Ahmet’e gelince; öykümde veya kısa romanımda ona özel bir bölüm açacaktım; çünkü bambaşka toplumsal ve bireysel sorunları dönemler bağlamında tartışmak istiyordum.

Anlaşılmıştır, edebi açıdan doyurucu olmasına karşın araştırmalarımın sonuçlanması olası değildi. Son olarak Oktay Rifat’ın Marmara Adası’ndaki balıkçı dostu Gega Ahmet’in izini sürmüş ve çaresiz kalıp dosyayı kapatmıştım…

Pek sanmıyorum, ama Ahmet’in karbon kopyası; şairin kayıp diğer metinleri ile birlikte belki bir gün saklı durduğu yerden çıkıverir… Böyle dedim, zira Ahmet’in büyük olasılıkla yakılıp ortadan kaldırılmasından bir yıl sonra, Oktay Rifat bir şiir kitabının ilk birinci baskısı’nı da imha edecektir…

Az önce ilk birinci baskı dedim, çünkü Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üzerine Şiirler, 1945 ve 1946 yıllarında iki kez birinci baskı ibaresiyle yayınlanmıştır. İlk birinci baskıda başrolde yine Nebioğlu Yayınevi vardır ve yaşananlar can acıtıcıdır. Şöyle ki: Oktay Rifat kitabın boyutu ve sayfa tertibi konusundaki isteklerini Şevket Rado’ya iletmesine, hatta ben görmeden satışa çıkmasın, belki vazgeçerim diyerek kitabına ne denli önem verdiğini, özen gösterdiğini vurgulamasına… ve o günkü koşullara göre oldukça yüklü bir basım ve dağıtım bedeli ödemesine karşın; şairin istekleri, önerileri kös dinlemiş, uygunsuz ve özensiz bir kitap dağıtıma sokulmuş…

Kaybolmuş yahut unutulmuş oyun: Kıskançlar

Bu tatsız tuzsuz, çirkin kapaklı, dizgi hatalarıyla dolu, yayınevinin adını saklayıp yalnızca dağıtım yeri olarak katkıda bulunduğunu belirtmesi, şairi tabii ki huzursuz etmiş, üzmüş, dolayısıyla Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üzerine Şiirler tıpkı Ahmet gibi imha edilmiş; kitap 1946 yılında yine birinci baskı ibaresiyle Marmara Kitabevi tarafından tekrar basılmış.

Ahmet’in ve imha edilen şiir kitabının yanı sıra Oktay Rifat’ın bazı tiyatro oyunları da kayıptır. Bunlardan biri Zabit Fatma’nın Kuzusu’dur. Bu çalışma 1965 yılında Ulvi Uraz topluluğu tarafından sahnelenmiş, bir daha seyirciyle buluşmamış, basılıp yayınlanmamış, Toplu Oyunlar kitabına alınmamış. Selim İleri, başyapıt diye nitelediği bu tiyatro oyununun kaybolmasından duyduğu üzüntüyü defalarca dile getirip yakınmış, ayrıca Oktay Rifat’ın Melih Cevdet’le birlikte yazdığı, adını hatırlamadığı bir başka kayıp oyundan da söz etmiştir… Ben yalnızca Ankara’da sahnelenen bu kaybolmuş ya da ilgi görmediğinden unutulmuş oyunun adını öğrendim: Kıskançlar! 

Bence Zabit Fatma’nın Kuzusu’na ve Kıskançlar’a 1949 yılının Ağustos ayında Açık Hava Tiyatrosu’nda sahnelenen Oyun İçinde Oyun da eklenmeli: Oktay Rifat, Sermet Sami Uysal ile yaptığı söyleşide; bu oyunun orta oyunu tarzında olduğunu, ama mizansen tuluatı yapıldığından seyircinin ilgisini çekmediğinden yakınmış. Bence bu ilgisizliğin nedeni, mizansen tuluatı diye adlandırılan tarzın vaktinden çok önce gerçekleştirilmiş postmodern bir sahne çalışması olmasıydı; çünkü seyirciye devamlı olarak bir düzen içinde yazılmış metni seyretmekte oldukları hatırlatılıyordu… Büyük olasılıkla bu oyun da imha edilmemiş, ama ilgi görmediğinden Zabit Fatma’nın Kuzusu gibi kaybettirilmişti. Böyle dedim, çünkü Oktay Rifat’ın, yazıp- çizip ürettiklerine kimi zaman kendinin yargıcı ya da infaz savcısı gibi davrandığı kanısındayım: Dolayısıyla şairin 1984 yılında Gösteri dergisinde bir soruya verdiği şu yanıta bence mim konulmalı: “Galiba şiirin tıkandığı yerde başlıyor resim. 1955’lerde iyice bir şeyler yaptım, akrabalara eşe dosta verdim. Fuat İzer’in atölyesinde bıraktığım beş on resim var ki onların yok olmasını isterim. Çok kötü şeylerdi.”

Bu konuda son olarak; bazı şair ve yazarların büyük olmalarının nedeni eksiltirken çoğalmalıdır, diyor… ve bir başka infaz türü olan yasaklara geçiyorum…

2.

Şöyle başlayalım: Altmış üç yıl önce, daha doğrusu on bir yaşımda aramaya başladığım bir dergi nüshasını henüz bulup okumuş değilim. Hadi itiraf edeyim, o dergiye ulaşma konusunda artık pek istekli olduğum söylenemez… Oysa ilk başlarda, derginin son sayfasında “devamı haftaya” ibaresiyle ertelenen serüveni takip edemediğim, sona ulaşamadığım için bir şeyler eksik kalmış gibiydi. Dolayısıyla yaşamımı, bir süre adını koyamadığım bu tuhaf duyguyla sürdürmüştüm. Ancak günler haftalar aylar ve yıllar geçtikçe tatminsizlik denilen o melun zihin yarası yavaş yavaş da olsa kapanmış; dahası duygularım evrim geçirmiş, bencilce düşünceler geliştirmeye; derginin son sayfasındaki “devamı haftaya” ibaresine benzer kışkırtmanın sürmesini istemeye başlamıştım. Çünkü Kulver Kalesi Komutanı Albay Brown’ın Yüzbaşı Tommiks’in apoletlerini söküp kovmasıyla düğümlenen serüven tamamlanırsa çocukluğumdan esip gelen “neşve” de denilebilecek o serin mi serin, ama bir o kadar da solgun eski zaman muhabbetini yitireceğimden korkuyordum.

Yasaklanan Tommiks Sayısı

Şimdi düşünüyorum da anılarla hemhal olmuş o eski hüzün yerli yerinde kalsın diye ulaşmak istemediğim dergi, belki de çocukların aklını çeldiği için 1961 yılında, 27 Mayıs’ın hemen ardından Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yasaklanan Tommiks sayılarından biriydi… Evet, o yıllarda çizgi romanlar zararlı neşriyat olarak nitelendirilir, okunmaması okutulmaması yönünde yayınlar yapılırdı. Örneğin Çocuk Haklarını Koruma Cemiyeti bu tür girişimlerde etkindi. Tommiks, işte bu tür baskılar nedeniyle yasaklanmış olabilir. Ancak kararı kimin aldığı konusu belirsizdir. Zira 1961 yılında Milli Eğitim, kısa aralıklarla dört ayrı bakan, dört ayrı bakış açısı tarafından yönetilmişti. Öte yandan bazı kaynaklar, Tommiks’in tek bir sayısının yasaklandığı konusunda hemfikirdir. Böyle olması da mümkündür. Benim bulamadığım sayı belki de odur. Öte yandan yasağa hiç mi hiç uyulmamıştır, tıpkı 1953 yılında Pekos Bill’in bir sayısı 1927 tarihli 1117 sayılı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu uyarınca yasaklanmasına karşın, yayınevi aynı sayıyı kahramanın adını Koca Teks yaparak çocuklarla buluşturmuştur. Bu tür girişimler yıllarca sürmüş, 2013 yılına gelindiğinde ise Avrupa Birliği standartlarına uyum sağlamak üzere 453 yasaklı yayın Üçüncü Yargı Paketi ile özgür bırakılmış, Nâzım Hikmet’in Bütün Eserleri, Aziz Nesin’in Aziznamesi ve Sait Faik’in Medarı Maişet Motoru da özgürlüklerine kavuşmuşlardı.

Bazılarına efsane bile denilebilecek, çoğu haksız infaz edilmiş bu tür kült kitapların en mağdurlarından biri olan Medarı Maişet Motoru’nun benim için ayrı bir önemi vardır: Elime ne zaman kalem alsam yazmaya o romandaki şu cümleyi yineleyerek başlarım: “Onun uykusunu ben de uyuyordum, uyanık olarak”

Üçüncü Yargı Paketi’yle yasağı kaldırılan adını andığım kitaplar arasında Tommiks’in tamamı ya da yasaklanan o tek sayısı da vardı. Ama ben o infaza uymaya özen gösteriyorum, çünkü eleştirsem de, öfkelensem de bazı şeylerin eksik kalmasına katlanmam gerektiğini düşünüyorum: Yasağı hatırladığımda bir yerlerden çıkıp geliveren eski zaman muhabbetini bir kez daha içime çekmek ve bir süre daha “devamı haftaya” diyebilmek için…

3.

2013 yılında müstehcen diye adlandırılan bazı kitaplar da özgürlüğüne kavuşmuş olabilir. Belki 453 kitap arasında ilk pornografik kitaplarımızdan olan Bir Zambak Hikâyesi de bulunuyordu: 2. Meşrutiyet’in kısıtlamasız sansürsüz döneminde (910 yılında) yayınlanan ve tabii sonraları da büyük ilgi gören bu kült kitaba ve yazarına değinmeden önce erotik edebiyatın bu kitabı ilgilendiren tarihçesine göz atmak gerekiyor: Yıl 1870, Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet ilan edilmiş ve birçok yeni ve dönüştürücü yasanın yanı sıra basın özgürlüğü de önem kazanmıştır. Büyük olasılıkla bu gelişmelerin açtığı kapıdan kapağında yazarının Maskeli Bir Ünlü olduğu belirtilen bir roman yayınlanıverir: Le Roman de Violette… İlginçtir, bu roman İngilizceye çevrilip Londra’da yayınlandığında, Maskeli Bir Ünlü (une célébrité masquée) ibaresi çıkarılmış, yerine Alexandere Dumas yazılmıştır, daha doğrusu ona atfedilmiştir. Ancak, atfedilen yazar yalnızca Baba Dumas değildir: Le Roman de Violette’in yazarları arasında Victor Hugo’nun yanı sıra parnasizmin öncülerinden seyahatlerinde İstanbul’a da uğrayan Theophile Gautier ve bir İrlandalı da vardır: Oscar Wilde…

Aşk Destanı – Bir Zambak Hikâyesi

Gelgelelim Maskeli Bir Ünlü, bu yazarlardan hiçbiri değildir, zira o bir kadındır: Marquise de Mannoury d’Etot, müstear isimlerle yazdığı erotik kitaplarla tanınan bir kişidir. Örneğin, bir başka romanı olan Albayın Kuzenleri, Guy de Maupassant’a atfedilmiştir.

Bize gelince: Le Roman de Violette, Türkçeye Violette’in Aşk Destanı adıyla çevrilmiş, atıf notu konulmamıştır: Çünkü bir yazarı vardır: Oscar Wilde! Oysa İrlandalı yazarın böyle bir kitabı yoktur: Roman,19. yüzyılın etik dışı reklam satış stratejisine uygun olarak ona da atfedilmiş; Alexsander Dumas, Viktor Hugo, Maupassant gibi Oscar Wilde imzalı Violette de çok satmıştır…

Le Roman de Violette, Paris ve Londra’dan, bir başka yorumla Üçüncü Cumhuriyet ve Viktorya döneminden sonra 2. Meşrutiyet İstanbul’una uğradığında ise Violette (menekşe) Zambak olacaktır. Uzatmayayım: Bir Zambak Hikâyesi ünlü bir yazara atfedilmemesine karşın, kısa sürede iki baskı yapmış, yayıncısı iyi para kazanmış… Yazarı Mehmet Rauf ise ekonomik durumunu düzeltmenin yanı sıra başka kazançlar da elde etmiş, kitap sayesinde İzmirli genç bir kadınla tanışıp evlenmiş… Gel gelelim, serüvenin sonrası pek iyi değildir, Yüzbaşı Mehmet Rauf ordudan atılır, hapse mahkûm olur, hatta edebiyat çevresince aforoz edilir…

Yayınladığı yıldan itibaren dilden bir türlü düşmeyen Bir Zambak Hikâyesi efsane-söylence diye adlandırılamaz, ama birçok yalan-yanlış söylentiye, abartıya neden olduğu söylenebilir. Örneğin akademik makalelerde, edebi kritiklerde Mehmet Rauf’un Oscar Wilde atıflı Violette’den yararlandığı ısrarla tekrar edilir; hatta işin içine Marquis de Sade bile karıştırılıp pornografik bir adaptasyon olan bu uzun hikâyeye bambaşka anlamlar yüklenir. Öyle ki, 2008 yılında bir yayınevimiz rahatça okutulabileceği için Cin’Sel adını verdiği diziyi Bir Zambak Hikâyesi ile başlatmış… Ve tabii ki tanıtım çalışmalarına arka kapak yazısı ile adım atılıp eserin ilk olduğu söylenmiş, ama bununla yetinilmemiş, otuz küsur sayfalık esinlenmenin ana tema ve kurgusal motif bağlamında çığır açtığı bile iddia edilmiş. Oysa 1910-1914 yıllarında İstanbul’da bu tür, yani benzeri onlarca kurgusal metin ya da uzun hikâye yayınlanmıştır.

3. baskıya ulaşan Bir Zambak Hikâyesi yayınevinin arka kapak yazısında belirtildiği gibi, tüm ahlaki tabuları bir çırpıda yok ediveren çığır açan önemli bir eser midir; okuyan karar versin…

4.

Mehmet Rauf, öyle ya da böyle önemli pornografi yazarlarımızdan biri ise, Nuru Hayat edebiyatımızı yerli bir seri katille tanıştıran ilk yazarımızdır: Yazarın Düğümlü Mendil adlı romanı 1955 yılında Polis Romanları başlığı altında Aydabir Yayınevi tarafından okura ulaştırılmış; kitap ilgi görmesine karşın, bir daha ortalıkta görülmemiş, yani ikinci kez basılmamıştır.

Bu arada yanlış yazıldığı sanılmasın, yazarın adı gerçekten Nuru’dur… Ama Nuri’nin 1950’li yıllarda sıkça rastlanan mürettip dalgınlıklarından herhangi birinin kurbanı olduğunu düşünmek de mümkündür. Örneğin hurufat kasasında “i” harfi kalmadığından mürettip bir başka sesli harfe “u”ya yönelmiş, böylece Nuri, Nuru’ya dönüşmüş olabilir. Öte yandan yazara adını koyan kişinin nur-u hayat tamlamasını amaçladığını öngörmek niye yadırgansın?

Fakir, Ama Güzel Necla

Romana dönecek olursak; serüven, yazılı ilk seri katilimiz olan İsmet Doğar’ın altı fakir kadını öldürmüş olduğu bilgisiyle başlar: Dolayısıyla Emniyet Teşkilatı ondan kuşkulanmakta, fakat geçerli kanıta-kanıtlara bir türlü ulaşamamaktadır. Zira İsmet Doğar’ın eylemlerini nasıl gerçekleştirdiği meçhuldür: Ne tek bir cinayet aleti bulunmuş; ne de maktulelerin bedenlerinde ölümcül izlere rastlanmıştır. Altı fakir kadının cinayetinde de polisin eli kolu bağlıdır. Bu arada çocukluk travmalarından mustarip biri olan katil, yedinci cinayetini işleyip sekreteri Cavidan’ı romanın şahıs kadrosundan çıkaracaktır. Sıra fakir, ama güzel Necla’dadır.

İsmet Doğar, orta yaşlı zengin bir iş adamıdır. En büyük tutkusu kimya bilimi olduğundan evinde tam donanımlı bir laboratuvar bulunmaktadır. Polis de, okuyucu da cinayetlerin katilin buluşu olan öldürücü bir ilaçla işlendiği kanısındadır. Ancak sanıldığı gibi değildir: Gerçek, fakir ve güzel Necla’yı öldürme girişiminde ortaya çıkacaktır: İsmet Doğar, kurbanlarını gıdıklayarak gülme krizine sokup öldürmektedir. Bu tür bir cinai eylemi Freud’a yönelip değerlendirenler tabii ki olmuştur, bundan sonra da olacaktır; onlara saygı duyuyorum, ama ben dervişin fikri neyse zikri de odur sözünden yanayım, çünkü Nuru Hayat Aziz Nesin’in ta kendisidir.

5.

Düğümlü Mendil, Aziz Nesin’in ilk romanıdır, müstear isimle yazıldığı için ikinci defa basılmasına izin verilmemiş olabilir. Tek baskıyla yetinen bir diğer roman ise 1959 tarihli Saçkıran’dır: İkinci Yeni’yi gülmece yoluyla eleştiren bu roman Tahir Alangu’ya göre yazarın en güçsüz eserlerinden biridir. Cevdet Kudret ise aynı kanıda değildir: Saçkıran anlatımıyla, tipleriyle ve inandırıcılığıyla yazarın en güçlü, en başarılı eserlerindendir. Saçkıran yeniden yayımlansa bence edebiyat çevrelerince ilgiyle karşılanır. Çünkü İkinci Yeni Şiiri’ni ve dönemin eğilimlerini gülmece aracılığıyla kritik etmektedir: Örneğin iş aramak için yolu Beyoğlu’na düşen fırıncının oğlu Oğuz, Seylan adlı pastanenin müdavimi olan genç edebiyatçılar tarafından şair sanılır, o da babasının askeri tayın defterine yazdığı notlara Tayın Destanı adını vererek şiir diye okur…

Not:

Kuşkusuz Saçkıran’dan daha uzun söz etmek isterdim, hatta bu yazıya başlarken aklımda yazarları tarafından neredeyse yarım asır önce terk edilen ödüllü iki öykü kitabı da vardı: F. Ülke Aren’in Hanya Konya’sı ile Gülderen Bilgili’nin Gece Yolculuğu… Bana ayrılan sözcük sınırını oldukça aştığımdan bu kitaplara yönelmediğimi söylemem doğru olmaz: Çünkü adını andığım kitaplar hakkında yazmayı “devamı haftaya” diyebilmek için belirsiz bir zamana erteledim.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 1 Ağustos 2024’te yayımlanmıştır.

İbrahim Yıldırım
İbrahim Yıldırım
İbrahim Yıldırım – Roman ve öykü yazarı. 23 Şubat 1950 İstanbul doğumlu. İlk öyküsü Oluşum;mso-bidi-font-style:normal'>Varlık;mso-bidi-font-style:normal'>Günümüzde Kitaplar dergisinde "Bir Zamanlar Bir Kitap"; Cumhuriyet Kitap ve Çerçeve'de "Sarı Yapraklı Kitaplar" başlıkları altında denemeler yazdı. 1987 yılında Bir Cinayetin Ekonomisi adlı öykü kitabı yayımlandı. Aynı yıl Yaşasın Edebiyat adlı bir öykü dergisi çıkarttı. 1997'de Eylül'den Sonra adını verdiği roman üçlemesini yazmaya başladı. Bu dönemin ilk ürünü olan Kuşevi'nin Efendisi’ni 2000 yılında yayımladı. Bir yıl sonra üçlemenin ikinci romanı Yaralı Kalmak okura ulaştı. Üçlemenin üçüncü kitabı Bıçkın ve Orta Halli 2003'te yayımlandı. 2002 yılında, Kaptan Gemide Kaçak Yolcu Var adlı kitaba "Baudelaire Paradoksu" adlı öyküsüyle katılan İbrahim Yıldırım, çeşitli edebiyat dergilerinde deneme ve öyküler yayınlıyor. 2016 yılında Dokuzuncu Haşmet romanıyla Orhan Kemal Roman Armağanı ödülüne layık görüldü.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

İnfaz edilen kitaplar, saklı yazarlar

Bazı eserler vardır ki, kendi okurunu yaratmıştır. O eserleri bazen bulmak da, okumak da zordur. Bu kitaplara sahip olanlar kendilerini ayrıcalıklı sayarlar. Bir de infaz edilenler vardır, saklı yazarlar… Peki, bazı şairlerin, yazarların büyük olmalarının nedeni eksiltirken çoğalmaları mıdır acaba? İbrahim Yıldırım yazdı.

1.

Oktay Rifat’ın Şevket Rado’ya 26 Eylül 1944 tarihinde yazdığı mektuptaki bazı satırların; yenilenmenin, yeni bir şeyler yapacak olmanın heyecanıyla kaleme alındığı açıktır. Öyle ki; şair, basılmayı bekleyen romanı Ahmet nedeniyle tıpkı oğlunu evlendirmeye hazırlanan baba gibi coşkulu ve telaşlıdır…

Şu satırlar o mektuptan: “Ahmet’in encâmını çok merak ediyorum. Nasıl Nebioğlu’na kendisini beğendirebildi mi? Aman Şevketçiğim, Ahmet’i görücü görücü dolaştır ve muhakkak başgöz et.”

Ahmet, görücü görücü dolaştırıldı mı, bilinmiyor; ancak baş göz edilmediği gibi, kimi özensizlikler ve umursamazlıklar nedeniyle yazarı tarafından büyük olasılıkla öfkeyle yok edildiği, ortadan kaldırıldığı biliniyor. Böyle olmasına karşın ben, Ahmet’in Oktay Rifat’ın şiirlerinde, tiyatro oyunlarında, hatta değiştirilen adlarla romanlarında bile varlığını sürdürdüğünü düşünüyordum. Bundan dolayıdır ki birkaç yıl önce büyük bir hevesle, çok zor bir işe kalkışmıştım: Amacım şairin şiirlerinde, tiyatro oyunlarında karşıma çıkan Ahmet’lerin izini sürmek; kim bilir belki Oktay Rifat’ı Ahmet’le yeniden buluşturup uzun bir öykü ya da kısa bir roman yazmaktı.

Üç Ahmet ve imha edilen ilk birinci baskı

İlk başlarda saptayabildiğim üç Ahmet vardı: İkisine Karga ile Tilki ve Perçemli Sokak kitaplarındaki şiirlerde rastlamıştım… Çil Horoz oyunundaki sünepe ezik, işsiz üçüncü Ahmet’e gelince; öykümde veya kısa romanımda ona özel bir bölüm açacaktım; çünkü bambaşka toplumsal ve bireysel sorunları dönemler bağlamında tartışmak istiyordum.

Anlaşılmıştır, edebi açıdan doyurucu olmasına karşın araştırmalarımın sonuçlanması olası değildi. Son olarak Oktay Rifat’ın Marmara Adası’ndaki balıkçı dostu Gega Ahmet’in izini sürmüş ve çaresiz kalıp dosyayı kapatmıştım…

Pek sanmıyorum, ama Ahmet’in karbon kopyası; şairin kayıp diğer metinleri ile birlikte belki bir gün saklı durduğu yerden çıkıverir… Böyle dedim, zira Ahmet’in büyük olasılıkla yakılıp ortadan kaldırılmasından bir yıl sonra, Oktay Rifat bir şiir kitabının ilk birinci baskısı’nı da imha edecektir…

Az önce ilk birinci baskı dedim, çünkü Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üzerine Şiirler, 1945 ve 1946 yıllarında iki kez birinci baskı ibaresiyle yayınlanmıştır. İlk birinci baskıda başrolde yine Nebioğlu Yayınevi vardır ve yaşananlar can acıtıcıdır. Şöyle ki: Oktay Rifat kitabın boyutu ve sayfa tertibi konusundaki isteklerini Şevket Rado’ya iletmesine, hatta ben görmeden satışa çıkmasın, belki vazgeçerim diyerek kitabına ne denli önem verdiğini, özen gösterdiğini vurgulamasına… ve o günkü koşullara göre oldukça yüklü bir basım ve dağıtım bedeli ödemesine karşın; şairin istekleri, önerileri kös dinlemiş, uygunsuz ve özensiz bir kitap dağıtıma sokulmuş…

Kaybolmuş yahut unutulmuş oyun: Kıskançlar

Bu tatsız tuzsuz, çirkin kapaklı, dizgi hatalarıyla dolu, yayınevinin adını saklayıp yalnızca dağıtım yeri olarak katkıda bulunduğunu belirtmesi, şairi tabii ki huzursuz etmiş, üzmüş, dolayısıyla Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üzerine Şiirler tıpkı Ahmet gibi imha edilmiş; kitap 1946 yılında yine birinci baskı ibaresiyle Marmara Kitabevi tarafından tekrar basılmış.

Ahmet’in ve imha edilen şiir kitabının yanı sıra Oktay Rifat’ın bazı tiyatro oyunları da kayıptır. Bunlardan biri Zabit Fatma’nın Kuzusu’dur. Bu çalışma 1965 yılında Ulvi Uraz topluluğu tarafından sahnelenmiş, bir daha seyirciyle buluşmamış, basılıp yayınlanmamış, Toplu Oyunlar kitabına alınmamış. Selim İleri, başyapıt diye nitelediği bu tiyatro oyununun kaybolmasından duyduğu üzüntüyü defalarca dile getirip yakınmış, ayrıca Oktay Rifat’ın Melih Cevdet’le birlikte yazdığı, adını hatırlamadığı bir başka kayıp oyundan da söz etmiştir… Ben yalnızca Ankara’da sahnelenen bu kaybolmuş ya da ilgi görmediğinden unutulmuş oyunun adını öğrendim: Kıskançlar! 

Bence Zabit Fatma’nın Kuzusu’na ve Kıskançlar’a 1949 yılının Ağustos ayında Açık Hava Tiyatrosu’nda sahnelenen Oyun İçinde Oyun da eklenmeli: Oktay Rifat, Sermet Sami Uysal ile yaptığı söyleşide; bu oyunun orta oyunu tarzında olduğunu, ama mizansen tuluatı yapıldığından seyircinin ilgisini çekmediğinden yakınmış. Bence bu ilgisizliğin nedeni, mizansen tuluatı diye adlandırılan tarzın vaktinden çok önce gerçekleştirilmiş postmodern bir sahne çalışması olmasıydı; çünkü seyirciye devamlı olarak bir düzen içinde yazılmış metni seyretmekte oldukları hatırlatılıyordu… Büyük olasılıkla bu oyun da imha edilmemiş, ama ilgi görmediğinden Zabit Fatma’nın Kuzusu gibi kaybettirilmişti. Böyle dedim, çünkü Oktay Rifat’ın, yazıp- çizip ürettiklerine kimi zaman kendinin yargıcı ya da infaz savcısı gibi davrandığı kanısındayım: Dolayısıyla şairin 1984 yılında Gösteri dergisinde bir soruya verdiği şu yanıta bence mim konulmalı: “Galiba şiirin tıkandığı yerde başlıyor resim. 1955’lerde iyice bir şeyler yaptım, akrabalara eşe dosta verdim. Fuat İzer’in atölyesinde bıraktığım beş on resim var ki onların yok olmasını isterim. Çok kötü şeylerdi.”

Bu konuda son olarak; bazı şair ve yazarların büyük olmalarının nedeni eksiltirken çoğalmalıdır, diyor… ve bir başka infaz türü olan yasaklara geçiyorum…

2.

Şöyle başlayalım: Altmış üç yıl önce, daha doğrusu on bir yaşımda aramaya başladığım bir dergi nüshasını henüz bulup okumuş değilim. Hadi itiraf edeyim, o dergiye ulaşma konusunda artık pek istekli olduğum söylenemez… Oysa ilk başlarda, derginin son sayfasında “devamı haftaya” ibaresiyle ertelenen serüveni takip edemediğim, sona ulaşamadığım için bir şeyler eksik kalmış gibiydi. Dolayısıyla yaşamımı, bir süre adını koyamadığım bu tuhaf duyguyla sürdürmüştüm. Ancak günler haftalar aylar ve yıllar geçtikçe tatminsizlik denilen o melun zihin yarası yavaş yavaş da olsa kapanmış; dahası duygularım evrim geçirmiş, bencilce düşünceler geliştirmeye; derginin son sayfasındaki “devamı haftaya” ibaresine benzer kışkırtmanın sürmesini istemeye başlamıştım. Çünkü Kulver Kalesi Komutanı Albay Brown’ın Yüzbaşı Tommiks’in apoletlerini söküp kovmasıyla düğümlenen serüven tamamlanırsa çocukluğumdan esip gelen “neşve” de denilebilecek o serin mi serin, ama bir o kadar da solgun eski zaman muhabbetini yitireceğimden korkuyordum.

Yasaklanan Tommiks Sayısı

Şimdi düşünüyorum da anılarla hemhal olmuş o eski hüzün yerli yerinde kalsın diye ulaşmak istemediğim dergi, belki de çocukların aklını çeldiği için 1961 yılında, 27 Mayıs’ın hemen ardından Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yasaklanan Tommiks sayılarından biriydi… Evet, o yıllarda çizgi romanlar zararlı neşriyat olarak nitelendirilir, okunmaması okutulmaması yönünde yayınlar yapılırdı. Örneğin Çocuk Haklarını Koruma Cemiyeti bu tür girişimlerde etkindi. Tommiks, işte bu tür baskılar nedeniyle yasaklanmış olabilir. Ancak kararı kimin aldığı konusu belirsizdir. Zira 1961 yılında Milli Eğitim, kısa aralıklarla dört ayrı bakan, dört ayrı bakış açısı tarafından yönetilmişti. Öte yandan bazı kaynaklar, Tommiks’in tek bir sayısının yasaklandığı konusunda hemfikirdir. Böyle olması da mümkündür. Benim bulamadığım sayı belki de odur. Öte yandan yasağa hiç mi hiç uyulmamıştır, tıpkı 1953 yılında Pekos Bill’in bir sayısı 1927 tarihli 1117 sayılı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu uyarınca yasaklanmasına karşın, yayınevi aynı sayıyı kahramanın adını Koca Teks yaparak çocuklarla buluşturmuştur. Bu tür girişimler yıllarca sürmüş, 2013 yılına gelindiğinde ise Avrupa Birliği standartlarına uyum sağlamak üzere 453 yasaklı yayın Üçüncü Yargı Paketi ile özgür bırakılmış, Nâzım Hikmet’in Bütün Eserleri, Aziz Nesin’in Aziznamesi ve Sait Faik’in Medarı Maişet Motoru da özgürlüklerine kavuşmuşlardı.

Bazılarına efsane bile denilebilecek, çoğu haksız infaz edilmiş bu tür kült kitapların en mağdurlarından biri olan Medarı Maişet Motoru’nun benim için ayrı bir önemi vardır: Elime ne zaman kalem alsam yazmaya o romandaki şu cümleyi yineleyerek başlarım: “Onun uykusunu ben de uyuyordum, uyanık olarak”

Üçüncü Yargı Paketi’yle yasağı kaldırılan adını andığım kitaplar arasında Tommiks’in tamamı ya da yasaklanan o tek sayısı da vardı. Ama ben o infaza uymaya özen gösteriyorum, çünkü eleştirsem de, öfkelensem de bazı şeylerin eksik kalmasına katlanmam gerektiğini düşünüyorum: Yasağı hatırladığımda bir yerlerden çıkıp geliveren eski zaman muhabbetini bir kez daha içime çekmek ve bir süre daha “devamı haftaya” diyebilmek için…

3.

2013 yılında müstehcen diye adlandırılan bazı kitaplar da özgürlüğüne kavuşmuş olabilir. Belki 453 kitap arasında ilk pornografik kitaplarımızdan olan Bir Zambak Hikâyesi de bulunuyordu: 2. Meşrutiyet’in kısıtlamasız sansürsüz döneminde (910 yılında) yayınlanan ve tabii sonraları da büyük ilgi gören bu kült kitaba ve yazarına değinmeden önce erotik edebiyatın bu kitabı ilgilendiren tarihçesine göz atmak gerekiyor: Yıl 1870, Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet ilan edilmiş ve birçok yeni ve dönüştürücü yasanın yanı sıra basın özgürlüğü de önem kazanmıştır. Büyük olasılıkla bu gelişmelerin açtığı kapıdan kapağında yazarının Maskeli Bir Ünlü olduğu belirtilen bir roman yayınlanıverir: Le Roman de Violette… İlginçtir, bu roman İngilizceye çevrilip Londra’da yayınlandığında, Maskeli Bir Ünlü (une célébrité masquée) ibaresi çıkarılmış, yerine Alexandere Dumas yazılmıştır, daha doğrusu ona atfedilmiştir. Ancak, atfedilen yazar yalnızca Baba Dumas değildir: Le Roman de Violette’in yazarları arasında Victor Hugo’nun yanı sıra parnasizmin öncülerinden seyahatlerinde İstanbul’a da uğrayan Theophile Gautier ve bir İrlandalı da vardır: Oscar Wilde…

Aşk Destanı – Bir Zambak Hikâyesi

Gelgelelim Maskeli Bir Ünlü, bu yazarlardan hiçbiri değildir, zira o bir kadındır: Marquise de Mannoury d’Etot, müstear isimlerle yazdığı erotik kitaplarla tanınan bir kişidir. Örneğin, bir başka romanı olan Albayın Kuzenleri, Guy de Maupassant’a atfedilmiştir.

Bize gelince: Le Roman de Violette, Türkçeye Violette’in Aşk Destanı adıyla çevrilmiş, atıf notu konulmamıştır: Çünkü bir yazarı vardır: Oscar Wilde! Oysa İrlandalı yazarın böyle bir kitabı yoktur: Roman,19. yüzyılın etik dışı reklam satış stratejisine uygun olarak ona da atfedilmiş; Alexsander Dumas, Viktor Hugo, Maupassant gibi Oscar Wilde imzalı Violette de çok satmıştır…

Le Roman de Violette, Paris ve Londra’dan, bir başka yorumla Üçüncü Cumhuriyet ve Viktorya döneminden sonra 2. Meşrutiyet İstanbul’una uğradığında ise Violette (menekşe) Zambak olacaktır. Uzatmayayım: Bir Zambak Hikâyesi ünlü bir yazara atfedilmemesine karşın, kısa sürede iki baskı yapmış, yayıncısı iyi para kazanmış… Yazarı Mehmet Rauf ise ekonomik durumunu düzeltmenin yanı sıra başka kazançlar da elde etmiş, kitap sayesinde İzmirli genç bir kadınla tanışıp evlenmiş… Gel gelelim, serüvenin sonrası pek iyi değildir, Yüzbaşı Mehmet Rauf ordudan atılır, hapse mahkûm olur, hatta edebiyat çevresince aforoz edilir…

Yayınladığı yıldan itibaren dilden bir türlü düşmeyen Bir Zambak Hikâyesi efsane-söylence diye adlandırılamaz, ama birçok yalan-yanlış söylentiye, abartıya neden olduğu söylenebilir. Örneğin akademik makalelerde, edebi kritiklerde Mehmet Rauf’un Oscar Wilde atıflı Violette’den yararlandığı ısrarla tekrar edilir; hatta işin içine Marquis de Sade bile karıştırılıp pornografik bir adaptasyon olan bu uzun hikâyeye bambaşka anlamlar yüklenir. Öyle ki, 2008 yılında bir yayınevimiz rahatça okutulabileceği için Cin’Sel adını verdiği diziyi Bir Zambak Hikâyesi ile başlatmış… Ve tabii ki tanıtım çalışmalarına arka kapak yazısı ile adım atılıp eserin ilk olduğu söylenmiş, ama bununla yetinilmemiş, otuz küsur sayfalık esinlenmenin ana tema ve kurgusal motif bağlamında çığır açtığı bile iddia edilmiş. Oysa 1910-1914 yıllarında İstanbul’da bu tür, yani benzeri onlarca kurgusal metin ya da uzun hikâye yayınlanmıştır.

3. baskıya ulaşan Bir Zambak Hikâyesi yayınevinin arka kapak yazısında belirtildiği gibi, tüm ahlaki tabuları bir çırpıda yok ediveren çığır açan önemli bir eser midir; okuyan karar versin…

4.

Mehmet Rauf, öyle ya da böyle önemli pornografi yazarlarımızdan biri ise, Nuru Hayat edebiyatımızı yerli bir seri katille tanıştıran ilk yazarımızdır: Yazarın Düğümlü Mendil adlı romanı 1955 yılında Polis Romanları başlığı altında Aydabir Yayınevi tarafından okura ulaştırılmış; kitap ilgi görmesine karşın, bir daha ortalıkta görülmemiş, yani ikinci kez basılmamıştır.

Bu arada yanlış yazıldığı sanılmasın, yazarın adı gerçekten Nuru’dur… Ama Nuri’nin 1950’li yıllarda sıkça rastlanan mürettip dalgınlıklarından herhangi birinin kurbanı olduğunu düşünmek de mümkündür. Örneğin hurufat kasasında “i” harfi kalmadığından mürettip bir başka sesli harfe “u”ya yönelmiş, böylece Nuri, Nuru’ya dönüşmüş olabilir. Öte yandan yazara adını koyan kişinin nur-u hayat tamlamasını amaçladığını öngörmek niye yadırgansın?

Fakir, Ama Güzel Necla

Romana dönecek olursak; serüven, yazılı ilk seri katilimiz olan İsmet Doğar’ın altı fakir kadını öldürmüş olduğu bilgisiyle başlar: Dolayısıyla Emniyet Teşkilatı ondan kuşkulanmakta, fakat geçerli kanıta-kanıtlara bir türlü ulaşamamaktadır. Zira İsmet Doğar’ın eylemlerini nasıl gerçekleştirdiği meçhuldür: Ne tek bir cinayet aleti bulunmuş; ne de maktulelerin bedenlerinde ölümcül izlere rastlanmıştır. Altı fakir kadının cinayetinde de polisin eli kolu bağlıdır. Bu arada çocukluk travmalarından mustarip biri olan katil, yedinci cinayetini işleyip sekreteri Cavidan’ı romanın şahıs kadrosundan çıkaracaktır. Sıra fakir, ama güzel Necla’dadır.

İsmet Doğar, orta yaşlı zengin bir iş adamıdır. En büyük tutkusu kimya bilimi olduğundan evinde tam donanımlı bir laboratuvar bulunmaktadır. Polis de, okuyucu da cinayetlerin katilin buluşu olan öldürücü bir ilaçla işlendiği kanısındadır. Ancak sanıldığı gibi değildir: Gerçek, fakir ve güzel Necla’yı öldürme girişiminde ortaya çıkacaktır: İsmet Doğar, kurbanlarını gıdıklayarak gülme krizine sokup öldürmektedir. Bu tür bir cinai eylemi Freud’a yönelip değerlendirenler tabii ki olmuştur, bundan sonra da olacaktır; onlara saygı duyuyorum, ama ben dervişin fikri neyse zikri de odur sözünden yanayım, çünkü Nuru Hayat Aziz Nesin’in ta kendisidir.

5.

Düğümlü Mendil, Aziz Nesin’in ilk romanıdır, müstear isimle yazıldığı için ikinci defa basılmasına izin verilmemiş olabilir. Tek baskıyla yetinen bir diğer roman ise 1959 tarihli Saçkıran’dır: İkinci Yeni’yi gülmece yoluyla eleştiren bu roman Tahir Alangu’ya göre yazarın en güçsüz eserlerinden biridir. Cevdet Kudret ise aynı kanıda değildir: Saçkıran anlatımıyla, tipleriyle ve inandırıcılığıyla yazarın en güçlü, en başarılı eserlerindendir. Saçkıran yeniden yayımlansa bence edebiyat çevrelerince ilgiyle karşılanır. Çünkü İkinci Yeni Şiiri’ni ve dönemin eğilimlerini gülmece aracılığıyla kritik etmektedir: Örneğin iş aramak için yolu Beyoğlu’na düşen fırıncının oğlu Oğuz, Seylan adlı pastanenin müdavimi olan genç edebiyatçılar tarafından şair sanılır, o da babasının askeri tayın defterine yazdığı notlara Tayın Destanı adını vererek şiir diye okur…

Not:

Kuşkusuz Saçkıran’dan daha uzun söz etmek isterdim, hatta bu yazıya başlarken aklımda yazarları tarafından neredeyse yarım asır önce terk edilen ödüllü iki öykü kitabı da vardı: F. Ülke Aren’in Hanya Konya’sı ile Gülderen Bilgili’nin Gece Yolculuğu… Bana ayrılan sözcük sınırını oldukça aştığımdan bu kitaplara yönelmediğimi söylemem doğru olmaz: Çünkü adını andığım kitaplar hakkında yazmayı “devamı haftaya” diyebilmek için belirsiz bir zamana erteledim.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 1 Ağustos 2024’te yayımlanmıştır.

İbrahim Yıldırım
İbrahim Yıldırım
İbrahim Yıldırım – Roman ve öykü yazarı. 23 Şubat 1950 İstanbul doğumlu. İlk öyküsü Oluşum;mso-bidi-font-style:normal'>Varlık;mso-bidi-font-style:normal'>Günümüzde Kitaplar dergisinde "Bir Zamanlar Bir Kitap"; Cumhuriyet Kitap ve Çerçeve'de "Sarı Yapraklı Kitaplar" başlıkları altında denemeler yazdı. 1987 yılında Bir Cinayetin Ekonomisi adlı öykü kitabı yayımlandı. Aynı yıl Yaşasın Edebiyat adlı bir öykü dergisi çıkarttı. 1997'de Eylül'den Sonra adını verdiği roman üçlemesini yazmaya başladı. Bu dönemin ilk ürünü olan Kuşevi'nin Efendisi’ni 2000 yılında yayımladı. Bir yıl sonra üçlemenin ikinci romanı Yaralı Kalmak okura ulaştı. Üçlemenin üçüncü kitabı Bıçkın ve Orta Halli 2003'te yayımlandı. 2002 yılında, Kaptan Gemide Kaçak Yolcu Var adlı kitaba "Baudelaire Paradoksu" adlı öyküsüyle katılan İbrahim Yıldırım, çeşitli edebiyat dergilerinde deneme ve öyküler yayınlıyor. 2016 yılında Dokuzuncu Haşmet romanıyla Orhan Kemal Roman Armağanı ödülüne layık görüldü.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x