Mahzuni’yle tarihe not düşmek

Biz onu Mahzuni Şerif olarak bildik. Adı Şerif Cırık, ‘Mahzuni’ ise mahlası idi. Yaşarken kıymeti bilinen nadir ozanlardandı. “Dom Dom Kurşunu”, “Han Sarhoş, Hancı Sarhoş”, “Yuh Yuh” ve “Çeşmi Siyahım” gibi ezbere bildiğimiz türkülere imza atmış, aramızdan ayrılmıştı. Sadık Arslan yazdı.

Değme tabip sızılıyor yaralarım, yaralarım
El değdikçe bozuluyor, yaralarım, yaralarım.”

Öyle içten, öyle yürekten söylüyordu ki; sazı çalmıyor, konuşturuyordu sanki. Arada bir rakısından yudumluyor, hüzünlü, muzip bir bakışla etrafı süzüyor, sonra çalmaya devam ediyordu. Rakısı bitince de “Doldur Sadık,” diyordu. Tarihi bir ana şahitlik ettiğimi biliyordum. Onun çocuksu, uçarı yanına ilk kez tanıklık ediyordum. Ben Mahzuni’yi değil, acılarıyla sevinçleriyle doğal olan bizden birini görüyordum. O sırada ne kadar acılı ve yalnız bir hayatı olduğunu düşlüyordum. Yıl sanırım 1981’di ve Afşin’de babamın evinde Mahzuni için kurulan bir rakı sofrasındaydım. Lise 3’e gidiyordum. Mahzuni, Afşin’e 33 günlük eksik askerlik süresini tamamlamak üzere gelmiş ve bizde konuk olmuştu. Babamın evi bu 33 günde bir cümbüşhaneye dönmüş, ortalık Mahzuni severlerle dolmuş, anam sokranmaya bile başlamıştı, ama ne gam! Babamın çocukluk ve gençlik arkadaşı, halamın oğlu gelmişti, üstelik sıradan biri de değildi, dünyanın saygı duyduğu en büyük ozandı o. Bu tarihi ana tanıklık ettiğimizin ailecek farkındaydık. Onu üzmemek ve rahat ettirmek için her şeyi yapıyorduk.

Saat 17’de Askerlik şubesinden çıkıp dükkânımıza geldiğinde soranlara, “Kasada oturan Mahzuni değil, kardeşi,” demek zorunda kalırdım. Edebiyatı seven, yazan, çizen biri olarak öğrenmem gerekenleri tek tek soruyor, çoğu zaman da sorularımla bunaltıyordum onu. “Abi, yazmakta olduğunuz bir roman vardı hani ‘Yörep Köyün Kazımı’ ne yaptınız onu?” demiştim. “Sadık, sen bir bira getir hele, sonra bakarız Kazım’a” demişti. Gidip birasını getirdiğimde “Gelelim soruna… “Sadık Can yazıyorum, nereye evrilecek, bakalım,” demişti. (Yıllar sonra öğrenecektim ki roman müsvette halindeyken Antep’teki evin yanmasıyla kül olacaktı. Kaldı ki bu bilgiyi ikinci eşi Fatma Hanım ve büyük kızı Züleyha Hanım da yıllar sonra doğrulayacaktı.)

“Çeşm-i Siyahım”

Suna’ya yazılan bir aşk şiiri olduğu sanılan ya da öyle iddia edilen “Çeşm-i Siyahım”ın bir ağıt olduğunu yine o gün Mahzuni’den öğrenecektim. Yine sofra kurulmuş, Mahzuni keyiflenmiş, yüzünde güller açarken teypte “Çeşm-i Siyahım” çalıyordu. “Sâdık şu teybi kapat da sen sormadan ben bu ağıtın nasıl yakıldığını anadayım,” dedi. Teybi kapattım. Herkes can kulağıyla Mahzuni’nin ağzından çıkacak sözcüklere odaklanmıştı. Mahzuni yumuşak bir ses tonuyla başladı anlatmaya:

“Maksudi, Arzuhalcı Yemliha Ertekin ve Afe Ana’yla Afşin’in Kamalak köyünde sık sık buluşur, sohbet eder, rakı sofrası kurardık. Son gidişimizde Afe Ana, gırtlak kanserinden muzdaripti. Onu çok sever ve ona çok değer verirdim. Afe Ana’nın hastalığı ilerleyip ağrıları artınca bu ağrıların acısına kayıtsız kalamadım. İrticalen ‘Çeşm-i Siyahım’ı Afe Ana’nın yanında okudum. Afe Ana gözyaşlarına hâkim olamadı ve bu şiirden çok etkilendi. Şiiri ölümüne dek dinleyerek Hakk’a teslim oldu. Bu türküyü Afe Ana’nın vasiyeti üzerine mezarlıkta onun toprağa verilişi esnasında ağlayarak okumuştum.”

Afe Ana için yazılan ya da ona ithaf edilen “Çeşm-i Siyahım”ın 1963’teki ilk hali şöyle:

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım
Önümüze dağlar sıralansa da
Sermayem figanım kârım eyvahım
Bundan keri bahtım karalansa da

Hayli dolaşayım yüce dağlarda
Sen beni bıraktın ah ile zarda
Konup feryad edem viran bağlarda
Ayağıma cennet kiralansa da

Acımadın derunumun narına
Çalınasın Haydar Zülfikar’ına
Benzettin Erdabil Cefadar’ına
Gam yemem yüreğim yaralansa da

Benzettin canımı zülfün teline
Giriftar eyledin gurbet eline
Güler oldun Mahzuni’nin haline
Yezidin elinde parelense de

Ve bilinen son hali ise şöyle:

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım
Önümüze dağlar sıralansa da
Sermayem derdimdir servetim ahım
Karardıkça bahtım karalansa da

Hayli dolaşayım yüce dağlarda
Dost beni bıraktı ah ile zarda
Ötmek istiyorum viran bağlarda
Ayağıma cennet kiralansa da

Bağladım canımı zülfün teline
Sen beni bıraktın elin diline
Güldün Mahzuni’nin berbat haline
Mervanın elinde parelense de”       

Evimizden ayrılmasına bir hafta kalmıştı. Mahzuni, eksik askerlik süresini tamamlayıp evine, Gaziantep’e dönecekti ve zaman çok değerliydi. Hepimiz bunun farkındaydık. En çok da babam… Bu yüzden babam, onu yormak istemiyor, çoğu zaman dinlensin diye sazı eline vermiyor, kasetten Mahzuni’nin türkülerini dinliyorduk. Hiç unutmuyorum kasette “Affetmem Seni Seni Yar” türküsü çalıyordu.

Cahilmişim aldanmışım
Çok pişmanım dost Mahzuni
Anladım ki bunamışım
Pişmanım Mahzuni, anladım Mahzuni
Affeyle Mahzuni, pişmanım Mahzuni

Ben de Eyyub’un sabrı yok
Affetmem seni sevgili
Kalbim yanık bağrım delik
Affetmem seni seni yar
Formun Üstü

Formun AltıTürküyü dinlerken hiçbirimizin beklemediği bir çıkış yaptı: “Bıkmadınız mı bu saçmalıkları dinlemekten? Kaldırın şunu!” dedi. Ortalık buz kesmişti.

“Neden?” demeyi o kadar çok istemiştim ki! Ancak onu üzer, geçmiş acılarını deşerim endişesiyle bunu soramamıştım. Yıllar sonra bunun bir özeleştiri olduğunu ve ilk eşi Suna Hanım’a karşı bir haksızlık duygusu yaşadığını düşünecektim. Aslında bu vesileyle kafamdaki sorunun yanıtını da almış olmanın sevincini yaşayacaktım.

Bozyer köyünde

Dört yıl sonra üniversiteyi bitirmiş, edebiyat öğretmeni olarak köyüm Berçenek’e dönmenin onurunu yaşıyordum. Üstelik gıcır gıcır yeni bir otomobil almıştım. Annem, “Mahzuni gelmiş, beni Çılbak’a götür,” dedi. Babam da atladı arabaya. Çay, kahve içtik. Bana döndü, “Yeğen yarın Bozyer’e Hasan Hüseyin’e gidiyoruz,” dedi. Gülümseyerek “Elbette abi,” dedim. Ertesi gün saat 10 gibi Mahzuni’yi aldım. Tanır’ın bir nahiyesi olan Bozyer köyüne doğru yola koyulduk. Yılan gibi kıvrılan kavisli yolları tırmanırken aşağıdan Hurman Çayı’nın sesini duyuyor, olağanüstü manzarasıyla büyüleniyorduk. Kasette Mahzuni’nin “Çamur yola bata çıka/ Gel bizim Afşin eline” türküsü çalıyordu. “Abi, yolumuz hiç de türküde bahsettiğiniz gibi çamur değil,” dedim. “Yeğen sen buraları otuz yıl önce görmeliydin,” dedi. “O zaman bu güzellikleri ve suyun sesini de yazmalısınız,” dedim. Gülümseyerek “Elbette yazacağım,” dedi. Bir sigara yaktı, derinden içine çekti. Bu kez ben sormadan kendisi anlattı. “Bu bizim Hasan Hüseyin, çok mert bir adamdır, muhtardır, bu yüzden de düşmanı çoktur.” Anlamlı anlamlı yüzüne bakarak: “Mert adamın niye düşmanı olsun ki,” dedim. “Burada böyle yeğen, burada böyle,” dedi. Çok geçmeden eve vardık. Orta yaşlarda bir hanım bizi misafir odasına alıp kolonya tuttu. Hüzünlü bir sesle, “Hoş geldin abi,” dedi. İçeriye üç tane çocuk girdi. Birinin burnu akıyor, diğeri ağlıyor, daha büyük olan da onları avutmaya çalışıyordu. Mahzuni bir şeylerin ters gittiğini anlamış mıydı ne! Yengeye yöneldi. “Hasan Hüseyin nerede?” dedi. “Geçen ay öldü,” dedi kadın ağlamaklı bir ses tonuyla. “Düşmanlarımız evi kurşunladı abi,” dedi. Mahzuni’ye baktım yüzü sarardı, benzi soldu, uzun süre hiçbir şey demedi, diyemedi. Bir sigara daha yaktı. “Sadık, bagajdan sazı getir,” dedi. Bir koşu sazı alıp geldim. Akort yapmadan ilk kez saz çaldığına tanık oluyordum. Sazı yine çalmıyor, ağlatıyordu. Saz ağlarken söz de ağlıyor, ben de bütün bu sözleri alelacele kayıt altına alıyordum.

Bilmeden gelmiştim anam anam Bozyer köyüne
Kara gün karşımda durmuş ağlıyor of
Yürü yalan dünya doymadım sana
Ömrün nihayete ermiş ağlıyor oy
De deyim oy ne deyim oy kader

Bozyer’in etrafında anam anam
Bağlar höyükler höyükler of
Dilim dönmez anam diye sayıklar oy
Toprağa mal oldu kaytan bıyıklar
Kirpikler ümidin kırmış ağlıyor oy
De deyim oy ne deyim oy kader

El attım döşüme anam anam vay anam noldu
İki avcuma da al kanım doldu
Körpe yavrularım babasız kaldı
Oturup boynunu burmuş ağlıyor oy
(Hısım akrabayı dermiş ağlıyor)
De deyim oy ne deyim oy kader

Nazlı bir insandım anam anam, değildim efe
Kurudu dillerim varmadı Of’a. Of
Haber gitmiş arkadaşım (Berçenekli) Şerif’e
Sazını döşüne dürmüş ağlıyor oy
Ne deyim oy ne deyim oy kader oy”

Berçenek’e dönecektik. “Bir bakkalın önünde dur, bana bira al,” dedi. İnip birkaç bira aldım. İçmeye başladı. Ağlayarak “Ağıdı kaydettin mi?” dedi. “Evet,” dedim. Müsveddeyi çıkarıp önüne koydum. İlk kez Mahzuni’nin ağzından kaydettiğim ağıt, yıllar sonra Fikret Otyam tarafından edebiyat tarihine kazandırılacak ve ben bir kez daha onun akrabası ve köylüsü olmaktan büyük bir gurur ve onur duyacaktım.

Son gün

Dersteydim, Halk ozanlarını anlatıyordum. Mahzuni’den de söz etmiştim öğrencilerime. Köylüsü, akrabası olarak onunla gururlandığımı da söylüyordum ki telefonum çaldı. Arayan Berçenekli köylüm Durmuş Ali Keleş’ti “Mahzuni öldü Sadık!” dedi. Öyle kolay dedi ki sınıftan nasıl çıktığımı anımsamıyorum. Akşam Hacıbektaş yoluna koyulduğumuzu yol boyunca Mahzuni türküleriyle kederlendiğimizi hatırlıyorum.

İşte gidiyorum çeşmi siyahım
Önümüze dağlar sıralansa da
Sermayem derdimdir servetim ahım
Karardıkça bahtım karalansa da

Cenaze, mezara girerken onsuz bir dünyanın Türkiye için çok acı ve büyük bir kayıp olduğunu hissetmiş, aydınlanma öncüsü Mahzuni’nin ölümünün sadece köylüleri için değil, Türk edebiyatı için de büyük bir yıkım olduğunu o gün daha iyi anlamıştım. Çocukluğunu ve gençliğini onun türkülerini dinleyerek geçiren biri olarak Berçeneklilerin makus talihinin, Mahzuni’nin sesiyle bir zafer edasında değiştiğini/ değişeceğini düşlerdim. Mezarına iki kürek toprak atmış, ölüm acısının yalnızlığına gömülerek Hacıbektaş’tan Mersin’e dönüş yolculuğunda çok acı duymuştuk.

Bugün benim yeşil bağım kurudu
Dolu vurdu yaprakları çürüdü

Çocukluğunu ve gençliğini Mahzuni türküleri dinleyerek geçiren birisi olarak onu ben hep babamın en yakın arkadaşı Şerif Cırık olarak anımsardım. Ne zaman ki rakı sofrası kurulur, ozan sazı alıp söylemeye başlar o zaman Mahzuni olurdu benim için.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 22 Kasım 2024’te yayımlanmıştır.

Sadık Arslan
Sadık Arslan
Sadık Arslan - 1964 Afşin, Berçenek doğumlu. 1983 yılında Afşin Lisesi’nden, 1989 yılında Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Hâlen Mersin’de edebiyat öğretmeni olarak çalışıyor. İlk öykü çalışmaları, Afşin Lisesi’nde çıkardığı el yazması dergilerle başladı. Daha sonra Yeni Çağrı, Anadolu Sanat, Yaşam Sanat, Yarpuz, Ilgın, Serçeşme, Berfin Bahar, Artemis, Cumhuriyet Kitap, Mersin Edebiyat Sanat ve Güz gibi dergilerde yazınsal ürünleri yayımlandı. Yazarın “Kar Yağıyordu” adlı öyküsü “Gökyüzü Biterse” adıyla sinemaya uyarlandı ve Yönetmen Salih Temiz tarafından Samsun’da çekildi. Başlıca eserleri: “Soğuktu ve Kar Yağıyordu” (2019), “Bâlik’te Ölmek” (2019), “Sıvası Kanayan Ev” (2020, Arif Baş Öykü Ödülü;mso-bidi-font-weight:bold'>“Efsus’a Dönüş” (2024)…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Mahzuni’yle tarihe not düşmek

Biz onu Mahzuni Şerif olarak bildik. Adı Şerif Cırık, ‘Mahzuni’ ise mahlası idi. Yaşarken kıymeti bilinen nadir ozanlardandı. “Dom Dom Kurşunu”, “Han Sarhoş, Hancı Sarhoş”, “Yuh Yuh” ve “Çeşmi Siyahım” gibi ezbere bildiğimiz türkülere imza atmış, aramızdan ayrılmıştı. Sadık Arslan yazdı.

Değme tabip sızılıyor yaralarım, yaralarım
El değdikçe bozuluyor, yaralarım, yaralarım.”

Öyle içten, öyle yürekten söylüyordu ki; sazı çalmıyor, konuşturuyordu sanki. Arada bir rakısından yudumluyor, hüzünlü, muzip bir bakışla etrafı süzüyor, sonra çalmaya devam ediyordu. Rakısı bitince de “Doldur Sadık,” diyordu. Tarihi bir ana şahitlik ettiğimi biliyordum. Onun çocuksu, uçarı yanına ilk kez tanıklık ediyordum. Ben Mahzuni’yi değil, acılarıyla sevinçleriyle doğal olan bizden birini görüyordum. O sırada ne kadar acılı ve yalnız bir hayatı olduğunu düşlüyordum. Yıl sanırım 1981’di ve Afşin’de babamın evinde Mahzuni için kurulan bir rakı sofrasındaydım. Lise 3’e gidiyordum. Mahzuni, Afşin’e 33 günlük eksik askerlik süresini tamamlamak üzere gelmiş ve bizde konuk olmuştu. Babamın evi bu 33 günde bir cümbüşhaneye dönmüş, ortalık Mahzuni severlerle dolmuş, anam sokranmaya bile başlamıştı, ama ne gam! Babamın çocukluk ve gençlik arkadaşı, halamın oğlu gelmişti, üstelik sıradan biri de değildi, dünyanın saygı duyduğu en büyük ozandı o. Bu tarihi ana tanıklık ettiğimizin ailecek farkındaydık. Onu üzmemek ve rahat ettirmek için her şeyi yapıyorduk.

Saat 17’de Askerlik şubesinden çıkıp dükkânımıza geldiğinde soranlara, “Kasada oturan Mahzuni değil, kardeşi,” demek zorunda kalırdım. Edebiyatı seven, yazan, çizen biri olarak öğrenmem gerekenleri tek tek soruyor, çoğu zaman da sorularımla bunaltıyordum onu. “Abi, yazmakta olduğunuz bir roman vardı hani ‘Yörep Köyün Kazımı’ ne yaptınız onu?” demiştim. “Sadık, sen bir bira getir hele, sonra bakarız Kazım’a” demişti. Gidip birasını getirdiğimde “Gelelim soruna… “Sadık Can yazıyorum, nereye evrilecek, bakalım,” demişti. (Yıllar sonra öğrenecektim ki roman müsvette halindeyken Antep’teki evin yanmasıyla kül olacaktı. Kaldı ki bu bilgiyi ikinci eşi Fatma Hanım ve büyük kızı Züleyha Hanım da yıllar sonra doğrulayacaktı.)

“Çeşm-i Siyahım”

Suna’ya yazılan bir aşk şiiri olduğu sanılan ya da öyle iddia edilen “Çeşm-i Siyahım”ın bir ağıt olduğunu yine o gün Mahzuni’den öğrenecektim. Yine sofra kurulmuş, Mahzuni keyiflenmiş, yüzünde güller açarken teypte “Çeşm-i Siyahım” çalıyordu. “Sâdık şu teybi kapat da sen sormadan ben bu ağıtın nasıl yakıldığını anadayım,” dedi. Teybi kapattım. Herkes can kulağıyla Mahzuni’nin ağzından çıkacak sözcüklere odaklanmıştı. Mahzuni yumuşak bir ses tonuyla başladı anlatmaya:

“Maksudi, Arzuhalcı Yemliha Ertekin ve Afe Ana’yla Afşin’in Kamalak köyünde sık sık buluşur, sohbet eder, rakı sofrası kurardık. Son gidişimizde Afe Ana, gırtlak kanserinden muzdaripti. Onu çok sever ve ona çok değer verirdim. Afe Ana’nın hastalığı ilerleyip ağrıları artınca bu ağrıların acısına kayıtsız kalamadım. İrticalen ‘Çeşm-i Siyahım’ı Afe Ana’nın yanında okudum. Afe Ana gözyaşlarına hâkim olamadı ve bu şiirden çok etkilendi. Şiiri ölümüne dek dinleyerek Hakk’a teslim oldu. Bu türküyü Afe Ana’nın vasiyeti üzerine mezarlıkta onun toprağa verilişi esnasında ağlayarak okumuştum.”

Afe Ana için yazılan ya da ona ithaf edilen “Çeşm-i Siyahım”ın 1963’teki ilk hali şöyle:

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım
Önümüze dağlar sıralansa da
Sermayem figanım kârım eyvahım
Bundan keri bahtım karalansa da

Hayli dolaşayım yüce dağlarda
Sen beni bıraktın ah ile zarda
Konup feryad edem viran bağlarda
Ayağıma cennet kiralansa da

Acımadın derunumun narına
Çalınasın Haydar Zülfikar’ına
Benzettin Erdabil Cefadar’ına
Gam yemem yüreğim yaralansa da

Benzettin canımı zülfün teline
Giriftar eyledin gurbet eline
Güler oldun Mahzuni’nin haline
Yezidin elinde parelense de

Ve bilinen son hali ise şöyle:

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım
Önümüze dağlar sıralansa da
Sermayem derdimdir servetim ahım
Karardıkça bahtım karalansa da

Hayli dolaşayım yüce dağlarda
Dost beni bıraktı ah ile zarda
Ötmek istiyorum viran bağlarda
Ayağıma cennet kiralansa da

Bağladım canımı zülfün teline
Sen beni bıraktın elin diline
Güldün Mahzuni’nin berbat haline
Mervanın elinde parelense de”       

Evimizden ayrılmasına bir hafta kalmıştı. Mahzuni, eksik askerlik süresini tamamlayıp evine, Gaziantep’e dönecekti ve zaman çok değerliydi. Hepimiz bunun farkındaydık. En çok da babam… Bu yüzden babam, onu yormak istemiyor, çoğu zaman dinlensin diye sazı eline vermiyor, kasetten Mahzuni’nin türkülerini dinliyorduk. Hiç unutmuyorum kasette “Affetmem Seni Seni Yar” türküsü çalıyordu.

Cahilmişim aldanmışım
Çok pişmanım dost Mahzuni
Anladım ki bunamışım
Pişmanım Mahzuni, anladım Mahzuni
Affeyle Mahzuni, pişmanım Mahzuni

Ben de Eyyub’un sabrı yok
Affetmem seni sevgili
Kalbim yanık bağrım delik
Affetmem seni seni yar
Formun Üstü

Formun AltıTürküyü dinlerken hiçbirimizin beklemediği bir çıkış yaptı: “Bıkmadınız mı bu saçmalıkları dinlemekten? Kaldırın şunu!” dedi. Ortalık buz kesmişti.

“Neden?” demeyi o kadar çok istemiştim ki! Ancak onu üzer, geçmiş acılarını deşerim endişesiyle bunu soramamıştım. Yıllar sonra bunun bir özeleştiri olduğunu ve ilk eşi Suna Hanım’a karşı bir haksızlık duygusu yaşadığını düşünecektim. Aslında bu vesileyle kafamdaki sorunun yanıtını da almış olmanın sevincini yaşayacaktım.

Bozyer köyünde

Dört yıl sonra üniversiteyi bitirmiş, edebiyat öğretmeni olarak köyüm Berçenek’e dönmenin onurunu yaşıyordum. Üstelik gıcır gıcır yeni bir otomobil almıştım. Annem, “Mahzuni gelmiş, beni Çılbak’a götür,” dedi. Babam da atladı arabaya. Çay, kahve içtik. Bana döndü, “Yeğen yarın Bozyer’e Hasan Hüseyin’e gidiyoruz,” dedi. Gülümseyerek “Elbette abi,” dedim. Ertesi gün saat 10 gibi Mahzuni’yi aldım. Tanır’ın bir nahiyesi olan Bozyer köyüne doğru yola koyulduk. Yılan gibi kıvrılan kavisli yolları tırmanırken aşağıdan Hurman Çayı’nın sesini duyuyor, olağanüstü manzarasıyla büyüleniyorduk. Kasette Mahzuni’nin “Çamur yola bata çıka/ Gel bizim Afşin eline” türküsü çalıyordu. “Abi, yolumuz hiç de türküde bahsettiğiniz gibi çamur değil,” dedim. “Yeğen sen buraları otuz yıl önce görmeliydin,” dedi. “O zaman bu güzellikleri ve suyun sesini de yazmalısınız,” dedim. Gülümseyerek “Elbette yazacağım,” dedi. Bir sigara yaktı, derinden içine çekti. Bu kez ben sormadan kendisi anlattı. “Bu bizim Hasan Hüseyin, çok mert bir adamdır, muhtardır, bu yüzden de düşmanı çoktur.” Anlamlı anlamlı yüzüne bakarak: “Mert adamın niye düşmanı olsun ki,” dedim. “Burada böyle yeğen, burada böyle,” dedi. Çok geçmeden eve vardık. Orta yaşlarda bir hanım bizi misafir odasına alıp kolonya tuttu. Hüzünlü bir sesle, “Hoş geldin abi,” dedi. İçeriye üç tane çocuk girdi. Birinin burnu akıyor, diğeri ağlıyor, daha büyük olan da onları avutmaya çalışıyordu. Mahzuni bir şeylerin ters gittiğini anlamış mıydı ne! Yengeye yöneldi. “Hasan Hüseyin nerede?” dedi. “Geçen ay öldü,” dedi kadın ağlamaklı bir ses tonuyla. “Düşmanlarımız evi kurşunladı abi,” dedi. Mahzuni’ye baktım yüzü sarardı, benzi soldu, uzun süre hiçbir şey demedi, diyemedi. Bir sigara daha yaktı. “Sadık, bagajdan sazı getir,” dedi. Bir koşu sazı alıp geldim. Akort yapmadan ilk kez saz çaldığına tanık oluyordum. Sazı yine çalmıyor, ağlatıyordu. Saz ağlarken söz de ağlıyor, ben de bütün bu sözleri alelacele kayıt altına alıyordum.

Bilmeden gelmiştim anam anam Bozyer köyüne
Kara gün karşımda durmuş ağlıyor of
Yürü yalan dünya doymadım sana
Ömrün nihayete ermiş ağlıyor oy
De deyim oy ne deyim oy kader

Bozyer’in etrafında anam anam
Bağlar höyükler höyükler of
Dilim dönmez anam diye sayıklar oy
Toprağa mal oldu kaytan bıyıklar
Kirpikler ümidin kırmış ağlıyor oy
De deyim oy ne deyim oy kader

El attım döşüme anam anam vay anam noldu
İki avcuma da al kanım doldu
Körpe yavrularım babasız kaldı
Oturup boynunu burmuş ağlıyor oy
(Hısım akrabayı dermiş ağlıyor)
De deyim oy ne deyim oy kader

Nazlı bir insandım anam anam, değildim efe
Kurudu dillerim varmadı Of’a. Of
Haber gitmiş arkadaşım (Berçenekli) Şerif’e
Sazını döşüne dürmüş ağlıyor oy
Ne deyim oy ne deyim oy kader oy”

Berçenek’e dönecektik. “Bir bakkalın önünde dur, bana bira al,” dedi. İnip birkaç bira aldım. İçmeye başladı. Ağlayarak “Ağıdı kaydettin mi?” dedi. “Evet,” dedim. Müsveddeyi çıkarıp önüne koydum. İlk kez Mahzuni’nin ağzından kaydettiğim ağıt, yıllar sonra Fikret Otyam tarafından edebiyat tarihine kazandırılacak ve ben bir kez daha onun akrabası ve köylüsü olmaktan büyük bir gurur ve onur duyacaktım.

Son gün

Dersteydim, Halk ozanlarını anlatıyordum. Mahzuni’den de söz etmiştim öğrencilerime. Köylüsü, akrabası olarak onunla gururlandığımı da söylüyordum ki telefonum çaldı. Arayan Berçenekli köylüm Durmuş Ali Keleş’ti “Mahzuni öldü Sadık!” dedi. Öyle kolay dedi ki sınıftan nasıl çıktığımı anımsamıyorum. Akşam Hacıbektaş yoluna koyulduğumuzu yol boyunca Mahzuni türküleriyle kederlendiğimizi hatırlıyorum.

İşte gidiyorum çeşmi siyahım
Önümüze dağlar sıralansa da
Sermayem derdimdir servetim ahım
Karardıkça bahtım karalansa da

Cenaze, mezara girerken onsuz bir dünyanın Türkiye için çok acı ve büyük bir kayıp olduğunu hissetmiş, aydınlanma öncüsü Mahzuni’nin ölümünün sadece köylüleri için değil, Türk edebiyatı için de büyük bir yıkım olduğunu o gün daha iyi anlamıştım. Çocukluğunu ve gençliğini onun türkülerini dinleyerek geçiren biri olarak Berçeneklilerin makus talihinin, Mahzuni’nin sesiyle bir zafer edasında değiştiğini/ değişeceğini düşlerdim. Mezarına iki kürek toprak atmış, ölüm acısının yalnızlığına gömülerek Hacıbektaş’tan Mersin’e dönüş yolculuğunda çok acı duymuştuk.

Bugün benim yeşil bağım kurudu
Dolu vurdu yaprakları çürüdü

Çocukluğunu ve gençliğini Mahzuni türküleri dinleyerek geçiren birisi olarak onu ben hep babamın en yakın arkadaşı Şerif Cırık olarak anımsardım. Ne zaman ki rakı sofrası kurulur, ozan sazı alıp söylemeye başlar o zaman Mahzuni olurdu benim için.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 22 Kasım 2024’te yayımlanmıştır.

Sadık Arslan
Sadık Arslan
Sadık Arslan - 1964 Afşin, Berçenek doğumlu. 1983 yılında Afşin Lisesi’nden, 1989 yılında Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Hâlen Mersin’de edebiyat öğretmeni olarak çalışıyor. İlk öykü çalışmaları, Afşin Lisesi’nde çıkardığı el yazması dergilerle başladı. Daha sonra Yeni Çağrı, Anadolu Sanat, Yaşam Sanat, Yarpuz, Ilgın, Serçeşme, Berfin Bahar, Artemis, Cumhuriyet Kitap, Mersin Edebiyat Sanat ve Güz gibi dergilerde yazınsal ürünleri yayımlandı. Yazarın “Kar Yağıyordu” adlı öyküsü “Gökyüzü Biterse” adıyla sinemaya uyarlandı ve Yönetmen Salih Temiz tarafından Samsun’da çekildi. Başlıca eserleri: “Soğuktu ve Kar Yağıyordu” (2019), “Bâlik’te Ölmek” (2019), “Sıvası Kanayan Ev” (2020, Arif Baş Öykü Ödülü;mso-bidi-font-weight:bold'>“Efsus’a Dönüş” (2024)…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x