Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Yaşadığı dönemde bu denli ilgi görseydi Cemal Süreya, ne düşünür, nasıl tepki verirdi acaba. Bugün, biraz da sosyal medya sayesinde, bir hoyratlık yaşanıyor. Ona ait olmayanlar ismiyle paylaşılıyor. Dizeleri talan ediliyor. Bu, çok okundukları, çok sevildikleri için mi böyle? İmzalarının üstündeki sözlerin kıymeti biliniyor da ondan mı? Peki, Cemal Süreya’yı genç okur nasıl keşfedecek? Emel İrtem yazdı.

Sevdiklerimiz hep kalsın isteriz. Onları toprağa verirken bile sonsuzluğun bağrına bırakır gibi bırakırız. Sonsuzluğa uğurladık, deriz. Ötesinde hatıralarıyla onurlandırmak çoğaltmak, yeryüzünde biraz daha varlıklarını yaşatmak isteriz. Yaşayanların görevi budur zaten. Biz onları çoğaltırken atomları boşluk içinde harekete geçerler. Tekrar hayata nüfuz ederler. Zamanın ötesine yelken açan bir gemidedir onlar, yarattıkları akıntı dünyayı döndürür. Öyle olduğunu varsayarız. Belki de sevdiklerimizden değil, kendi sevgimizden kopamayışımızın bir tecellisi olarak hikâyelerini dönüştürürüz bazen; hayatlarını çalarız, sözlerini, şiirlerini, huylarını, aşklarını… Kısacası hayattayken belki istemeyecekleri davranışları yazmayacakları türden şiirleri onlara mal ederek yaşatmaya çalışırız. Bu her zaman aşırı sevgiden olmasa da toplumsal beğeni kendi kurbanlarını başında halesi olanlardan seçer ve fırsatçılara sunar. Gene de sevgi başat duygudur. Kaç tane Karacaoğlan’ımız vardır mesela, kaç Yunus? Yahut kaç Hoca Nasrettin fıkramız vardır gerçekte… Kim bilir?

Cemal Süreya vandallığa en fazla maruz kalan

Eskiden zaman içinde olan bu teksir hezeyanı şimdilerde gözümüz önünde olup bitiyor. Bu günlerdeki yapılanlarda bir faydacılık da var. İnternet ve sosyal medyada bu çalmayı, kopyalamayı, tahrip etmeyi çok sık görüyoruz. Ama dediğim gibi bazı isimler etrafında dönüyor bu suç. Nâzım Hikmet, Can Yücel ve Cemal Süreya en fazla bu vandallığa maruz kalanlar.

Bugün hayatta olmayan diğer şairler neden buna maruz kalmıyor da bu hoyratlık onları vuruyor? Sadece çok okundukları, çok sevildikleri için mi böyle? İmzalarının üstündeki sözlerin kıymeti biliniyor da ondan mı? Yoksa bu kadar berrak bir Türkçe ile yazdıkları için taklidi kolay olur mu sanılıyor bilinmez, ama şu da bir gerçek ki benimsenmişler, bu halkın dinamik diliyle yazılmış gündelik hayatta sıradan insanda karşılığı olan bir şey var onlarda. Bir çeşit gönül bağı. Onların imzası ile ortalıkta dolaşanların çoğunu, eğer hayatta olsalardı küfür sayabilirlerdi. Ne yazık ki buna olanak tanıyan araçların hızlı dünyasında önüne geçmek de pek mümkün görünmüyor.

Cemal Süreya’yı genç okur nasıl keşfedecek?

Cemal Süreya en çok okunan, şiirleri ezbere bilinen şairlerden. Her kuşaktan insanı içine alıveriyor. Hepimizde bir karşılığı var şapkasındaki çiçeklerin. Bir duvar yazısında, bir defter kenarında, kaldırımda, tişörtlerde, çantalarda, bir fotoğraf üstünde, bir yastık kılıfında, her yerde görmemiz mümkün. Sosyal medyada dolaşan çoğu dizenin ona ait olmadığını, onun asıl okurları derhal fark etse de bu Cemal Süreya görgüsünden uzak, basit, tekdüze amatör kalemlerden çıkmış dizeler arasında gerçekte Cemal Süreya’yı genç okur nasıl keşfedecek? Bizi eski şiirin müstahkem mevkiinden alıp dilin gündelik akışkanlığına sürükleyen bu şairi nasıl tanıyacaklar?

Sonuçta bu kötü kopyalar sanal ortamda orada burada kendine yaşayacak bir yer buldu. Ne onu yazana ne has şiiri okuruna ne de imzası çalınana bir faydası olmayan bu ergen his hezeyanları yüceltilmiş olanın karşısında peçesini indirecektir.

Cemal Süreya’yı nasıl biliriz?

Peki, gerçekte nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Eğer onun masasına oturmamış onunla hasbihal etmemişsek, onunla yan yana düşen şairlerin anlattıklarından biliriz. Ülkü Tamer’den biliriz mesela. Bize Papirüs’ün çıkış hikâyesini anlatır. Yerdeki halının Jak’e satılıp ilk sayının parasını nasıl çıkardıklarını anlatır. Böylece o anlatırken İstanbul ile Montmartre arası mesafe bir kuş uçumu kadar kısalır. Güzel hikâyedir, zira bize aynı zamanda şair olmanın değil, şair kalmanın asıl mesele olduğunu öğretir.

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Duruşundan biliriz. Darphane müdürlüğü sırasında darphanenin kirli olduğunu söyleyen dönemin maliye bakanına bu günlerde görmediğimiz bir tavırla bakanın gelişini kastederek, “haklısınız iki saattir …” diye cevabını verir. Elbet bürokratik devlet bunun bedelini ona ödetmiştir. Asla bir ev sahibi olamamış, asla kiracılıktan kurtulamamış, asla daha fazla devlet kademelerinde yükselmesine izin verilmemiştir.

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Sevmediği sokağının, adından, soyadından, şimdi yattığı ve gene adını hiç sevmediği Kulaksız Mezarlığı’ndan… Görünen o ki değiştiremedikleri karşısında değiştirebileceği bir şey olarak sözcükler ona küçük bir alan yarattı. Ve o bu alanı tırnaklarıyla genişleterek sözcüklere hükümran oldu. Adından soyadından harflerinden çıktı gitti ve kendine yeni bir sesleniş seçti.

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

İmzasından biliriz. Yıllardır tartışılır. Bu bir şapka mıdır, yoksa bir profil mi? Müfettişliğe ilk atandığında kendine verilen bir öğütten bahseder. “Bundan sonra asık suratlı ol ve git bir şapka al kendine.” O da gider bir şapka alır. Metin Altıok, “Cemal’in imzasındaki fotör/ bazen başında da olurdu/ yalnız biraz amatör/ biraz da mahcup dururdu” diye yazar Cemal Süreya için yazdığı şiirde. Anlaşılan o ki çok sık kaybedermiş şapkasını. İmzasına gelince semiyolojiyi seven şair kendi imzasını da dillendirmiş gizlice. Hâlâ bilmiyoruz imzasındaki kendi profili mi yandan, yoksa bir şapka mı ta müfettişliğinden kalan…

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Mesela “Folklor Şiire Düşman” makalesinden biliriz. Yıllar yılı hâlâ konuşulup durulur. 1956’dan beri. Oysa ne çok şey değişti, dünya ve ülke değişti, biz değiştik. Ama hâlâ okunurken aynı tartışmalar… Hem kim diyebilir Cemal Süreya’nın folklora düşman olduğunu. İnanmayan açıp okusun, “Yunus ki süt dişleriyle Türkçenin…” neredeyse ozanlar resmigeçidi gibidir. Hem Karacaoğlan’a da kendi şiirini ödünç vermiştir.

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Göçebeliğinden biliriz çokluk. “Ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi/ bizi bir kamyona doldurdular/ Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar/ tarih öncesi köpekler havlıyordu…” Onu öksüz yetim bırakan, onu şair yapan, ebedi ve ezeli göçmen yapan yolculuğun ilk başlangıcını film izler gibi okuruz. Bilecik-İstanbul-Ankara döner durur… İnsan içinden yana yana pervane olur.

“Hayatımı düşündüğüm zaman, zaman zaman düşünürüm nedir ana çizgisi diye, sonunda buldum şefkat arıyorum, nasıl bir adamım, çocukluğunu yitirmiş bir adamım, bununla birlikte biraz ciddi bir adam, yalnız bir adam. Fazla kalabalıktan hoşlanmam, küçük bir arkadaş çevrem var dolaşmayı da sevmem. Aynı masada oturur aynı masada çalışır aynı lokantada yemeğe giderim.” diyor.

Öteki olmanın izleri

Cemal Süreya’nın psikolojisini araştıran kitaplar var piyasada. Erken anne kaybından, üvey ana zulmünden, baba ve dayının kaybının şairi şekillendirişinden bahsediyorlar. Kendisi de bunu dillendiriyor yer yer. Ama diğer taraftan onun hayatı bu ülkede insanla devlet arasındaki ilişkiyi kapsayan karmakarışık bir görüngü, öteki olmanın izlerini taşıyanların egemen olana karşı yaralarını gizleme teşebbüsüdür. Kendisi her şeyi bu kalabalık akış içerisinde şiire taşımıştır zaten. Bir yıkımdan bilinmeze giden bir çocuk, çocukluğu kamyon kasasındayken ne kadar büyüyebilir?

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

“Türkçeyi Türkçenin içinden Türkçenin hükümranlığına şikâyet eden” bir Dersimli olarak biliriz. O Dersimli ki Yakındoğu’nun dallı İspanyolcası Kürtçeyle en güzel Türkçeyi yazandır. Beng-ü bâde’nin peşinde şiir ülkesinin bir libertasıdır.

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Papirüs’ten biliriz. Çıkardığı ve batırdığı dergilerden, dergi aşkından biliriz. İlk dergisini ilkokulda çıkaran ve kızlara 1 kuruşa satan şairin bu heyecanı hiç sönmemiş. 17 dergi batırdığından bahseder röportajlarında. Papirüs’ü üç kez batırır. Daha çok dergilerde var olmayı tercih ettiği anlaşılıyor.

Çocukları da ihmal etmemiştir, Çocukça dergisinde, “Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi” köşesinde onlara yazar. Saçak dergisinde yöneticilik yapar. 2000’e doğru dergisinde “İzdüşümler” adı altında portreler yayımlar. Şiirin debisini dergilerin ayarladığını bilir. Bu ciddi ve gönülden gelen istencin ona yazıları erteleme huyunu bıraktırdığı söylenir.

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Resimlerinden biliriz. Sahi, bilir miyiz acaba? Çoğu zaman bu yönünü atlarız çünkü. Şiirlerine de giren ressamlar vardır: Van Gogh, Kandinsky, Chagall ve Paul Klee. Cemal Süreya şiiriyle de örtüşen ressamlardan. Özellikle figürün tam kaybolmadığı resimleri sever. Kendisiyle birlikte Edip Cansever’in ve Sezai Karakoç’unda resme ilgisinden ve sık sık kendi aralarında resim etüdü yaptıklarından bahseder. “Chagall’ın Şiirleri” yazısında onun resimlerinin kendi şiirinde başat bir yeri olduğunu söyler. Chagall’da her yerde sevişilir, der. Ve “Yazmam Daha Aşk Şiiri” şiirini Chagall etkisinde yazdığını belirtir. Şiirlerinde renkleri kullanmayı sever. Maviyi ve beyazı defalarca kullanır. Onun Üvercinka’sı biraz da bu mavi-beyazlıkta hayat bulur.

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Zekâ ve mizah anlayışıyla biliriz. Bize aktarılan anekdotlardan hazır cevap olduğunu anlıyoruz. Bu nüktedanlığı hem kendi hem etrafındakiler için biraz nefes alanı yaratıyor olmalıydı. Şiirinde ironi ve alayı gözlemleyebiliriz. Bunca zıtlık ve çelişki içerisinde kotarılmaya çalışılmış bir hayatta dilin merkezine bunları yerleştiremezseniz, acının kavuruculuğu hayatı da, şiiri de yakar geçer. Dilin yapısını bozan ve yeniden inşa eden şairlerin katı kültürel kodları dönüştürerek dile bir hareket alanı kazandırmaya çalışması kaçınılmazdır. Bunu Cemal Süreya, “büyük zekâ yangınları çıkarmak” diye açıklar. “Ama bu hükümet ferman çıkarmış Karacaoğlan’ı/otobüse bindirtmiyor” derken gönlünce hükümetle alayını eder.

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Elbet aşklarından biliriz. Tomris, Seniha Zuhal Birsen… Aşka âşık bir adamdan bahsediyoruz işte. Onun tutkusu erotizmin ötesindedir. Başlamış başlayacak olan şeyi zamansızlığa doğru fırlatır. Orada bu donmuş anda kendi temayülündeki varlığı sözcüklerle hareketlendirir. Bunu öyle bir dengede yapar ki, onun tutkusuna ortak oluruz. Denilebilecek en özet hali sanırım şudur Cemal Süreya ki aşka uzun bir önsöz yazmıştır.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 13 Ocak 2023’te yayımlanmıştır.

Emel İrtem
Emel İrtem
Emel İrtem – Şair, yazar ve hemşire. Eskişehir, Seyitgazi'de doğdu. Eskişehir Sağlık Meslek Lisesi’ni tamamladıktan sonra zorunlu hizmeti için Van’da üç buçuk sene görev yapıp 1990 yılında İstanbul Üniversitesi Latin Dili ve Edebiyatı bölümüne başladı. Çeşitli hastanelerde ve ilkyardım birimlerinde hemşirelik yaptı. 2005-2012 yılları arasında Mardin’de yaşadıktan sonra memleketi Eskişehir’e döndü. 2016 senesinde emekliye ayrıldı. Şiirleri “İblis”, “Sombahar”, “Ludingirra”, “Varlık”, “Göçebe”, “Yasak Meyve”, “Evrensel Kültür”, “Şiir Ülkesi”, “Martı”, “Gard” gibi dergilerde yayımlandı. “Divaneliğe Dönen Pergel” isimli ilk kitabıyla 1999'da Orhon Murat Arıburnu Ödülü'nü kazandı. Başlıca eserleri: “Zehirli Rüya”, “Şeker Farenin Kitaplığı”, “Marcus'un Lisan-ı Kalbi”, “Zaviyesi Yıkık Gönye”, “Sana Seviyem” ve “Kâğıttan Kapılar”…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Yaşadığı dönemde bu denli ilgi görseydi Cemal Süreya, ne düşünür, nasıl tepki verirdi acaba. Bugün, biraz da sosyal medya sayesinde, bir hoyratlık yaşanıyor. Ona ait olmayanlar ismiyle paylaşılıyor. Dizeleri talan ediliyor. Bu, çok okundukları, çok sevildikleri için mi böyle? İmzalarının üstündeki sözlerin kıymeti biliniyor da ondan mı? Peki, Cemal Süreya’yı genç okur nasıl keşfedecek? Emel İrtem yazdı.

Sevdiklerimiz hep kalsın isteriz. Onları toprağa verirken bile sonsuzluğun bağrına bırakır gibi bırakırız. Sonsuzluğa uğurladık, deriz. Ötesinde hatıralarıyla onurlandırmak çoğaltmak, yeryüzünde biraz daha varlıklarını yaşatmak isteriz. Yaşayanların görevi budur zaten. Biz onları çoğaltırken atomları boşluk içinde harekete geçerler. Tekrar hayata nüfuz ederler. Zamanın ötesine yelken açan bir gemidedir onlar, yarattıkları akıntı dünyayı döndürür. Öyle olduğunu varsayarız. Belki de sevdiklerimizden değil, kendi sevgimizden kopamayışımızın bir tecellisi olarak hikâyelerini dönüştürürüz bazen; hayatlarını çalarız, sözlerini, şiirlerini, huylarını, aşklarını… Kısacası hayattayken belki istemeyecekleri davranışları yazmayacakları türden şiirleri onlara mal ederek yaşatmaya çalışırız. Bu her zaman aşırı sevgiden olmasa da toplumsal beğeni kendi kurbanlarını başında halesi olanlardan seçer ve fırsatçılara sunar. Gene de sevgi başat duygudur. Kaç tane Karacaoğlan’ımız vardır mesela, kaç Yunus? Yahut kaç Hoca Nasrettin fıkramız vardır gerçekte… Kim bilir?

Cemal Süreya vandallığa en fazla maruz kalan

Eskiden zaman içinde olan bu teksir hezeyanı şimdilerde gözümüz önünde olup bitiyor. Bu günlerdeki yapılanlarda bir faydacılık da var. İnternet ve sosyal medyada bu çalmayı, kopyalamayı, tahrip etmeyi çok sık görüyoruz. Ama dediğim gibi bazı isimler etrafında dönüyor bu suç. Nâzım Hikmet, Can Yücel ve Cemal Süreya en fazla bu vandallığa maruz kalanlar.

Bugün hayatta olmayan diğer şairler neden buna maruz kalmıyor da bu hoyratlık onları vuruyor? Sadece çok okundukları, çok sevildikleri için mi böyle? İmzalarının üstündeki sözlerin kıymeti biliniyor da ondan mı? Yoksa bu kadar berrak bir Türkçe ile yazdıkları için taklidi kolay olur mu sanılıyor bilinmez, ama şu da bir gerçek ki benimsenmişler, bu halkın dinamik diliyle yazılmış gündelik hayatta sıradan insanda karşılığı olan bir şey var onlarda. Bir çeşit gönül bağı. Onların imzası ile ortalıkta dolaşanların çoğunu, eğer hayatta olsalardı küfür sayabilirlerdi. Ne yazık ki buna olanak tanıyan araçların hızlı dünyasında önüne geçmek de pek mümkün görünmüyor.

Cemal Süreya’yı genç okur nasıl keşfedecek?

Cemal Süreya en çok okunan, şiirleri ezbere bilinen şairlerden. Her kuşaktan insanı içine alıveriyor. Hepimizde bir karşılığı var şapkasındaki çiçeklerin. Bir duvar yazısında, bir defter kenarında, kaldırımda, tişörtlerde, çantalarda, bir fotoğraf üstünde, bir yastık kılıfında, her yerde görmemiz mümkün. Sosyal medyada dolaşan çoğu dizenin ona ait olmadığını, onun asıl okurları derhal fark etse de bu Cemal Süreya görgüsünden uzak, basit, tekdüze amatör kalemlerden çıkmış dizeler arasında gerçekte Cemal Süreya’yı genç okur nasıl keşfedecek? Bizi eski şiirin müstahkem mevkiinden alıp dilin gündelik akışkanlığına sürükleyen bu şairi nasıl tanıyacaklar?

Sonuçta bu kötü kopyalar sanal ortamda orada burada kendine yaşayacak bir yer buldu. Ne onu yazana ne has şiiri okuruna ne de imzası çalınana bir faydası olmayan bu ergen his hezeyanları yüceltilmiş olanın karşısında peçesini indirecektir.

Cemal Süreya’yı nasıl biliriz?

Peki, gerçekte nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Eğer onun masasına oturmamış onunla hasbihal etmemişsek, onunla yan yana düşen şairlerin anlattıklarından biliriz. Ülkü Tamer’den biliriz mesela. Bize Papirüs’ün çıkış hikâyesini anlatır. Yerdeki halının Jak’e satılıp ilk sayının parasını nasıl çıkardıklarını anlatır. Böylece o anlatırken İstanbul ile Montmartre arası mesafe bir kuş uçumu kadar kısalır. Güzel hikâyedir, zira bize aynı zamanda şair olmanın değil, şair kalmanın asıl mesele olduğunu öğretir.

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Duruşundan biliriz. Darphane müdürlüğü sırasında darphanenin kirli olduğunu söyleyen dönemin maliye bakanına bu günlerde görmediğimiz bir tavırla bakanın gelişini kastederek, “haklısınız iki saattir …” diye cevabını verir. Elbet bürokratik devlet bunun bedelini ona ödetmiştir. Asla bir ev sahibi olamamış, asla kiracılıktan kurtulamamış, asla daha fazla devlet kademelerinde yükselmesine izin verilmemiştir.

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Sevmediği sokağının, adından, soyadından, şimdi yattığı ve gene adını hiç sevmediği Kulaksız Mezarlığı’ndan… Görünen o ki değiştiremedikleri karşısında değiştirebileceği bir şey olarak sözcükler ona küçük bir alan yarattı. Ve o bu alanı tırnaklarıyla genişleterek sözcüklere hükümran oldu. Adından soyadından harflerinden çıktı gitti ve kendine yeni bir sesleniş seçti.

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

İmzasından biliriz. Yıllardır tartışılır. Bu bir şapka mıdır, yoksa bir profil mi? Müfettişliğe ilk atandığında kendine verilen bir öğütten bahseder. “Bundan sonra asık suratlı ol ve git bir şapka al kendine.” O da gider bir şapka alır. Metin Altıok, “Cemal’in imzasındaki fotör/ bazen başında da olurdu/ yalnız biraz amatör/ biraz da mahcup dururdu” diye yazar Cemal Süreya için yazdığı şiirde. Anlaşılan o ki çok sık kaybedermiş şapkasını. İmzasına gelince semiyolojiyi seven şair kendi imzasını da dillendirmiş gizlice. Hâlâ bilmiyoruz imzasındaki kendi profili mi yandan, yoksa bir şapka mı ta müfettişliğinden kalan…

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Mesela “Folklor Şiire Düşman” makalesinden biliriz. Yıllar yılı hâlâ konuşulup durulur. 1956’dan beri. Oysa ne çok şey değişti, dünya ve ülke değişti, biz değiştik. Ama hâlâ okunurken aynı tartışmalar… Hem kim diyebilir Cemal Süreya’nın folklora düşman olduğunu. İnanmayan açıp okusun, “Yunus ki süt dişleriyle Türkçenin…” neredeyse ozanlar resmigeçidi gibidir. Hem Karacaoğlan’a da kendi şiirini ödünç vermiştir.

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Göçebeliğinden biliriz çokluk. “Ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi/ bizi bir kamyona doldurdular/ Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar/ tarih öncesi köpekler havlıyordu…” Onu öksüz yetim bırakan, onu şair yapan, ebedi ve ezeli göçmen yapan yolculuğun ilk başlangıcını film izler gibi okuruz. Bilecik-İstanbul-Ankara döner durur… İnsan içinden yana yana pervane olur.

“Hayatımı düşündüğüm zaman, zaman zaman düşünürüm nedir ana çizgisi diye, sonunda buldum şefkat arıyorum, nasıl bir adamım, çocukluğunu yitirmiş bir adamım, bununla birlikte biraz ciddi bir adam, yalnız bir adam. Fazla kalabalıktan hoşlanmam, küçük bir arkadaş çevrem var dolaşmayı da sevmem. Aynı masada oturur aynı masada çalışır aynı lokantada yemeğe giderim.” diyor.

Öteki olmanın izleri

Cemal Süreya’nın psikolojisini araştıran kitaplar var piyasada. Erken anne kaybından, üvey ana zulmünden, baba ve dayının kaybının şairi şekillendirişinden bahsediyorlar. Kendisi de bunu dillendiriyor yer yer. Ama diğer taraftan onun hayatı bu ülkede insanla devlet arasındaki ilişkiyi kapsayan karmakarışık bir görüngü, öteki olmanın izlerini taşıyanların egemen olana karşı yaralarını gizleme teşebbüsüdür. Kendisi her şeyi bu kalabalık akış içerisinde şiire taşımıştır zaten. Bir yıkımdan bilinmeze giden bir çocuk, çocukluğu kamyon kasasındayken ne kadar büyüyebilir?

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

“Türkçeyi Türkçenin içinden Türkçenin hükümranlığına şikâyet eden” bir Dersimli olarak biliriz. O Dersimli ki Yakındoğu’nun dallı İspanyolcası Kürtçeyle en güzel Türkçeyi yazandır. Beng-ü bâde’nin peşinde şiir ülkesinin bir libertasıdır.

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Papirüs’ten biliriz. Çıkardığı ve batırdığı dergilerden, dergi aşkından biliriz. İlk dergisini ilkokulda çıkaran ve kızlara 1 kuruşa satan şairin bu heyecanı hiç sönmemiş. 17 dergi batırdığından bahseder röportajlarında. Papirüs’ü üç kez batırır. Daha çok dergilerde var olmayı tercih ettiği anlaşılıyor.

Çocukları da ihmal etmemiştir, Çocukça dergisinde, “Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi” köşesinde onlara yazar. Saçak dergisinde yöneticilik yapar. 2000’e doğru dergisinde “İzdüşümler” adı altında portreler yayımlar. Şiirin debisini dergilerin ayarladığını bilir. Bu ciddi ve gönülden gelen istencin ona yazıları erteleme huyunu bıraktırdığı söylenir.

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Resimlerinden biliriz. Sahi, bilir miyiz acaba? Çoğu zaman bu yönünü atlarız çünkü. Şiirlerine de giren ressamlar vardır: Van Gogh, Kandinsky, Chagall ve Paul Klee. Cemal Süreya şiiriyle de örtüşen ressamlardan. Özellikle figürün tam kaybolmadığı resimleri sever. Kendisiyle birlikte Edip Cansever’in ve Sezai Karakoç’unda resme ilgisinden ve sık sık kendi aralarında resim etüdü yaptıklarından bahseder. “Chagall’ın Şiirleri” yazısında onun resimlerinin kendi şiirinde başat bir yeri olduğunu söyler. Chagall’da her yerde sevişilir, der. Ve “Yazmam Daha Aşk Şiiri” şiirini Chagall etkisinde yazdığını belirtir. Şiirlerinde renkleri kullanmayı sever. Maviyi ve beyazı defalarca kullanır. Onun Üvercinka’sı biraz da bu mavi-beyazlıkta hayat bulur.

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Zekâ ve mizah anlayışıyla biliriz. Bize aktarılan anekdotlardan hazır cevap olduğunu anlıyoruz. Bu nüktedanlığı hem kendi hem etrafındakiler için biraz nefes alanı yaratıyor olmalıydı. Şiirinde ironi ve alayı gözlemleyebiliriz. Bunca zıtlık ve çelişki içerisinde kotarılmaya çalışılmış bir hayatta dilin merkezine bunları yerleştiremezseniz, acının kavuruculuğu hayatı da, şiiri de yakar geçer. Dilin yapısını bozan ve yeniden inşa eden şairlerin katı kültürel kodları dönüştürerek dile bir hareket alanı kazandırmaya çalışması kaçınılmazdır. Bunu Cemal Süreya, “büyük zekâ yangınları çıkarmak” diye açıklar. “Ama bu hükümet ferman çıkarmış Karacaoğlan’ı/otobüse bindirtmiyor” derken gönlünce hükümetle alayını eder.

Nasıl biliriz Cemal Süreya’yı?

Elbet aşklarından biliriz. Tomris, Seniha Zuhal Birsen… Aşka âşık bir adamdan bahsediyoruz işte. Onun tutkusu erotizmin ötesindedir. Başlamış başlayacak olan şeyi zamansızlığa doğru fırlatır. Orada bu donmuş anda kendi temayülündeki varlığı sözcüklerle hareketlendirir. Bunu öyle bir dengede yapar ki, onun tutkusuna ortak oluruz. Denilebilecek en özet hali sanırım şudur Cemal Süreya ki aşka uzun bir önsöz yazmıştır.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 13 Ocak 2023’te yayımlanmıştır.

Emel İrtem
Emel İrtem
Emel İrtem – Şair, yazar ve hemşire. Eskişehir, Seyitgazi'de doğdu. Eskişehir Sağlık Meslek Lisesi’ni tamamladıktan sonra zorunlu hizmeti için Van’da üç buçuk sene görev yapıp 1990 yılında İstanbul Üniversitesi Latin Dili ve Edebiyatı bölümüne başladı. Çeşitli hastanelerde ve ilkyardım birimlerinde hemşirelik yaptı. 2005-2012 yılları arasında Mardin’de yaşadıktan sonra memleketi Eskişehir’e döndü. 2016 senesinde emekliye ayrıldı. Şiirleri “İblis”, “Sombahar”, “Ludingirra”, “Varlık”, “Göçebe”, “Yasak Meyve”, “Evrensel Kültür”, “Şiir Ülkesi”, “Martı”, “Gard” gibi dergilerde yayımlandı. “Divaneliğe Dönen Pergel” isimli ilk kitabıyla 1999'da Orhon Murat Arıburnu Ödülü'nü kazandı. Başlıca eserleri: “Zehirli Rüya”, “Şeker Farenin Kitaplığı”, “Marcus'un Lisan-ı Kalbi”, “Zaviyesi Yıkık Gönye”, “Sana Seviyem” ve “Kâğıttan Kapılar”…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x