Edebiyatımızda, kaybeden karakterlerin sayısı hiç az değil. Okurun kaybedenlere karşı özel bir ilgisi olduğunu söylemek de sanırım yanlış olmaz. Umberto Eco’nun Sıfır Sayı (Numero Zero) adlı eserinin basımı dolayısıyla Londra’da katıldığı bir etkinlikte, “Kazananlarla ilgili konuşmak çok sıkıcı. Gerçek edebiyat her zaman kaybedenlerin hikâyesini anlatır. Madam Bovary bir kaybedendi. Julien Sorel bir kaybedendi. Ben de aynı işi yapıyorum. Kaybedenler çok daha etkileyicidir,” demesi, kaybedenlere yönelik ilginin yalnızca bize özgü olmadığını gösteriyor. Bu durumda, “Neden kaybedenleri seviyoruz?” diye sorabiliriz. Bana kalırsa, bu sorunun hemen ardından, “Gerçekten de kaybedenleri mi seviyoruz?” diye sorulması, hatta kaybedenlerle kendine çizilmiş toplumsal rolleri kabul etmeyen ve bu yollardan sapan karakterler arasındaki ayrımın yapılması gerektiğini düşünüyorum.
Kazananlardan söz etmenin sıkıcılığı, kazanmanın büyük oranda rastlantısal olmaması ve kazanmak için oyunun kuralına göre oynanması gerekliliğinden kaynaklanıyor. Kazanan bir karakterin, kazanma sürecinde geçirdiği aşamaların pek heyecanlı bir tarafı yok. Kaybetmek ise kimi zaman rastlantısal, çoğu zaman da sürprizlere gebedir. Bu yüzden de bir edebiyat karakteri olarak, genellikle kazananlar sıkıcı, kaybedenler caziptir.
Kaybetmek yahut “kazanmayı reddetmek”
Bu bir genelleme elbette. Kaybeden, eğer kazanmaya çalışıyor, ancak bunu gerek beceriksizliği, gerek şansızlığı, gerekse akılsızlığı, öngörüsüzlüğü veya verdiği yanlış kararlar yüzünden başaramıyorsa, yazar bunu amaçlamamış olsa bile ortaya bir ölçüde humor, bir ölçüde kara mizah da çıkabilir. Örneğin Abdülhak Şinasi Hisar’ın Fehim Bey ve Biz adlı yapıtının Fehim Bey’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Hayri İrdal’ı, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ının Selim Işık ve Turgut Özben’i bu tarz karakterlerdir.
Ancak bu karakterlerin hiçbirini Madam Bovary ya da Julien Sorel ile aynı kefeye koyamayız. Her kaybeden aynı nedenlerle kaybetmediği gibi, her kaybedenin kayıpları da farklıdır. Kaybetmekle, bir direnme biçimi olarak “kazanmayı reddetmek” aynı şey değil.
Bu anlamda, Eco’nun söz ettiği karakterlere birebir olmasa bile, bir açıdan benzetebileceğimiz roman karakterimiz Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ındaki Ahmet Celâl’dir. Ahmet Celâl bir kaybedendir, hatta kendini yerde gördüğü bir teneke kutu ile eş tutacak hale gelmiştir, ama onu bu duruma düşüren, toplumun onun ideallerine sırt çevirmesi, kayıtsızlığı ve sonuçta onu ötekileştirmesidir. Stendhal’ın Kırmızı ve Siyah adlı romanının karakteri Julien Sorel’in hırsı ve sınıf atlama arzusu, Flaubert’in Madame Bovary’sinin ise asla tatmin edemediği ihtiraslarıdır onları kaybeden olarak adlandırmamıza neden olan.
Her üç karakter de, ister bazı idealler, isterse kişisel saplantılar nedeniyle olsun, toplumsal rollerine uygun davranmamış, toplumsal beklentileri reddetmiş ve kendileri için öngörülen yoldan, diğer bir deyişle yazgılarından sapmışlardır. Elbette bunun bedelini ödemişlerdir. Yine de, ödedikleri bedel onları kaybeden olarak adlandırmamız için yeterli mi, emin değilim. İster kişilik özellikleri, isterse inatları yüzünden olsun, verili olanı, dayatılanı kabul etmeyip kendilerine başka bir yaşam biçimi seçen ve bu uğurda önlerine çıkan her türlü engele karşı direnen kişileri, sonuçta kaybetmiş olsalar bile, kaybeden değil “aykırı” ya da “sıradışı” olarak adlandırmak daha doğru görünüyor.
Kaldı ki, “kaybeden” denildiğinde ilk akla gelen yeraltı edebiyatı kahramanlarıdır ve onların kaybediş tarzları, yukarıda sözünü ettiğimiz kahramanlarla ciddi farklılar gösterir. Yeraltı edebiyatında üç nedenle; kayıtsızlık, çaresizlik ya da tercih nedeniyle, sadece kaybetme değil, deyim yerindeyse tam bir dibe vurma söz konusudur. Buna rağmen, Eco, sözünü ettiği kaybedenler sınıflamasının içine bu karakterleri, örneğin Chuck Palahniuk’un Gösteri Peygamberi’nin Tender Branson’ını1 ya da Douglas Rushkoff’un Ecstasy Club’ındaki eski bir piyano fabrikasını işgal eden gençleri dâhil ediyor mu, emin değilim. Ancak, bu karakterlerin aykırı ya da sıradışı oldukları kadar, gerçek anlamda kaybeden oldukları da bir gerçek.
Konfor alanının sınırları
Elbette Eco’nun söylediği gibi, kaybedenler çok daha etkileyici. Kazananların ufak tefek entrikalar dışında pek de ilgi çekici bir hayatının olmaması karşısında kaybedenlerin hayatı okurda hem şaşkınlık hem merak uyandıracak, hem de okuru farklı duygu durumları arasında gezdirerek, değişik deneyimler yaşatacak kadar zengin olabiliyor. Bunda okurun ilgisinin, konfor alanının sınırlarıyla doğrudan ilişkili olduğunu da vurgulamak gerek.
Bu noktada, toplumun geneli açısından kabul edilebilir, yani güvenlik açısından tehdit oluşturmayacak oranda bir kaybetmişliğin okurda empati yaratabileceğinden, kabul edilemez orandaki bir kaybetmişliğin ise okur açısından bir tehdit gibi algılanarak, uzak durulmasına yol açacağından söz etmek mümkün. Bu aşamada konu edebiyatın sınırlarını aşıp davranışsal psikolojinin, hatta genetik biliminin alanına da giriyor.
Amerikalı akademisyen ve psikolog Abraham Harold Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi”nin ilk basamağında yemek, içmek, cinsellik, uyku gibi fizyolojik ihtiyaçlar, ikinci basamağında ise güvenlik olduğunu biliyoruz. Her ne kadar yaşam koşulları çok değişmiş, modern bir biçim almış bile olsa, avcı-toplayıcı atalarımızla bizim aramızda genetik açıdan büyük bir fark olmadığı da biliniyor. O yüzden insan davranışları tekrarlı davranışlardır ve arkadaşlıklar, ilişkiler, gidilen mekânlar, yürünen yollar, hatta yenen yemekler bile büyük oranda tekrarlardan oluşur. Aynısını tekrar etmek, denenmişi yinelemek, aynı zamanda güvenliğinden emin olunan konfor alanında kalmak anlamına gelir. O alanda risk çok düşüktür.
Okur davranışlarını da pekâlâ konfor alanında kalmak ve konfor alanının dışına çıkıp risk almak olarak iki kategoriye ayırabiliriz. Umberto Eco’nun “Gerçek edebiyat her zaman kaybedenlerin hikâyesini anlatır,” sözündeki “gerçek edebiyat” vurgusunun tesadüfi olmadığını, bilinçli olarak kullanıldığını düşünüyorum. Karşısına yerleştirebileceğimiz popüler edebiyatın okuru ise, çoğunlukla kitle kültürünün etkisiyle hareket eder, konfor alanından çıktığında huzursuzluk yaşayabilir. O yüzden popüler edebiyatta hikâyeler daha sıklıkla mutlu sonla biter ve kazananların hikâyelerine daha çok yer verilir. Teknik olarak da anlatım biçimleri, karakter yapılanmaları, olay örgüleri çoğunlukla birbirlerine benzer.
Okurun, daha önce okuduğuyla benzer olanı okumasında, güvenliği açısından risk yoktur. İster kaybeden, ister aykırı, istersek de sıradışı diyelim, bu tarz karakterlerin başına gelenler ise okuru riskli bir alanın içine çeker ve tedirginlik verici bir empati kurmasına neden olabilir. “Gerçek edebiyat”ın okuru ise belli düzeyde bir okuma kültürü edinmiş, yaşama farklı perspektiflerden bakma yetisi kazanmış ve genetik kodları ne olursa olsun, onları zorlayarak konfor alanının sınırlarını genişletmiş ve gerektiğinde o alandan çıkmayı göze alabilecek düzeye erişmiş bir okurdur.
Kaybedenleri seviyoruz, ama…
İşte tam da bu aşamada Madame Bovary’ın kaybetmişliği ile Tender Branson’ın kaybetmişliğini kıyaslamak gerekiyor. Elbette Madame Bovary, okuma pratiği sayesinde sınırları genişlemiş konfor alanına sahip olan günümüz edebiyat okurunda daha az tedirginlik yaratacaktır. Tender Branson ise belki de riski seven, görece daha küçük bir kitleye hitap edecektir.
Sonuç olarak, evet, kaybedenleri seviyoruz. Kaybedenlerle aramızdaki mesafeyi koruduğumuzdan emin olduğumuz sürece.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 3 Eylül 2021’de yayımlanmıştır.