Neden yazarız, neden yazmak zorunda hissederiz kendimizi?
Mutlaka birçok konularda düşüncelerimiz ya da öykülerimiz vardır. Ben bu yazıda işin kurgu tarafına bakacağım. Öykülerimizi dışarı vuramazsak bizimle ölüp gideceklerdir. Demek ki her yazımız insanlara ulaşmak için attığımız bir çığlıktır.
Yazdıklarımızın dünyayı değiştirmesini, yaşama bir şeyler katmasını ve insanlara değmesini umarız. Bir yandan başkalarıyla yarış halindeyizdir; çünkü onlar da benzer şeyleri ya da tam tersini düşünüp yazmışlardır, yazmaktadırlar.
Yazar ya da birazdan yazmaya başlayacak yazar adayı benmerkezcidir. Kendisini yazdıklarıyla başkalarının önüne çırılçıplak atan kişi takdir edeceğiniz gibi normal değildir, yalnız bu yazıda normların neler olduğu bizi ilgilendirmiyor.
Pek az yazarın kendi yazdıkları dışında başkalarının yazdıklarını beğendiğini gördüm. Maalesef kendimi de bunların arasına katabilirim, çünkü çırılçıplak ortaya fırlamış, hormonlar saçarak elimdeki kitabımı dimdik en yükseğe kaldırmışımdır. Ama ne yazık ki ortalıkta benim gibi dolaşan birçok yazar bulunuyor. Sorulması gereken soru şudur: “Ne yapar ederim de öykülerimi bunlardan daha çok insana ulaştırabilirim?”
İnsanlar sizi neden umursasınlar?
Her şeyden önce iletişimdir yazı. İletişimi kurmak zorundasınız, yalnız henüz işin başından bahsediyorum. Yayınevi bulup kitabınızın basılması, reklamı filan onların bir kısmı konu dışı, bazısı da yazının sonunda yer alıyor.
Öykünüzü başkalarına beğendirmek zorundasınız. Bunun için de yazdıklarınızla fark yaratmalısınız, hem düşüncelerinizle, hem üslubunuzla. Üstelik kurgunuzdaki entrika sağlam olmalı. Günlük iki yüz kelime ile iletişim kuran insanlara iki yüz birinci kelimeyi sunmalısınız. “Otuz harf bana yetmiyor” demişti Ece Ayhan.
Sisteminiz, farklı, basit ve ulaşılabilir olmalı ki, insanlar sizin fikirlerinizi benimsesinler. Yoksa dünyayı değiştiremeyeceksiniz. Dünyayı değiştirmek ya da en azından insanlara bir şekilde dokunmak gibi hedefleriniz yoksa zaten boş verin yazmayın. O zaman insanlar sizi neden umursasınlar ki?
İyi yazının aslında bir sunum olduğunu da unutmamalısınız.
Giriş – gelişme – sonuç
Yazmak, özellikle de kurgu yazmak yıllar içinde önemli değişiklikler geçirdi. Antik Yunan döneminden yakın çağlara kadar son derece basitti: 1- Giriş, 2- Gelişme ve 3- Sonuç.
On dokuzuncu yüzyıldaysa gelişen edebiyat akımları, değişen kahramanlar ve macera türlerinin öne çıkmasıyla bu plan biraz daha çeşitlendi: 1- Başlangıç, 2- Olayların tırmanması, 3- Zirve, 4- Olayların çözülmesi ve 5- Olayların sona ermesi.
Ben polisiye yazarı olduğum için yazımda bundan sonra polisiye kurgusuna sapacağım. 1841 yılında Edgar Allan Poe’nun Morgue Sokağı Cinayetleri’yle başlayan polisiye kurgusu, dışarıdan bakıldığında biraz çetrefilli görünebilir. Ama değildir. Polisiye kurgusunu kısaca şöyle özetleyebilirim: Birisi bir suç işler, bir soruşturmacı izleri takip ederek onu yakalar ve adalete teslim eder. Bu bir sinopsistir. Elimizde suç işleyenin sağlam bir motivasyonu varsa sırtımızın yere gelmeyeceği garantidir.
Polisiyenin birkaç satır yukarıda yazdığım üç basamaklı kurgusunu biraz daha geliştirebiliriz. Aslında basit bir kurgusal matematiği vardır: 1- Kurulum, 2- Suçun işlenmesi, 3- Araştırmalarla ilk şüpheliye ulaşma, 4- Twist, 5- Engeller, 6- Olayların çözülmesi ve 7- Hayranlık uyandıracak bir şekilde gerçek suçlunun ortaya çıkarılıp adalete teslimi.
Fark etmişsinizdir sıradan bir edebi kurgudan başlıca farkı dördüncü ve yedinci basamaklardır. Yani okuru şaşırtacak hileler kurgulamak.
Poe ilk polisiye romanını yazarken farkında olmadan bu kurguyu kullanmıştı. Polisiye yazarlarının hemen hemen hepsi gibi ben de bu kurguyu içgüdüsel olarak keşfetmiş ve romanlarımda kullanmıştım.
Polisiye Kurgu Atölyeleri düzenleyip de müfredatımı hazırlarken bu kurgunun formülüne eriştim. Benden önceki ustalar polisiye kurgusunun sistematiğini bu kadar basit bir formül haline getirmişlerdi. Hemen fark edeceğiniz üzerine bu yedi basamaklı kurgu, bir yol haritasıdır, bir iskelettir. Bu konuya az sonra döneceğim. Biraz da esin nedir ondan söz etmek istiyorum.
The
Katıldığım söyleşilerde sık sorulan sorulardan biri “esin” kavramına inanıp inanmadığımdır. Hiçbir zaman gökyüzünden gelen perileri beklemedim. İnandığım şeyler pek az olsa da kimi zaman “insanın içine bir enerji dolar, bu enerji insana ‘haydi yaz, haydi yaz artık’ der” demişliğim vardır. Oysa esin sadece yazmak arzusudur.
Elimizde başı, sonu, ortası, twistleri, kahramanları olan bir yol haritası olunca, o yol haritası, yazdırmak için insanı nasıl dürtüyor biliyor musunuz? Masaya oturup saatlerce yazabilirsiniz, hatta benim gibi odaklanma sorunu yaşayanlar bile ekranın önünden kalkamazlar.
Velev ki bir yol haritanız yok, kervan yolda düzülür deyip geçtiniz bilgisayarın başına, baştan söyleyeyim çok zorlanacaksınız. Yıldızlara bakıp o esini bekleyeceksiniz, arada bir görünecek, arada bir geçerken uğrayacak ya da çoğu zaman izini bile bulamayacaksınız. Bence piyasadaki öğrenciden çok, eğitmeninin bulunduğu atölyelerden birine katılın.
Bir keresinde “genç yazar adaylarına ne önerirsiniz?” diye sormuşlardı. Hiç düşünmeden “ihtiyarlamalarını” demiştim.
Bir kelime oyunu yaptığım sanılıp, gülündü. Elbette kelime oyunu değildi.
Yazmanın karşı konulamayan bir şehveti var. Bir an olsun, hemen yazayım, şahane bir öyküm var deyip elimize klavyeyi alıyoruz. O şehvet ki, zaten adı üstünde, tükürükler saçarak yazmaya başlayıp iki kelime, bilemedin iki cümle yazdıktan sonra bitiyor.
Şehvet eşittir heves mi?
Bence değil. Şehveti dizginler, ona sahip olursak yararlanırız.
Yıllar evvel ismini anımsayamadığım bir film izlemiştim, şu Cola Turca reklamlarında oynayan Chevy Chase başrolündeydi. Başarılı bir spor spikeriyken kendini emekli edip kırda bir eve maaile taşınıyorlardı. Amacı yıllardır kafasında dolaştırdığı romanı yazmak. Sessiz, şahane manzaralı bir ev, çatı katında yazmak için mükemmel bir oda. Yazarımız heyecanla masaya oturup daktilosuna kâğıt takıyor, çata çata tuşlara vuruyor ve birden kala kalıyordu. Kamera daktiloya yaklaşıp kâğıttaki yazıyı okuyor: “The”
The ve kâğıt yıllarca orada takılı kalıyor, müstakbel yazarımız devamını getiremiyor. Bu arada yazmayı hiç aklına getirmemiş karısı başarılı bir çocuk kitabı yazarı oluyor. Bu kadar lafın kısası, yazma şehvetini dizginlemeliyiz, plansız ve yol haritasız yola koyulmamalıyız.
Şu delete tuşu
Başta da demiştim ya, fikirlerimiz farklı olmalı. Eğer yeterince okumamışsak, dünyadan bihabersek ya da bir başkasının fikrini evirip çevirip kendi fikrimiz gibi yazacaksak hiçbir şey çıkmaz o yazıdan. Çıksa çıksa kişisel gelişim çıkar.
Yeniliklerle çıkmalıyız insanların karşısına, karakterlerimiz farklı olmalı, öykümüz ya da entrikamız: “Ya bu şey değil miydi? Hani Agatha Christie’nin Roger Ackroyd Cinayeti…” dedirtmemeli. Nasıl savunuruz o zaman kendimizi? “İşte biraz andırıyor, ben de fark etmiştim, ama o kadar emek harcayınca silip baştan yazamadım.” Silip baştan yazacaksınız, bir yazarın en yakın dostu delete tuşu olmalı.
Şimdi bir de kendimle çelişiyormuş gibi görünen bir şey söyleyeceğim; Fakir Baykurt demiş: “Yaşamda pek çok işin kuralı olabilir, ama yazmanın yoktur sanırım.” Size bu kadar kuraldan bahsedip ve bahsetmeye devam edeceğimden tuhaf gelebilir. Fakir üstat da bi dünya kuraldan söz açıp bu lafı ediyor. Seçeceğiniz konular, bu konuları nasıl anlatacağınız hususunda özgür olduğunuzu söylemek istiyor. Ama yazınızın insanlara ulaşılabilir olması için sağlam bir arka plana ve temele gereksinimi olduğu gerçeğini değiştirmez.
Konuştuğun gibi yaz, doğal ol
Biraz da teknik konulara girelim. En önemlisi imla yanlışları. Yanlış dolu bir metni hiçbir editöre okutamazsınız. Word’de yazıyorsanız kelimenin altını kırmızı ya da mavi olarak çiziyorsa mutlaka orayı kontrol edin. Bir kelimenin nasıl yazıldığından şüpheniz varsa illa sözlüklerden doğrusunu bulun. Metin bittikten sonra altı yüz sayfalık bir roman da olabilir, sesli okuyup kontrol edin. Zaman kipleri, anlatım defoları ve imla yanlışları mutlaka sesli okuma sırasında ortaya çıkacaktır.
Allah’ınız varsa altı yüz sayfalık roman yazmazsınız.
Kurt Vonnegut: “Okuyuculara merhamet edin” der. Yeterli sayıda kahraman ve karakter, belli bir uzunlukta metin ve anlaşılırlık önemli olandır. Özellikle polisiye kurgusunda ‘nedensellik’ çok önemlidir, her adımın, her belirtinin bir nedeni mutlaka olmalıdır.
Bitirdikten sonra bir defa daha okuyun, sadece çok tekrar ettiğiniz kelimeleri bulup azaltmak, dahi anlamındaki de ve da’ları azaltmak, devrik cümleleri düzeltmek için. Kendi kendinizle bir oyun oynayın, mesela bir öykü yazdınız ve öykü, atıyorum, dört bin üç yüz kelime. Cümle cümle yeniden okuyup öyküyü dört bin kelimeye indirmeye çalışın. Her üç cümleden birinde mutlaka atacağınız ve cümlenin anlamını değiştirmeyecek gereksiz bir kelime vardır.
Arapça, Farsça, yani eski dildeki kelimelerle yazınızı süslemek bence hiç de iyi bir şey değildir. Yeni yazmaya başlayanlar buna bayılır. Yazınızı gerçekten süslemek istiyorsanız alabildiğine basit ve sade yazın.
Benim gibi aranız müzikle iyi olmayabilir, ama bir müzik parçasının ya da bir sesin peşine takılın, ritminizi ona göre ayarlayın. Yine en çok sevdiğim bir yazardan, kendimden örnek vereceğim. Zeki Alasya, Metin Akpınar’ın bir skeci vardı, hani “Ucundan Azıcık” olan… Zeki sarhoş sünnetçi, Metin aşkı uğruna Müslüman olmuş Alman Hans. Bunlar sünnet sırasında Almanya-Türkiye muhabbeti yaparlar. O yıllarda Almanya henüz Türkiye’yi kıskanmıyor. Ve Zeki sarhoş kafa söylenen bazı şeyleri yanlış anlayıp Hans’ı kökünden sünnet etmeden “Allahhhh” diye bağırır. O seste o kadar çok şey vardır ki… Ben özellikle Metin Çakır romanlarımda o sesi yakalamaya çalıştım.
Atölyelerimde hep “anlatmayın gösterin” derim. Bunu mutlaka yapın. Neden birçok bestseller yazarın romanları yavandır biliyor musunuz? İşte göstermeyi beceremediklerinden. Bu örnek Murakami’den: “Şef garson masamıza yaklaşıp, şarabın etiketini gösterdi bana, tek oğlunun fotoğrafını gösteriyormuş gibi, ağzı kulaklarındaydı.”
Tabii her satırı benzetmelerle bezemeyin. Tadında bırakın ve tadı nasıl belli olur, vallahi kimse bilmiyor.
Başlığa dönmeden son olarak şunları söyleyeceğim: Yazdıklarınızı değerlendirmeleri için güvendiğiniz arkadaşlarınıza okutun, güvenmekten kasıt sizi kıyasıya eleştirecek olanlara. Ve en son Türkiye’de yaşıyorsanız mutlaka bir avukata danışın.
Başlıkta sorduğum soruya dönersek, yazmasaydım çıldırır mıydım? Yazmasaydım, insanlara kurguladığım öyküleri anlatmasaydım ne olurdu bilemiyorum. İnanın bilmiyorum. Hayatım mutlaka çok, ama çok daha farklı olurdu, bunu biliyorum. Onun yerine koyacak ne bulabilirdim, model uçak yapmak ya da örgü örmek mi? Aklıma çok şey gelmiyor, bu yüzden iyi ki yazmışım diyorum.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 24 Ağustos 2023’te yayımlanmıştır.