İntihal tartışmaları – Edebiyat bir tekrarlar zinciri mi?

Mahkeme Elif Şafak’ın Bit Palas’ı, Mine Kırıkkanat’ın Sinek Sarayı’ndan intihal ettiğine karar verince kızılca kıyamet koptu. 130 kadar yazar Elif Şafak’a destek vererek, linç edilmemesini istedi. 80 yazar ise karşı bir bildiriyle buna yanıt verdi. Bilirkişinin ‘yüzde 5’ kararı ise çok tartışıldı. İbrahim Yıldırım yazdı.

2004 yılında bir Alman gazeteci Nabokov’un Lolita’yı, Heinz von Lichberg adlı Alman yazardan intihal ettiğini iddia etmiş; bu olay dünya ile aynı anda, gün bile sektirmeden bizde de yankı bulmuştu. İddia yabana atılacak gibi değildi: Nabokov, Berlin’de yaşadığı yıllarda Heinz von Lichberg’in gazetesinde çalışmış ve intihali gazetecinin 1916 tarihli Lanetli Giocondo adlı kitabındaki, Lolita adlı öyküden yapmıştı.

Ben, uluslararası bir konu haline gelen bu tartışmaya, ikinci kez ulusal bir katkıda bulunmuş; ilk Lolita öyküsünün Nabizade Nazım tarafından yazıldığını, 1891yılında yayımlandığını bir kez daha yinelemiştim.

Evet; bu konuya Alman gazeteciden dört yıl önce, ilk kez 2000 yılında Varlık dergisinde değinmiştim: İzlek neredeyse aynıydı, on üç yaşındaki Şahinde’ye âşık olan kırkındaki Behzat’ın dramını anlatan Haspa adlı öykü Lolita’dan altmış beş yıl önce yazılmıştı. Nabizade sanki yıllar sonra Haspa’ya benzer bir öykü yazacak olursanız adını Lolita koyun der gibiydi. Dolayısıyla ilk Lolita öyküsünün Haspa olduğunu iddia etmiş; Nabizade’nin küçük Şahinde’yi ‘melek’e benzettiğini vurgulamıştım. Çünkü Müslüman bir yazar küçük bir kızı ‘su periciğine’ benzetmez, ama “melek” derdi.

2004 yılında, yine Varlık dergisinde; edebiyatta önceliklerin önemli olduğunu düşünen bir Alman gazeteci, ilk Lolita’yı bir Alman yazarının yazdığını öne sürüyorsa; ben niye ilk Lolita öyküsünü Haspa adıyla bir Türk’ün yazdığını söylemekten çekineyim demiş; bununla da yetinilmemiş, Heinz von Lichberg’in Lolita öyküsünün Varlık’ta; Nabizade’nin Hasba’sı ise Eşik Cini’nin 1. sayısında yayınlanmasına vesile olmuştum.

2004 yılının Ağustos ayında Vatan Kitap benimle aynı konuyla ilgili bir söyleşi de yapmış, orada da yetişkin erkek- ergen kız ilişkisinin, tıpkı zengin oğlan – fakir kız yakınlaşması gibi sorunlu bir aşk izleği olduğunu ve defalarca tekrar edildiğini söylemiştim. Amacım, değerli bir akademisyenimizin vurguladığı gibi, edebiyatın bir tekrarlar zinciri olarak da tanımlanabileceği gerçeğini yetkin ve yetişkin okurlarla paylaşmaktı.

Nietzsche ve intihal

Murat Gülsoy, 2011 yılında bir internet sitesi olan Sabit Fikir’de Bilmeden Çalmak diye bir yazı yazmış; Lolita’nın intihal hadisesini kriptomnezi ile ilişkilendirmişti. Gülsoy’un Lolita ve Hasba üzerine yazdıklarımı, Nabizade’nin ve Heinz von Lichberg’in öykülerini okuyup okumadığını bilemem, ama Carl Gustav Jung’un kriptomnezi hakkında yazdıklarıyla ilgilendiğini sanıyor, adını andığım internet sitesine gidilerek yazısının okunması gerektiğini düşünüyorum. Ancak ben de bu psikolojik kavram hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Şöyle ki: Jung, İnsan ve Sembolleri kitabında kriptomnezi’yi saklı olandan anılar diye niteledikten sonra şunları vurgular:

“Örneğin bir yazar, önceden düşünülmüş olan bir plana göre yazmakta ve bir öykü geliştirmektedir. Neden sonra ansızın temadan dışarı sıçrar. Ola ki aklına yeni bir fikir gelmiş ya da yeni bir yan öykü canlanmıştır. Kendisine bu değişikliğe neyin neden olduğu sorulduğunda buna yanıt veremez. Belki de önceden hiç bilmediği bir malzeme üretmekte olduğu halde bu değişikliği hiç fark etmemiştir. Kimi zaman ise yazdıklarının, kendisinin hiç okumadığına inandığı bir başka yazarın yapıtlarına belirgin bir benzerlik taşıdığı görülebilir, gösterilebilir.”1

Bu açıklamadan sonra verilen örnek ise çarpıcıdır: Jung; 1686’dan kalma, ama 1835’te yayınlanmış bir kitapta okuduğu bir gemi seyir defterindeki olayın, 1885 tarihli Böyle Buyurdu Zerdüşt’te sözcük sözcük aynen aktarılmasına şaşırmış; meseleyi Nietzsche’nin kız kardeşine sormuş ve düşünürün 1835 tarihli kitabı 11 yaşındayken okuduğunu öğrenmiş… Kısacası, an gelmiş düşünürün hafızasında sakladığının üzerindeki örtü sonuna kadar açılmış; bilinçsiz veya kasıtsız intihal olayı diye tanımlanabilecek kriptomnezi gerçekleşmiş.

Ama ben Lolita’nn hafızanın üzerindeki örtünün kalkmasıyla yazıldığı kanısında değilim, çünkü Nabokov Lolita’dan önce de aynı izleği, yani olgun adam – ergen kız aşkını işleyen Karanlıkta Kahkaha’yı 1932’de; Lolita öncesi denilen The Enchanter – Büyücü’yü ise 1939’ da yazmış.

Karanlıkta Kahkaha orta yaşlı sanat eleştirmeni Albinus ile çocuk-ergen arası baştan çıkarıcı Margot’nun ilişkisini anlatılır. 1939 tarihli The Enchanter – Büyücü ise Lolita’ya iyice yaklaşmıştır; orta yaşlı bir adam, parkta karşılaştığı ergen kıza aşkla tutulacaktır.

Uzatmayayım, Nabokov, kendi izleğinin ya da Hebephilla- (hebefili)2 takıntısının neredeyse 30 yıl sürdürücüsü olmuş; olgun adam – ergen kız izleği ile uğraşmayı 1955 yılında Lolita ile sonlandırmıştır.

40 yaşındaki Behzat’ın 13 yaşındaki Şahinde’ye duyduğu tutkuyu anlatan Nabizade ise, Hasba’yı 30 yaşında yayımlamış, bir yıl sonra, 1891’de ölmüştür. Kim bilir belki İleride Goethe ile Nabokov’u; Werther ile Humbert Humbert’i intihar ve cinayet meselelerini ele almak üzere Lotte’den Lolita’ya başlıklı bir yazı yazarım.

Kral Lear ya da babasını tuz kadar seven kız

İzlek – tema meselesine benzerlik bağlamında bir başka örnekle devam ediyorum: Beckett ile hiçbir yakınlığı olmayan Paul Auster’in Karanlıktaki Adam romanı, Beckett’in Malone Ölüyor’unu andırır. Malone ölmekte olan kendi kendine düş mü, gerçek mi belli olmayan öyküler anlatan biridir. Karanlıktaki Adam’daki 72 yaşındaki Augus Brill de Malone gibi yatağa bağımlıdır ve o da kendi kendine öyküler anlatır, Amerika’yı Amerika ile savaştırır. O da düş ile gerçek arasında gidip gelir.

Bu arada geriye doğru gidip şöyle bir izlek dizisi de kurulabilir: Kral Lear’in üç kızı vardır, Goneril ve Regan kötücüldürler, babalarına ihanet ederler. En küçük kız Cordelia’nın iyi niyetini ise babası anlamayacak, kızını evlatlıktan reddedecektir. Dikkatli bir okur, iki kızı da kötücül olan Goriot Baba’da Kral Lear’in ve kızlarının izlerine tabii ki rastlayacaktır. Yaprak Dökümü’nde ise Ali Rıza Bey’in dört kızı vardır, en küçük kız Ayşe’yi ve olgun ve sağduyulu büyük kız Fikret’i dışarda tutarsak, Ali Rıza Bey, ortanca kızları Leyla ile Necla’dan çok çeker. Adlarını andığım her üç kız babasının da sonu felakettir. Gel gelelim Anadolu’da onlarca çeşitlemesi anlatılan kadim masalda -açgözlü ablalarının aksine- padişah babasını tuz kadar sevdiği için saraydan kovulan küçük kız, sonunda babasıyla buluşacak, muradına erecektir. Grimm Kardeşler’in Kuyu Başındaki Kız Masalı’nda da kral babasını tuz kadar seven küçük kız sonunda mutlu olacaktır.

Kral Lear aslında bir İngiliz halk masalının Shakespeare versiyonudur. Bu arada Oktay Rifat’ın Bay Lear adlı romanını, Ferruh Sarıbay’ı ve kızları Ferhunde ve Selime’yi hatırlamanın da gerektiğini düşünüyor, şöyle devam ediyorum: Sözlü ve yazılı edebiyatın başlangıcından itibaren var olan izlek silsilesi; 19. yüzyılda başlayan ‘karşılaştırmalı edebiyat’ çalışmaları sayesinde iyice uzamakta, uzatılmaktadır. Örneğin Nabokov’un Karanlıkta Kahkaha romanı ile Masumiyet Müzesi zengin erkek – fakir kız zincirinin iki halkasıdır. Bunu 17- 18 yaşlarında fakir kızlar (Füsun ve Margot) – olgun zengin erkekler (Kemal ve Albinus) bağlamında söylüyorum.

Hayır, şimdi tutup da karşılaştırmalı edebiyat meselesine girecek değilim. Meselenin tekrarlar zincirine sağlam özgün bir halka ekleyebilmek olduğu kanısındayım. Örneğin Tutunamayanlar, Solgun Ateş’in güçlendirdiği zincire bizden bir halka eklemiş, zinciri asılıp kopartmak için bizleri epey uğraştırmıştır.

Edebiyatın apartmanları, palasları

Ocak ayında edebiyat ortamını oldukça meşgul eden hadise -tabii ki- Bit Palas romanının intihal olduğu için mahkûm edilmesi, basımının ve satışının yasaklanmış olmasıdır. Gerekçeli kararı okumadım, okumaya da niyetim yok, çünkü kitapla ilgili sorunların yargıya taşınmasını doğru bulmuyorum.

Öte yandan bence intihal edildiğine karar verilen Sinek Sarayı da, intihal ürünü olduğuna dair hüküm kurulan Bit Palas da apartman romanları – metinleri izleğinin birer takipçisidir. Bu izlek silsilesinin başlangıç, yani ilk verimi ise Emile Zola’nın, Paris’te yeni bir kent ve konut düzenlemesinin ürünü olan bir apartmanda yaşananların anlatıldığı 1882 tarihli Pot-Bouille adlı romanıdır. Bu roman Türkçeye Apartman adıyla çevrilmiştir. Fransız argosu olan Pot-Bouille nasıl Türkçeleştirilir doğrusu bilemiyorum. Belki Kaynayan Tencere ya da Türlü Tenceresi denilebilir. Ama her ne denirse densin tencereye bulyon – et suyu karıştırmak gerekebilir. Biz, Pot-Bouille gibi kaba bir tamlamayı aşure tenceresi diye seslendirebiliriz, ama bence en doğru isim ‘parça bohçası’ olacaktır, zira romanda bir karışımdan, tabii ki sasılaşmış, çürümekte olan sosyal bir karışımdan söz edilmektedir:1882’den beri bütün apartman romanlarının ana fikri budur, başka bir şey değildir.

Bu tür romanların ve benzeri diğer kurgusal metinlerin bizdeki yansımaları ise sırasıyla ve kabaca şöyledir: Ayaşlı ile Kiracıları (Memduh Şevket Esendal), Rıza Bey Aile Evi (Tarık Dursun K.), Ayışığında Çalışkur (Haldun Taner), Piano Piano Bacaksız – Evimizin insanları (Kemal Demirel), Mağara Arkadaşları (Ayfer Tunç), Sinek Sarayı (Mine Kırıkkanat), Bit Palas (Elif Şafak), Beş Sevim Apartmanı (Mine Söğüt)…

Bu izlek silsilesi başka metinlerle genişleyebilir çoğalabilir, ancak bu kadarının yeterli olduğunu düşünüp apartmanlardaki karışımları anlamak için önce Pot- Bouille’in içine bakacak, Türlü Tenceresini şöyle bir karıştıracağım, ardından bizim bazı romanlarımızın parça bohçalarının düğümünü çözeceğim.

Zola’nın Haussmann3 tarzı binasıyla başlıyorum: Bu apartmanının her bir katında sorunlu bireylerden oluşa aileler ikamet etmektedir. Örneğin Josserand ailesinin kızları Berthe çekinmeden zina yapar, kurnazdır, dalaverecidir, baştan çıkarıcıdır. Başkahraman taşradan gelen her kattan bir kadını baştan çıkararak ailelerin sırlarını öğrenen Octave Mouret’dır… Kısacası Pot- Bouille, 19. yüzyıl sonlarında Fransız toplumundaki ahlak çöküntüsünü anlatan bir romandır. Apartmanın gösterişli dış cephesinin ardında kokuşmuş, sası bir sosyal karışım kaynamaktadır.

Bize gelince: Ayaşlı’nın dokuz odalı apartman dairesinde 1930’larda kanunsuzluk, işret kumar, cinsellik kol gezmektedir: Eski adetlerin – geleneğin göreneğin, eski değerlerin yitmekte olduğu; yenisinin ise gelmekte zorlandığı, ama yavaş yavaş sokulduğu karışık zamanlardır, bir anlamda Araf halidir. Yirmi yıl sonraya gelindiğinde, yani çok partili döneminin ilk yıllarında kentleşme hızlanmış, popülist politikalar öne çıkmış, sermaye el değiştirmeye başlamış, yeni zenginler türemiş, çatışma ve yozlaşma ortamı oluşmuş, Kıyamet’e biraz daha yaklaşılmıştır.

Çalışkur Apartmanı, işte böyle bir zamanda yazılmış pek de ahlaklı olmayan bazı kişileri konu edinmiştir: Kürtaj yapan doktor, küçük çocuklara düşkün yaşlı adam, kocasını bekçiyle aldatan kapıcının karısı, baldızıyla aşk yaşayan evli adam ve diğerleri toplumsal çürümenin -bir anlamda- yeni kadrosudur.

Haldun Taner’in Ayışığında Çalışkur öyküsü aslında deneysel bir çalışmadır: Yazar 1954 yılında üstkurmaca yaklaşımıyla postmodern bir metin oluşturmuştur. Oysa postmodern kavramı, dünyada 60’lı yıllarda kullanılmaya başlamış, 80’li yıllarda tartışmaya açılmıştır.

Bu konuyu başka bir yazıya bırakıp 90’lı yıllara geliyorum: İlk kez 1990’da yayımlanan Sinek Sarayı kültürel kimlik temelli sorunların arttığı, siyasi liberalizmin başarısız olduğu, devletin topluma duyarsızlaştığı bir dönemde Paris görmüş delikanlısıyla, cüce kapıcısıyla, travestisiyle, fahişesiyle tam bir parça bohçasıdır, karmaşadır, yeni bir Kıyamet öncesi Araf toplaşmasıdır. Bu arada Sinek Sarayı’nın ilk baskısından itibaren arka kapaklarda adı konusunda açıklama içermesi, yani Trakya’da sinek yakalayıcı bir düzeneğe sinek sarayı adının verildiğinin söylenmesi, bana nedense her defasında Robert Musil’in Flypaper adlı deneysel metnini anımsatır: Musil, yüzlerce sineğin arsenik emdirilmiş bir kâğıt olan Flypaper’ın esaretinden kurtulmak için verdikleri mücadeleyi anlatır, ama son bellidir.

Her neyse madem 90’larda yazılmış Sinek Sarayı’ndan söz ettik, öyleyse 1995 tarihli Refah Partisi İktidarı’ndan, 28 Şubat’ta dokunup 1996’ya gelelim: Ben Mağara Arkadaşları’nı Adam Öykü’nün Ocak- Şubat 1996 tarihli 2. sayısında okumuş, Ayyıldız Apartmanı ve bir başka üst kurmaca metinle tanışmış; baba ile oğulu birlikte idare eden hafif meşrep kızla, düşle gerçek arasında medcezirler yaşayan Bezmin hanımla, bunak ihtiyarla, yedi uyurları yeniden yazmak için çabalayan ayyaş yazarla tanışmıştım.

Evet, 1994 yılında yazıldığı bilinen Mağara Arkadaşları’nın mekânı olan Ayyıldız Apartmanı, Ashab’ı Kehf’i imleyen çağcıl bir Yedi Uyurlar öyküsüdür. Bu arada okur, bu apartmanın sekiz katı olduğunu unutmamalı. Çünkü sekiz, kemale ermenin- sonsuzluğun sayısıdır; dahası Cennet’in sekiz kapısı, sekiz kademesi vardır. Kapıcı Rüstem Efendi, Ayyıldız Apartmanı’nın sekizinci, yani bodrum katında yaşar, bir anlamda Yedi Uyurlar’ın Kıtmir’idir

Bit Palas, 2002 yılında yayımlanır: 2002, iktidarın el değiştirdiği ülkenin yeni bir anlayışla, yeni ittifaklarla yönetilmeye başladığı yıldır, yeni bir dönem başlamıştır. Art Nouveau tarzında yapılmış Bonbon Palas, hiçbir dairesi bir diğerine benzemeyen on katlı bir apartmandır. Böyle olması ve bu dairelerde ikamet edenlerin birbirleriyle iletişim kurmamaları, kuramamaları – düşünüldüğünde; yazarın ima’sı bağlamında kimi sonuçlara ulaşılabilir. Evet, Bit Palas’ta her kat, daha doğrusu herkes kendi öyküsünü yaşar, iletişim yoktur, ama ortak bir sorun vardır: O da bütün binayı kuşatan haşaratın çoğalmasına neden olan kaynağı belirsiz, katlanması zor, bıktırıcı çöp kokusudur. Aslında dışarıdan sızdığı düşünülen bu bıktırıcı kokunun kaynağı apartmanın ta kendisidir: Bit Palas bizatihi çöp kokmaktadır. Bu da bir ima’dır!

***

Ayyıldız Apartmanı Taksim Meydanı’ndaydı, 1986 yılında gerçekleştirilen Tarlabaşı yıkımları sırasında yok edildi. Bonbon Palas Asmalı Mescit’te, Sinek Sarayı gibi cinli perili rüya tabirli Beş Sevim Apartmanı’nın da mekânı Cihangir: Sanırım İstanbul’un Beyoğlu Belediyesi sınırları içinde yer alan semtleri hakkında yazılan romanlar daha çok talep ediliyor.

Her neyse bu yazıda adını andığım bütün romanları ve öyküleri beğenerek okudum, ancak dört kadın yazarda da beni tedirgin eden bir şeyler hep oldu: Sulta eğilimi mi, otoriter tavır mı, en iyi ben anlatırım havası mı, bu soru zincirine yanıt veremeyeceğim için kibir deyip geçiyor; edebiyatın tekrarlar zinciri olarak tanımlanabileceğini bir kez daha söylüyorum.

Son söz: Falih Rıfkı Atay için apartmanlar ahlaksız ilişkilerin mekânlarıdır. Tanpınar bu binaları Babil’e benzetmişti, ama bu sözlerin artık hiçbir önemi kalmamıştır. Öte yandan Tahsin Yücel, 2006’da Cumhuriyet’in 150. yılında – 2073’te geçen distopik bir roman yazmıştır: Gökdelen!

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 7 Şubat 2024’te yayımlanmıştır.

  1. İnsan ve Sembolleri, Carl Gustav Jung, Ali Nahit Babaoğlu, Okuyan Us, 2007- Alıntı, Sayfa 37.
  2. Hebephilla- (hebefili):Ergenlik çağındaki(12-14 yaş) çocuklara cinsel ilgi
  3. Haussmann,Georges Eugene: (1807 -1891), Paris’te kentsel dönüşümü gerçekleştiren kişi, Haussmann tarzı apartmanların öncüsü…

İbrahim Yıldırım
İbrahim Yıldırım
İbrahim Yıldırım – Roman ve öykü yazarı. 23 Şubat 1950 İstanbul doğumlu. İlk öyküsü Oluşum;mso-bidi-font-style:normal'>Varlık;mso-bidi-font-style:normal'>Günümüzde Kitaplar dergisinde "Bir Zamanlar Bir Kitap"; Cumhuriyet Kitap ve Çerçeve'de "Sarı Yapraklı Kitaplar" başlıkları altında denemeler yazdı. 1987 yılında Bir Cinayetin Ekonomisi adlı öykü kitabı yayımlandı. Aynı yıl Yaşasın Edebiyat adlı bir öykü dergisi çıkarttı. 1997'de Eylül'den Sonra adını verdiği roman üçlemesini yazmaya başladı. Bu dönemin ilk ürünü olan Kuşevi'nin Efendisi’ni 2000 yılında yayımladı. Bir yıl sonra üçlemenin ikinci romanı Yaralı Kalmak okura ulaştı. Üçlemenin üçüncü kitabı Bıçkın ve Orta Halli 2003'te yayımlandı. 2002 yılında, Kaptan Gemide Kaçak Yolcu Var adlı kitaba "Baudelaire Paradoksu" adlı öyküsüyle katılan İbrahim Yıldırım, çeşitli edebiyat dergilerinde deneme ve öyküler yayınlıyor. 2016 yılında Dokuzuncu Haşmet romanıyla Orhan Kemal Roman Armağanı ödülüne layık görüldü.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

İntihal tartışmaları – Edebiyat bir tekrarlar zinciri mi?

Mahkeme Elif Şafak’ın Bit Palas’ı, Mine Kırıkkanat’ın Sinek Sarayı’ndan intihal ettiğine karar verince kızılca kıyamet koptu. 130 kadar yazar Elif Şafak’a destek vererek, linç edilmemesini istedi. 80 yazar ise karşı bir bildiriyle buna yanıt verdi. Bilirkişinin ‘yüzde 5’ kararı ise çok tartışıldı. İbrahim Yıldırım yazdı.

2004 yılında bir Alman gazeteci Nabokov’un Lolita’yı, Heinz von Lichberg adlı Alman yazardan intihal ettiğini iddia etmiş; bu olay dünya ile aynı anda, gün bile sektirmeden bizde de yankı bulmuştu. İddia yabana atılacak gibi değildi: Nabokov, Berlin’de yaşadığı yıllarda Heinz von Lichberg’in gazetesinde çalışmış ve intihali gazetecinin 1916 tarihli Lanetli Giocondo adlı kitabındaki, Lolita adlı öyküden yapmıştı.

Ben, uluslararası bir konu haline gelen bu tartışmaya, ikinci kez ulusal bir katkıda bulunmuş; ilk Lolita öyküsünün Nabizade Nazım tarafından yazıldığını, 1891yılında yayımlandığını bir kez daha yinelemiştim.

Evet; bu konuya Alman gazeteciden dört yıl önce, ilk kez 2000 yılında Varlık dergisinde değinmiştim: İzlek neredeyse aynıydı, on üç yaşındaki Şahinde’ye âşık olan kırkındaki Behzat’ın dramını anlatan Haspa adlı öykü Lolita’dan altmış beş yıl önce yazılmıştı. Nabizade sanki yıllar sonra Haspa’ya benzer bir öykü yazacak olursanız adını Lolita koyun der gibiydi. Dolayısıyla ilk Lolita öyküsünün Haspa olduğunu iddia etmiş; Nabizade’nin küçük Şahinde’yi ‘melek’e benzettiğini vurgulamıştım. Çünkü Müslüman bir yazar küçük bir kızı ‘su periciğine’ benzetmez, ama “melek” derdi.

2004 yılında, yine Varlık dergisinde; edebiyatta önceliklerin önemli olduğunu düşünen bir Alman gazeteci, ilk Lolita’yı bir Alman yazarının yazdığını öne sürüyorsa; ben niye ilk Lolita öyküsünü Haspa adıyla bir Türk’ün yazdığını söylemekten çekineyim demiş; bununla da yetinilmemiş, Heinz von Lichberg’in Lolita öyküsünün Varlık’ta; Nabizade’nin Hasba’sı ise Eşik Cini’nin 1. sayısında yayınlanmasına vesile olmuştum.

2004 yılının Ağustos ayında Vatan Kitap benimle aynı konuyla ilgili bir söyleşi de yapmış, orada da yetişkin erkek- ergen kız ilişkisinin, tıpkı zengin oğlan – fakir kız yakınlaşması gibi sorunlu bir aşk izleği olduğunu ve defalarca tekrar edildiğini söylemiştim. Amacım, değerli bir akademisyenimizin vurguladığı gibi, edebiyatın bir tekrarlar zinciri olarak da tanımlanabileceği gerçeğini yetkin ve yetişkin okurlarla paylaşmaktı.

Nietzsche ve intihal

Murat Gülsoy, 2011 yılında bir internet sitesi olan Sabit Fikir’de Bilmeden Çalmak diye bir yazı yazmış; Lolita’nın intihal hadisesini kriptomnezi ile ilişkilendirmişti. Gülsoy’un Lolita ve Hasba üzerine yazdıklarımı, Nabizade’nin ve Heinz von Lichberg’in öykülerini okuyup okumadığını bilemem, ama Carl Gustav Jung’un kriptomnezi hakkında yazdıklarıyla ilgilendiğini sanıyor, adını andığım internet sitesine gidilerek yazısının okunması gerektiğini düşünüyorum. Ancak ben de bu psikolojik kavram hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Şöyle ki: Jung, İnsan ve Sembolleri kitabında kriptomnezi’yi saklı olandan anılar diye niteledikten sonra şunları vurgular:

“Örneğin bir yazar, önceden düşünülmüş olan bir plana göre yazmakta ve bir öykü geliştirmektedir. Neden sonra ansızın temadan dışarı sıçrar. Ola ki aklına yeni bir fikir gelmiş ya da yeni bir yan öykü canlanmıştır. Kendisine bu değişikliğe neyin neden olduğu sorulduğunda buna yanıt veremez. Belki de önceden hiç bilmediği bir malzeme üretmekte olduğu halde bu değişikliği hiç fark etmemiştir. Kimi zaman ise yazdıklarının, kendisinin hiç okumadığına inandığı bir başka yazarın yapıtlarına belirgin bir benzerlik taşıdığı görülebilir, gösterilebilir.”1

Bu açıklamadan sonra verilen örnek ise çarpıcıdır: Jung; 1686’dan kalma, ama 1835’te yayınlanmış bir kitapta okuduğu bir gemi seyir defterindeki olayın, 1885 tarihli Böyle Buyurdu Zerdüşt’te sözcük sözcük aynen aktarılmasına şaşırmış; meseleyi Nietzsche’nin kız kardeşine sormuş ve düşünürün 1835 tarihli kitabı 11 yaşındayken okuduğunu öğrenmiş… Kısacası, an gelmiş düşünürün hafızasında sakladığının üzerindeki örtü sonuna kadar açılmış; bilinçsiz veya kasıtsız intihal olayı diye tanımlanabilecek kriptomnezi gerçekleşmiş.

Ama ben Lolita’nn hafızanın üzerindeki örtünün kalkmasıyla yazıldığı kanısında değilim, çünkü Nabokov Lolita’dan önce de aynı izleği, yani olgun adam – ergen kız aşkını işleyen Karanlıkta Kahkaha’yı 1932’de; Lolita öncesi denilen The Enchanter – Büyücü’yü ise 1939’ da yazmış.

Karanlıkta Kahkaha orta yaşlı sanat eleştirmeni Albinus ile çocuk-ergen arası baştan çıkarıcı Margot’nun ilişkisini anlatılır. 1939 tarihli The Enchanter – Büyücü ise Lolita’ya iyice yaklaşmıştır; orta yaşlı bir adam, parkta karşılaştığı ergen kıza aşkla tutulacaktır.

Uzatmayayım, Nabokov, kendi izleğinin ya da Hebephilla- (hebefili)2 takıntısının neredeyse 30 yıl sürdürücüsü olmuş; olgun adam – ergen kız izleği ile uğraşmayı 1955 yılında Lolita ile sonlandırmıştır.

40 yaşındaki Behzat’ın 13 yaşındaki Şahinde’ye duyduğu tutkuyu anlatan Nabizade ise, Hasba’yı 30 yaşında yayımlamış, bir yıl sonra, 1891’de ölmüştür. Kim bilir belki İleride Goethe ile Nabokov’u; Werther ile Humbert Humbert’i intihar ve cinayet meselelerini ele almak üzere Lotte’den Lolita’ya başlıklı bir yazı yazarım.

Kral Lear ya da babasını tuz kadar seven kız

İzlek – tema meselesine benzerlik bağlamında bir başka örnekle devam ediyorum: Beckett ile hiçbir yakınlığı olmayan Paul Auster’in Karanlıktaki Adam romanı, Beckett’in Malone Ölüyor’unu andırır. Malone ölmekte olan kendi kendine düş mü, gerçek mi belli olmayan öyküler anlatan biridir. Karanlıktaki Adam’daki 72 yaşındaki Augus Brill de Malone gibi yatağa bağımlıdır ve o da kendi kendine öyküler anlatır, Amerika’yı Amerika ile savaştırır. O da düş ile gerçek arasında gidip gelir.

Bu arada geriye doğru gidip şöyle bir izlek dizisi de kurulabilir: Kral Lear’in üç kızı vardır, Goneril ve Regan kötücüldürler, babalarına ihanet ederler. En küçük kız Cordelia’nın iyi niyetini ise babası anlamayacak, kızını evlatlıktan reddedecektir. Dikkatli bir okur, iki kızı da kötücül olan Goriot Baba’da Kral Lear’in ve kızlarının izlerine tabii ki rastlayacaktır. Yaprak Dökümü’nde ise Ali Rıza Bey’in dört kızı vardır, en küçük kız Ayşe’yi ve olgun ve sağduyulu büyük kız Fikret’i dışarda tutarsak, Ali Rıza Bey, ortanca kızları Leyla ile Necla’dan çok çeker. Adlarını andığım her üç kız babasının da sonu felakettir. Gel gelelim Anadolu’da onlarca çeşitlemesi anlatılan kadim masalda -açgözlü ablalarının aksine- padişah babasını tuz kadar sevdiği için saraydan kovulan küçük kız, sonunda babasıyla buluşacak, muradına erecektir. Grimm Kardeşler’in Kuyu Başındaki Kız Masalı’nda da kral babasını tuz kadar seven küçük kız sonunda mutlu olacaktır.

Kral Lear aslında bir İngiliz halk masalının Shakespeare versiyonudur. Bu arada Oktay Rifat’ın Bay Lear adlı romanını, Ferruh Sarıbay’ı ve kızları Ferhunde ve Selime’yi hatırlamanın da gerektiğini düşünüyor, şöyle devam ediyorum: Sözlü ve yazılı edebiyatın başlangıcından itibaren var olan izlek silsilesi; 19. yüzyılda başlayan ‘karşılaştırmalı edebiyat’ çalışmaları sayesinde iyice uzamakta, uzatılmaktadır. Örneğin Nabokov’un Karanlıkta Kahkaha romanı ile Masumiyet Müzesi zengin erkek – fakir kız zincirinin iki halkasıdır. Bunu 17- 18 yaşlarında fakir kızlar (Füsun ve Margot) – olgun zengin erkekler (Kemal ve Albinus) bağlamında söylüyorum.

Hayır, şimdi tutup da karşılaştırmalı edebiyat meselesine girecek değilim. Meselenin tekrarlar zincirine sağlam özgün bir halka ekleyebilmek olduğu kanısındayım. Örneğin Tutunamayanlar, Solgun Ateş’in güçlendirdiği zincire bizden bir halka eklemiş, zinciri asılıp kopartmak için bizleri epey uğraştırmıştır.

Edebiyatın apartmanları, palasları

Ocak ayında edebiyat ortamını oldukça meşgul eden hadise -tabii ki- Bit Palas romanının intihal olduğu için mahkûm edilmesi, basımının ve satışının yasaklanmış olmasıdır. Gerekçeli kararı okumadım, okumaya da niyetim yok, çünkü kitapla ilgili sorunların yargıya taşınmasını doğru bulmuyorum.

Öte yandan bence intihal edildiğine karar verilen Sinek Sarayı da, intihal ürünü olduğuna dair hüküm kurulan Bit Palas da apartman romanları – metinleri izleğinin birer takipçisidir. Bu izlek silsilesinin başlangıç, yani ilk verimi ise Emile Zola’nın, Paris’te yeni bir kent ve konut düzenlemesinin ürünü olan bir apartmanda yaşananların anlatıldığı 1882 tarihli Pot-Bouille adlı romanıdır. Bu roman Türkçeye Apartman adıyla çevrilmiştir. Fransız argosu olan Pot-Bouille nasıl Türkçeleştirilir doğrusu bilemiyorum. Belki Kaynayan Tencere ya da Türlü Tenceresi denilebilir. Ama her ne denirse densin tencereye bulyon – et suyu karıştırmak gerekebilir. Biz, Pot-Bouille gibi kaba bir tamlamayı aşure tenceresi diye seslendirebiliriz, ama bence en doğru isim ‘parça bohçası’ olacaktır, zira romanda bir karışımdan, tabii ki sasılaşmış, çürümekte olan sosyal bir karışımdan söz edilmektedir:1882’den beri bütün apartman romanlarının ana fikri budur, başka bir şey değildir.

Bu tür romanların ve benzeri diğer kurgusal metinlerin bizdeki yansımaları ise sırasıyla ve kabaca şöyledir: Ayaşlı ile Kiracıları (Memduh Şevket Esendal), Rıza Bey Aile Evi (Tarık Dursun K.), Ayışığında Çalışkur (Haldun Taner), Piano Piano Bacaksız – Evimizin insanları (Kemal Demirel), Mağara Arkadaşları (Ayfer Tunç), Sinek Sarayı (Mine Kırıkkanat), Bit Palas (Elif Şafak), Beş Sevim Apartmanı (Mine Söğüt)…

Bu izlek silsilesi başka metinlerle genişleyebilir çoğalabilir, ancak bu kadarının yeterli olduğunu düşünüp apartmanlardaki karışımları anlamak için önce Pot- Bouille’in içine bakacak, Türlü Tenceresini şöyle bir karıştıracağım, ardından bizim bazı romanlarımızın parça bohçalarının düğümünü çözeceğim.

Zola’nın Haussmann3 tarzı binasıyla başlıyorum: Bu apartmanının her bir katında sorunlu bireylerden oluşa aileler ikamet etmektedir. Örneğin Josserand ailesinin kızları Berthe çekinmeden zina yapar, kurnazdır, dalaverecidir, baştan çıkarıcıdır. Başkahraman taşradan gelen her kattan bir kadını baştan çıkararak ailelerin sırlarını öğrenen Octave Mouret’dır… Kısacası Pot- Bouille, 19. yüzyıl sonlarında Fransız toplumundaki ahlak çöküntüsünü anlatan bir romandır. Apartmanın gösterişli dış cephesinin ardında kokuşmuş, sası bir sosyal karışım kaynamaktadır.

Bize gelince: Ayaşlı’nın dokuz odalı apartman dairesinde 1930’larda kanunsuzluk, işret kumar, cinsellik kol gezmektedir: Eski adetlerin – geleneğin göreneğin, eski değerlerin yitmekte olduğu; yenisinin ise gelmekte zorlandığı, ama yavaş yavaş sokulduğu karışık zamanlardır, bir anlamda Araf halidir. Yirmi yıl sonraya gelindiğinde, yani çok partili döneminin ilk yıllarında kentleşme hızlanmış, popülist politikalar öne çıkmış, sermaye el değiştirmeye başlamış, yeni zenginler türemiş, çatışma ve yozlaşma ortamı oluşmuş, Kıyamet’e biraz daha yaklaşılmıştır.

Çalışkur Apartmanı, işte böyle bir zamanda yazılmış pek de ahlaklı olmayan bazı kişileri konu edinmiştir: Kürtaj yapan doktor, küçük çocuklara düşkün yaşlı adam, kocasını bekçiyle aldatan kapıcının karısı, baldızıyla aşk yaşayan evli adam ve diğerleri toplumsal çürümenin -bir anlamda- yeni kadrosudur.

Haldun Taner’in Ayışığında Çalışkur öyküsü aslında deneysel bir çalışmadır: Yazar 1954 yılında üstkurmaca yaklaşımıyla postmodern bir metin oluşturmuştur. Oysa postmodern kavramı, dünyada 60’lı yıllarda kullanılmaya başlamış, 80’li yıllarda tartışmaya açılmıştır.

Bu konuyu başka bir yazıya bırakıp 90’lı yıllara geliyorum: İlk kez 1990’da yayımlanan Sinek Sarayı kültürel kimlik temelli sorunların arttığı, siyasi liberalizmin başarısız olduğu, devletin topluma duyarsızlaştığı bir dönemde Paris görmüş delikanlısıyla, cüce kapıcısıyla, travestisiyle, fahişesiyle tam bir parça bohçasıdır, karmaşadır, yeni bir Kıyamet öncesi Araf toplaşmasıdır. Bu arada Sinek Sarayı’nın ilk baskısından itibaren arka kapaklarda adı konusunda açıklama içermesi, yani Trakya’da sinek yakalayıcı bir düzeneğe sinek sarayı adının verildiğinin söylenmesi, bana nedense her defasında Robert Musil’in Flypaper adlı deneysel metnini anımsatır: Musil, yüzlerce sineğin arsenik emdirilmiş bir kâğıt olan Flypaper’ın esaretinden kurtulmak için verdikleri mücadeleyi anlatır, ama son bellidir.

Her neyse madem 90’larda yazılmış Sinek Sarayı’ndan söz ettik, öyleyse 1995 tarihli Refah Partisi İktidarı’ndan, 28 Şubat’ta dokunup 1996’ya gelelim: Ben Mağara Arkadaşları’nı Adam Öykü’nün Ocak- Şubat 1996 tarihli 2. sayısında okumuş, Ayyıldız Apartmanı ve bir başka üst kurmaca metinle tanışmış; baba ile oğulu birlikte idare eden hafif meşrep kızla, düşle gerçek arasında medcezirler yaşayan Bezmin hanımla, bunak ihtiyarla, yedi uyurları yeniden yazmak için çabalayan ayyaş yazarla tanışmıştım.

Evet, 1994 yılında yazıldığı bilinen Mağara Arkadaşları’nın mekânı olan Ayyıldız Apartmanı, Ashab’ı Kehf’i imleyen çağcıl bir Yedi Uyurlar öyküsüdür. Bu arada okur, bu apartmanın sekiz katı olduğunu unutmamalı. Çünkü sekiz, kemale ermenin- sonsuzluğun sayısıdır; dahası Cennet’in sekiz kapısı, sekiz kademesi vardır. Kapıcı Rüstem Efendi, Ayyıldız Apartmanı’nın sekizinci, yani bodrum katında yaşar, bir anlamda Yedi Uyurlar’ın Kıtmir’idir

Bit Palas, 2002 yılında yayımlanır: 2002, iktidarın el değiştirdiği ülkenin yeni bir anlayışla, yeni ittifaklarla yönetilmeye başladığı yıldır, yeni bir dönem başlamıştır. Art Nouveau tarzında yapılmış Bonbon Palas, hiçbir dairesi bir diğerine benzemeyen on katlı bir apartmandır. Böyle olması ve bu dairelerde ikamet edenlerin birbirleriyle iletişim kurmamaları, kuramamaları – düşünüldüğünde; yazarın ima’sı bağlamında kimi sonuçlara ulaşılabilir. Evet, Bit Palas’ta her kat, daha doğrusu herkes kendi öyküsünü yaşar, iletişim yoktur, ama ortak bir sorun vardır: O da bütün binayı kuşatan haşaratın çoğalmasına neden olan kaynağı belirsiz, katlanması zor, bıktırıcı çöp kokusudur. Aslında dışarıdan sızdığı düşünülen bu bıktırıcı kokunun kaynağı apartmanın ta kendisidir: Bit Palas bizatihi çöp kokmaktadır. Bu da bir ima’dır!

***

Ayyıldız Apartmanı Taksim Meydanı’ndaydı, 1986 yılında gerçekleştirilen Tarlabaşı yıkımları sırasında yok edildi. Bonbon Palas Asmalı Mescit’te, Sinek Sarayı gibi cinli perili rüya tabirli Beş Sevim Apartmanı’nın da mekânı Cihangir: Sanırım İstanbul’un Beyoğlu Belediyesi sınırları içinde yer alan semtleri hakkında yazılan romanlar daha çok talep ediliyor.

Her neyse bu yazıda adını andığım bütün romanları ve öyküleri beğenerek okudum, ancak dört kadın yazarda da beni tedirgin eden bir şeyler hep oldu: Sulta eğilimi mi, otoriter tavır mı, en iyi ben anlatırım havası mı, bu soru zincirine yanıt veremeyeceğim için kibir deyip geçiyor; edebiyatın tekrarlar zinciri olarak tanımlanabileceğini bir kez daha söylüyorum.

Son söz: Falih Rıfkı Atay için apartmanlar ahlaksız ilişkilerin mekânlarıdır. Tanpınar bu binaları Babil’e benzetmişti, ama bu sözlerin artık hiçbir önemi kalmamıştır. Öte yandan Tahsin Yücel, 2006’da Cumhuriyet’in 150. yılında – 2073’te geçen distopik bir roman yazmıştır: Gökdelen!

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 7 Şubat 2024’te yayımlanmıştır.

  1. İnsan ve Sembolleri, Carl Gustav Jung, Ali Nahit Babaoğlu, Okuyan Us, 2007- Alıntı, Sayfa 37.
  2. Hebephilla- (hebefili):Ergenlik çağındaki(12-14 yaş) çocuklara cinsel ilgi
  3. Haussmann,Georges Eugene: (1807 -1891), Paris’te kentsel dönüşümü gerçekleştiren kişi, Haussmann tarzı apartmanların öncüsü…

İbrahim Yıldırım
İbrahim Yıldırım
İbrahim Yıldırım – Roman ve öykü yazarı. 23 Şubat 1950 İstanbul doğumlu. İlk öyküsü Oluşum;mso-bidi-font-style:normal'>Varlık;mso-bidi-font-style:normal'>Günümüzde Kitaplar dergisinde "Bir Zamanlar Bir Kitap"; Cumhuriyet Kitap ve Çerçeve'de "Sarı Yapraklı Kitaplar" başlıkları altında denemeler yazdı. 1987 yılında Bir Cinayetin Ekonomisi adlı öykü kitabı yayımlandı. Aynı yıl Yaşasın Edebiyat adlı bir öykü dergisi çıkarttı. 1997'de Eylül'den Sonra adını verdiği roman üçlemesini yazmaya başladı. Bu dönemin ilk ürünü olan Kuşevi'nin Efendisi’ni 2000 yılında yayımladı. Bir yıl sonra üçlemenin ikinci romanı Yaralı Kalmak okura ulaştı. Üçlemenin üçüncü kitabı Bıçkın ve Orta Halli 2003'te yayımlandı. 2002 yılında, Kaptan Gemide Kaçak Yolcu Var adlı kitaba "Baudelaire Paradoksu" adlı öyküsüyle katılan İbrahim Yıldırım, çeşitli edebiyat dergilerinde deneme ve öyküler yayınlıyor. 2016 yılında Dokuzuncu Haşmet romanıyla Orhan Kemal Roman Armağanı ödülüne layık görüldü.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x