Bir eğlence aracı olarak ortaya çıkan, zamanla yedinci sanata dönüşen sinemanın ilk döneminden itibaren korku türü var olmuştur. Lumiere Kardeşler’in L’arrivée d’un train en gare de La Ciotat (Bir trenin La Ciotat garına varışı, 1895) adlı filmin gösterimi sırasında ‘hareketli görüntü’ ile ilk kez karşılaşan seyircinin tepkisi, üzerlerine gelen trenin kendilerini ezeceği korkusuyla kaçmak olmuştur. Hayatın akışından bir görüntü olmasına rağmen, ilk gösterim bir anlamda korku filmi izlenimi yaratmıştır.
Oysa ilk korku filmi, Lumiere Kardeşler’in film gösteriminden 1 yıl sonra izleyicilerle buluşan Georges Melies’in Le Manoir du Diable (Şeytan Evi, 1896) filmidir.
Sinema, gündelik hayatın içinden çıkan, yönetmenlerin duygu ve düşüncelerini aktardığı bir sanat dalı olduğu için politik bir duruş sergiler haliyle. Yönetmenin bir sahneyi yakın plan ya da bel plan çekmeyi tercih etmesinden, hangi karakteri odağına aldığına varana değin her şey izleyicilere yönetmenin görüşünü sunar.
Sinema, düşünce ve duygularla birlikte, içerisinden çıktığı toplumun korku ve inançlarını yansıtmak için de bir araç olmuştur. Filmi çeken yönetmen içerisinde yaşamakta olduğu toplumdan, toplumdaki olaylardan ve güncel vakalardan ayrı düşünülemeyeceği için sinemanın her dönemi de farklı toplumsal olayların gözlemlenebildiği bir arşiv niteliği taşır.
Türk sinemasından Fransız sinemasına değin ülkelerin sinema tarihine bakıldığında, farklı dönemlere ayrıldığını, farklı toplumsal olaylar doğrultusunda yeni dönemlere girdiği de gözlemlenebilir.
Hiroşima ve zombi filmleri
Korku sinemasında, doğduğu Avrupa topraklarında uzun süre etkili olan Ortaçağ karanlığının ve cadı avlarının parmak izleri vardır. Gelişmelere göre de farklı konuları, farklı kurgu ve tekniklerle işlemiştir. Örneğin II. Dünya Savaşı sırasında Hiroşima’ya atılan atom bombalarının sinemaya yansıması mutasyona uğramış yaratıklar ve zombi filmleri olmuştur.
Benzer şekilde 1970’li yıllarda gençlerin kiliseden kopması ve Doğulu dinlere yönelmesi sonrası dine dönüş kapısını açan gençlere yönelik ‘slasher’ türündeki filmlerin artması, soğuk savaş ve küreselleşme ile yabancılaşmanın artmasıyla orantılıdır. Özellikle Amerikan Sineması’nda görülmeye başlayan yan komşunun bile katil olabileceğine dair filmlerin çoğalması, toplumlardaki dönüşümlere yönelik olarak korku türünün yeni düşman ve korku unsurları yaratmasına örnek olarak verilebilir. Toplumdaki değişimlerle birlikte, o toplumdan çıkan filmlerdeki antagonist, yani kötü ya da düşman karakterler de bu doğrultuda değişim göstermektedir.
Ülkemizdeki ilk korku filmi örneği sayılan Çığlık’tır (1946) ve ne yazık ki kayıp statüsündedir. Onu 1953 yılında çekilen Drakula İstanbul’da takip eder ki, Bram Stoker’ın yazmış olduğu Dracula romanının Ali Rıza Seyfi tarafından yerelleştirilmiş versiyonundur.
1970 yılında Yavuz Yalınkılıç’ın çektiği Ölüler Konuşmaz ki filmi, 2000’li yıllara kadar kayıp film statüsünde kalmış, Sadi Konuralp tarafından Yeni Lale Film Stüdyoları’ndaki araştırmalar sırasında bulunduktan sonra izleyicilerle buluşmuştur.
Ardından gelen Metin Erksan’ın 1974 yılında çektiği Şeytan ise, William Friedkin’in dünyada büyük yankı uyandıran The Exorcist (1973) filminin hemen ertesi yıl uyarlanmış versiyonudur.
90’lı yıllarda bazı gerilim ve ‘giallo’ türlerinde filmler çekilmiş olsa da korku türünde karşımıza çıkan bir sonraki yapım 1993 yılında Kutluğ Ataman tarafından çekilen bir vampir hikâyesi olan Karanlık Sular filmidir.
2000’li yıllara değin rahatlıkla, bir çırpıda sayabildiğimiz bu filmlerden sonra ise 2004 yapımı Büyü ve 2005 yapımı D@bbe filmlerinin gösterime girmesi ve oldukça iyi gişe yapmasıyla Türk sinemasında korku türündeki eserlere yönelim kaçınılmaz hâle gelecektir.
2004’ten sonra türün Türk Sineması’ndaki önlenemez yükselişi
2004 yılında Orhan Oğuz’un yönetmenliğinde çekilen, senaryosunu Şafak Güçlü ile Servet Aksoy’un kaleme aldıkları, Ece Uslu, İpek Tuzcuoğlu, Özgü Namal, Okan Yalabık, Nihat İleri, Dilek Serbest, Serhat Tutumluer, Suna Selen gibi oyuncuların yer aldığı Büyü filmiyle birlikte İslami inançların Türk Sineması’nda tam olarak yansımaya başladığı görülmüştür.
Hemen arkasından 2005 yılında gelen yönetmen Hasan Karacadağ’ın D@bbe serisi ise unutulmazlar arasına girmiştir. Türkiye’de gösterime giren yerli ve yabancı korku filmleri arasında 837 bin 791 kişi ile en yüksek izleyici sayısına sahiptir. Serinin beşinci halkası D@bbe: Zehr-i Cin’dir (2014) ve bu rekoru geçen yerli ya da yabancı herhangi bir film halen olmamıştır.
2014 yılındaki rekor sonrasında korku sinemasında ciddi bir artış olur. 2014 yılında vizyona giren 8 filmden birinin, az önce detaylı ele aldığımız şekilde, rekor kırması sonrasında 2015 yılında 17; 2016 yılında 25; 2017 yılında 17; 2018 yılında 24; 2019 yılında 31 filme ulaşan Türk korku sineması 2020 yılını COVID-19 salgını dolayısıyla sinemaların kapanması nedeniyle 13 filmle neticelendirmiştir.
Tekrar açılan sinemalarla birlikte 2021 yılında 21 ve son olarak 2022 yılında 62 Türk korku filmi sinema salonlarında izleyicilerle buluşmuştur. Özellikle 2022 yılında 62 filmin gösterime girmesi, bir yılın 52 haftadan ibaret olduğu düşünülürse hafta başına birden fazla filmin denk geldiğini de gözler önüne sermektedir. Peki, bu artışın nedeni ne olabilir?
Türk korku sineması neden bu kadar üretken?
2000’li yıllarda korku türünün yükselişe geçmesinin en önemli nedeni öncelikle dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de baskın toplumsal kültürün muhafazakâr bir yapıya bürünmeye başlamasıdır. Tür sinemaları belli matematikler üzerinden ilerler ve Amerikan Sineması’nın 1970’li yıllarda kiliseden uzaklaşan gençleri tekrar inanca ve dine yönlendirmek için uyguladığı ‘kilise ve inançtan başka kurtuluş yoktur’ içeriğinin farklı bir versiyonu Türk sinemasında da görülür. Yasak olan büyünün uygulanmaması gerektiği; zina ya da kötülüklerin, define yoluyla helal olmayan yoldan para kazanmanın getireceği belalar, içki gibi kötü alışkanlıklar ya da kötü arkadaşların insanları yoldan çıkarması gibi konular üzerinden toplum inancı korku unsurlarıyla geri döndürülmeye çalışılır.
Ancak senaristlerin ve yönetmenlerin yeterli miktarda araştırma yapmaksızın çektikleri filmler, daha önce yüksek izleyiciye sahip filmlerden esinlenilerek oluşturulduğu için zaman içerisinde kaçınılmaz bir kısır döngü oluşmuştur. Kolay yoldan para kazanmanın kötülüklerini anlatan filmler çekerken; para harcamaksızın, sinemanın dekor, makyaj, ışık, kadraj gibi temel gereksinimlerini yerine getirmeksizin gösterime sokularak para kazanılmaya çalışılması sonucu 2022’de görülen bu patlamaya ulaşılmıştır.
Bu bağlamda bakıldığında üretim çok görünse de niteliksel açıdan yeterli olmayan bir tür sineması ortaya çıkmıştır.
Yine bu filmlerde baskın olarak görülen durumlardan biri de kadının toplumdaki yerinin tekrar konumlandırılmasıdır. Cumhuriyet ile birlikte kadınların erkeklerle eşit konuma gelmesinden sonra muhafazakârlaşan topluma geçiş sürecinde kadın yine toplum içerisinde ikinci plana atılmaya başlanmış ve korku türündeki filmlerde de çocuk sahibi olmak, bir adamı elde etmek ya da intikam almak adına büyüye başvuran kadınlar, bu bağlamda da kötü ve şeytana yakın olan bir konuma sürüklenmiştir. Kadının kötüleştirildiği bu filmlerde temel olarak ortaya atılan korku unsuru ise cin olmuştur. Ve izleyicilerden “Yine mi cin filmi?” nidaları yükselmeye başlamıştır. Peki, neden cin?
Niye cinli film?
Muhafazakârlaşan toplumdaki yüksek çoğunluğun İslam inancına sahip olması nedeniyle, korku türündeki inanç ve korku unsurları da İslami öğelerden seçilir. Hıristiyan toplumlarındaki kurt adam, vampir, hayalet ya da zombi gibi korku unsurları İslamiyet’te bulunmadığı, Kur’an-ı Kerim’de cinlerden bahsedildiği ve onlardan korunmak adına dualar bulunduğu için cin unsuru İslam dinine inanan toplumların korku unsuru olarak kullanılır.
Eski Türk inançlarında bulunan hortlak ise hem İslam’da öldükten sonra kıyamete değin ruhlarımızın mezarlarda beklediğine inanıldığından hem de Müslümanların kefenle gömülmesinden dolayı sinemaya yansıtılamıyor. Kefeni yırtıp çıkan bir hortlağın çıplak olarak gezinmesi gerekeceğini yapım sürecine dek pek fark edemeyen yapımcılar bunu iki kez denemiş, bu iki Türk korku filminde de hortlak unsuru korkudan ziyade komediye dönüşmekten kurtulamamıştır.
Bir filmde çıplak olmamak adına hortlağın kuruması için asılmış bir pantolonu alıp giymesi, diğerinde ise göğüsleri çıplakken altında beyaz külotuyla dolaşan bir hortlak izleyicilerle buluşmuştur.
Bilimsel bir deneyin ters gitmesi nedeniyle ortaya çıkan mutasyon gibi bir durum ile zombilere dönüşme de az önce bahsettiğim nedenlere özel efekt, makyaj gibi ekstra masraflar ekleneceği için tercih edilmiyor.
2023’e baktığımızda…
Tüm bunların ışığında 2023 yılına baktığımızda 40 filmin Ekim ayının 13. cumasına değin izleyiciyle buluştuğunu görebiliyoruz. Hatta 13. cuma günü yılın 41. yerli korku filmi de gösterime giriyor.
Bu yükselişin gerilemeyeceği aşikâr. Niceliksel açıdan çok sayıda filmin üretildiği Türk korku sinemasında niteliğe bakacak olduğumuzda birçoğunun gösterime dahi girmemesi gereken, sinemasal temel gereksinimleri taşımayan ve para harcamaksızın para kazanmak üzerine kurulu yapımlar olduğunu söylemek mümkün.
İsminden dolayı bir serinin ikinci filmi izlenimi uyandıran, ancak ilki gösterime girmeyen Hawar 2 (2022); kurguda hızlandırma sırasında oluşmuş mavi kodlu hata ekranı barındıran Cinni Kabus (2021); kurguda kesilmesi unutulmuş olan klaketi seyircilere gösteren Araf 5: Aile (2022); set çalışanının saçının göründüğü Semur 3: Kıyamet-i Cin (2022); karakterin evi olarak gösterilen villanın kapısının üzerinde cayır cayır yanan EXIT tabelasının göründüğü Şerr-i Cin (2022); ekranda beliren ve 1 dakika kadar beyazperdede izleyicilerle beraber kalan hata kodunun olduğu El-Hemraz: Cinlerin Büyüsü; set ekibinden “Güzel oldu” sözünün duyulduğu Yudi: Yedikonuk Cinleri (2022) gibi vahim hatalar aslında gösterime giren yapımların ne kadar aceleye getirilerek izleyicilerle buluştuğunu da rahatlıkla gözler önüne seriyor.
Gizemli Köy (2022) filminde ise koronavirüs nedeniyle sette hayatını kaybeden Toygun Ateş’in karakterine ait sahnelerin yeniden çekilmek yerine Selahattin Taşdöğen’le devam ettirilmesi ve yapımda bir Ateş bir Taşdöğen’in görünmesi ise bu fiyaskoların başka bir boyutunu gözler önüne serdi.
Türe dair filmler salonları işgal etmeyi sürdürürken hasılatlar ise düşmeye başladı. 2022 yılının en yüksek izleyicisi Alper Metsçi’nin yönettiği Mahlukat (2022) ile 128 bin 679 kişi iken; en düşük rakam 622 kişi ile İçimdeki Varlık (2022) filminin olmuştu.
2020 ile 2021 yılına indiğimizde de durum çok iç açıcı değildi; en yüksek rakam 37 bin 788 seyirci ile Sir-ayet 3: Ölü Doğan’ın (2021) olurken; en düşük seyirci ise 262 kişi ile Şeytanı Ararken (2021) olmuştu.
İki ileri bir geri yaparak 2023 yılına geldiğimizde ise Eylül ayına dek gösterime giren filmler arasındaki en yüksek seyircinin izlediği film 128 bin 234 seyirci ile yine Alper Mestçi’nin yönettiği Haile: Bir Aile Kabusu (2023) olurken, ilk 3 gününde 98 kişi tarafından izlenen Hazep (2023) en düşük izleyiciye sahip film olmuş durumda.
En düşük hasılatlı yapımlar olan Şeytanı Ararken (2021), birkaç sahnedeki yetersiz makyaj haricinde herhangi bir dekor dahi kullanılmaksızın adeta skeçler biçiminde çekilmiş videoların birleştirildiği amatör bir yapımken; Hazep (2023) ise kötü oyunculuklar eşliğinde jenerikte yer alan isimlerin dahi yanlış yazıldığı, Kur’an-ı Kerim üzerinde tarot falı bakılan, sabit kamera sırasında dahi netliğin olmadığı gösterime girmemesi gereken amatör diğer bir yapımdı.
Eskiden inanılan yerli korku filminin en az 100 bin seyirci garantisi var kanısı inatla devam ederken, izleyicilerin özellikle niteliksiz yapımlar konusundaki net tavrı da ortaya dökülmeye başlamış durumda. Ancak çoğunlukla gençler yine de bu yapımlara bilet alıyor. Peki, neden?
Neden korku filmleri izleniyor?
Korku, bizi tehlikelerden koruyan bir uyarı mekanizması gibidir. Toplum içinde, özellikle de monoton bir yaşam sürdüğümüzde bu mekanizmayı harekete geçirecek herhangi bir etmen bulunmazsa zamanla körelir.
Korku filmi izlediğimizde, korunaklı ve güvenli bir bölge içerisinde, yani hayati bir tehlike bulunmaksızın, izlemekte olduğumuz, özdeşleştiğimiz karakterle birlikte bu mekanizmayı çalıştırmış oluruz.
Bu mekanizmanın ara sıra çalıştırılması, körelmesinin önüne geçer. Aynı zamanda içerisinde bulunduğumuz olumsuz koşulların, negatif duyguların bir şekilde bu özdeşleşim üzerinden atılmasını sağlayarak içimizde var olan şiddet duygusunun herhangi bir suça bulaşmaksızın tatmin edilmesini de sağlar.
Ancak maalesef şimdiye dek bahsettiğimiz amatör sayılabilecek, sanatsal gereksinimlerden yoksun olan yapımların eskisi kadar olmasa da halen izlenmesinin nedeni bu duyguların tatmini ya da mekanizmanın çalıştırılması değildir. Maalesef gençlerin karanlık bir ortamda baş başa kalıp yakınlaşmak için seçtikleri bir tür olmaya başlamıştır korku filmleri. Fazla seyircinin olmadığı, çoğunlukla salonun boş olduğu bu yapımlarda gençler toplum içerisinde sergilenmesi ahlaki olarak doğru bulunmayan davranışları sergileyebilmek adına bu yapımlara bilet almaktadır. Hatta yerli bir korku filmi olan İfrit-i Musallat (2023) adlı yapım bu konuya gönderme yaparak, korku filmine gitmek isteyen eşine, “Zaten arka tarafta yatak odamız var, korku filmine niye gidelim?” dedirtilmiştir. Böylece hedef kitle de apaçık ortaya konulmuştur.
İzleyici de istemiyorsa bu filmler nereden geliyor?
Büyük film şirketlerinin yerli film dağıtma konusunda önyargılı olduğunu düşünüyorsanız, bu konuda da söylenecek birkaç söz var.
2022 yılında 62 filmle tüm sinemalar yerli korku filmlerinin istilası altına girdiğinde bu filmleri kimin dağıttığına ve bu istilanın nasıl ilerlediğine de göz atmak gerekiyor.
En fazla yerli korku filmi dağıtan şirket 16 filmle CJ ENM olmuş; 15 filmle TME Films ve 10 filmle Chantier onu takip etmiş.
2023 yılında gösterime girmiş olan 40 filmin dağıtım şirketlerine baktığımızda ise CJ ENM’den 14; CGV Mars’tan 12; MC Film’den 6; Bir Film’den 4; Skypic’den 2; Derin Film’den ise 1 adet filmin dağıtıldığı ortaya çıkıyor. Yani niteliksel olarak sorunlu niceliksel olarak önlenemeyen yükselişin altında bu dağıtım şirketlerinin imzası var. Üstelik, kurgu hatalarının beyazperdeye yansıdığını da göz önünde bulundurursak; dağıtım şirketlerinin kendilerinin dâhi izlemediği bu yapımları dağıtmak konusunda garip bir reaksiyon geliştirdiklerini düşünebiliriz.
Şimdiye değin dünyada hep sanat kazanmış olabilir, ancak burası Türkiye ve sanat burada kazanabilecek mi onu da ilerleyen yıllar bize gösterecek.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 13 Ekim 2023’te yayımlanmıştır.