Kula’dan haberdar oluşum, İzmir’den Ankara’ya doğru aracımla yol aldığım bir Ekim gününe rastlar. Gün ortası ışığında sağlı sollu uzanan tepeciklerin pudramsı dokusu, yumuşacık renkleriyle kadifemsi bitki örtüsü ve aralarda boy gösteren ilginç kayalıklar, farklı bir coğrafi yapının varlığını ele veriyordu. İlk fırsatta biraz internette gezindim. Bu civarın en genç volkanik bölgelerimizden biri olduğunu ve bu güzelliğin kalbinin Kula’da attığını böylece öğrendim.
Manisa’ya bağlı Kula ilçesi, Türkiye’nin ilk ve tek UNESCO sertifikalı jeoparkıydı. Salihli’yi de içine alan 300 kilometrekarelik bir alana yayılmış Divlit Yanardağı jeopark sahasının büyük bölümü Kula’daydı. Jeoparkta kurulu üç kilometrelik ahşap köprü sayesinde, sönmüş lavların oluşturduğu simsiyah ve gözenekli kayalar üzerinde yürünebiliyordu. Bu deneyimi tatmak üzere yine bir Ekim günü Kula’ya gittiğimde, Kula’yı gezmek için bildiklerimden daha fazla neden sıralanabileceğini gördüm. Kula, kısmen ihmal edilmiş olsa da yaşayan bir hazineydi…
Volkanik bölgesinden peribacalarına; Kibele kültüne ait Attis kabartmalarından Selçuklu ve Osmanlı kültürünü harmanlayan mimari dokusuna; Yunus Emre – Tapduk Emre Türbesi’nden Meryem Ana kilisesine; maden suyu, kaplıca gibi doğal kaynaklarından, onu bir susam-tahin-leblebi cenneti yapan ticari kaynaklarına; tek tip ahşap tabelalarıyla görüntü kirliliğinden uzaklaşmış çarşısından temiz sokaklarına yayılan mis kokulu yemeklerine kadar Kula, kıymetbilir gezginlerin rotasında olmayı hak ediyor.
Divlit Jeoparkı
Beni Kula’ya yönlendiren gerekçe, volkanik yapısıydı. Ancak Divlit Jeoparkı’nı çok zor bulduğumu söylemeliyim. Yetersiz yön tabelaları, yörenin değerlerini pek tanımayan sakinlerin yanlış tarifleri, navigasyon uygulamasının yanıltması gibi nedenlerle, yola benzemeyen yollarda hayli vakit kaybederek hedefe kavuştum.
Ahşap köprüde yürürken, günümüzden 2 milyon yıl önce oluşmuş kayalara dokunduğumda elimi kaçırtacak kadar sıcak olduklarını hissettim. Güneşte tüm ısıyı çekiyorlardı demek. Bu siyah kayalar denizinde insan dışında gördüğüm tek canlı türü, önümsıra kaçışan birkaç kertenkele ile bazı böcekler oldu. Çevrede birkaç tepe, nasılsa lav dokusunda gövermiş birkaç ağaç vardı. Toprak, renk renk yollar çizerek tepeciklerden aşağıya akmıştı, hayran kalmamak mümkün değil. Beni etkileyen bir şey de köprünün mola yerinde kurulu kameriye civarındaki toprağın rengiydi: Pudra pembesi!
Etkilendiğim bir başka şey ise öğrendiğim şu bilgiydi: Lavlar, binlerce yıl önce bölgede yaşamış ilkel insanların ve birtakım hayvanların ayak izlerini korumuşlardı! İzlerin bulunma öyküsü ilginç. Divlit Tepe volkan konisinden çıkan lavlar, izleri bir bazalt cüruf tabakası altında bırakıyor. Bu malzemeden de inşaatlarda kullanmak üzere briket yapıyorlar. 1968’de dozerler cürufları kaldırırken ilk izlere rastlanıyor. Mezolitik çağa tarihlenen bu fosil izlerden bir bölümü ne yazık ki kayboluyor. Elli kadarı ise korunmak amacıyla Ankara’daki MTA Tabiat Tarihi Müzesi’ne taşınıyor. İlk coğrafyacı, Amasya doğumlu Yunan bilgin Strabon’a göre, 2 bin yıl boyunca yanmış Kula’nın volkanları. Strabon, bu yöreye “Katakekaumene” adını yakıştırmış. Yanık Ülke… Şiir gibi.
Çarşı, Sokaklar, Lezzetler
Jeoparkta geçirdiğim saatlerin ardından öğle yemeği için Kula’nın çarşısına indim. Çarşı, trafiğe kapalı. Sadece yayalar ve bisikletliler geziniyordu, birkaç da motosiklet. Çarşıdaki bütün dükkânlar bir örnek ahşap vitrinlere sahipti. Hiçbirinde görüntü kirliliğine yol açan renkli, ışıklı boy boy tabelalar yoktu. Aynı ölçülerde ahşaptan yapılmış tabelalar, bir hizada zarif ferforjelere asılmıştı. Buna Türkiye’nin en yaygın marketler zincirine sahip işletme bile uymuş, adının baş harfini taşıyan turuncu logosundan vazgeçmişti. Bu kadarcık bir özen bile nasıl fark yaratıyordu! İki katlı dükkânların alınlarındaki simgelerden Ay-yıldıza aşinaydım, ancak dikdörtgen içindeki beş köşeli yıldızın anlamını, sordumsa da öğrenemedim.
Yemek yiyebileceğim bir lokanta ararken susam, susam yağı, tahin, helva gibi ürünlerin sergilendiği vitrinlerin çokluğu dikkatimi çekti. Volkanik özelliğinden dolayı Kula’da tarım alanları azmış, ancak olan kısımda hatırı sayılır miktarda susam üretiliyormuş. Muhteşem kokusu sokakları dolduran o kavrulmuş leblebilerin nohutları ise Uşak’tan geliyormuş. Kulalı esnaf, “kınalama” dedikleri kavurma işlemini ustalıkla yapıyor. Ayrıca baharatlı, sakızlı, çikolatalı derken tüm yaratıcılıklarını kullanarak leblebi çeşitlerini on altıya çıkarmışlar.
Girdiğim lokantada yemek seçmek zor oldu. Birbirinden lezzetli görünüyordu hepsi. Biraz ondan biraz bundan tadarken Kula mutfağında elli kadar özgün yemek olduğunu öğrendim. En ünlüleri ekmek dolması, güveç, döndürme, karıştırma, yuvarlak, kapama, erik aşı denen yemeklerle etli, otlu, şekerli çeşitleriyle yöresel pidelermiş. Bana soracak olursanız, cevabım net: İlle de tahinli pide!
Evler, Kilitler, Öpüşen Çatılar
Yemek sonrası ilçe turu, ara sokaklar… Nasıl eski bir doku! Geçmişin izleri belirgin. Bir zamanlar Rumların ve Türklerin komşuluk ettiği Kula’da iki tip ev göze çarpıyor. Türk evleri ahşap ve kerpiçten, ahşap kepenkli, düzayak. Geniş kanatlı bahçe kapısından avluya giriliyor. At arabası kullandıkları için bu bir ihtiyaç. Taş evlerse Rumların; demir kepenkli, eve beş-altı basamak merdivenle çıkılıyor, kapıları işlemeli, avluları evin arka tarafında. Kimi evlerin sokağa bakan yüzünde çok kapılı bina resimleri var. Bir tür yol haritası işlevi taşıyorlar. Resimde kaç kapı varsa, o kadar adım sonra kiliseye varılacak demekmiş. Bazı evler volkanik taşlardan yapıldığı için siyah renkte.
Yöredeki 3 bin evden bin 500 kadarı koruma altına alınmış. Bir kısmı restore edilmiş. Bazı evlerse yıkılmak üzere. İyi durumda olanlar bile rasgele dikilmiş direklerden sarkan kabloların yarattığı keşmekeş yüzünden hoş bir görüntü vermiyor, yazık. Ara sokaklar çok dar. Öyle ki, kimi sokaklarda karşılıklı evlerin çatıları neredeyse birbirine değiyor. “Öpüşen çatılar” diyorlar onlara. Kulalılarca kanıksanmış bu yakınlık. Gülerek söylediklerine göre, yağmurda ıslanmadan yürüyebilmeyi mümkün kılıyor.
Sokaklardan birinde fotoğraf çekerken bir hanım “hoşgeldiniz” diye selamladı beni. Ayaküstü birkaç kelam ettik. Kulalıların kapı çalma adabını ve kapı kilitlerinin dilini ondan öğrendim: Kula evlerinin dış kapısında iki halka var. Ev sahibi uzak bir yere gittiyse içlerinden geçirilen bir iple iki halka birbirine düğümleniyor. Kimse çalmıyor o zaman kapıyı. Eğer ip halkanın birine şöyle bir dolandıysa, ev sahibinin yakınlarda bir yerde olduğu anlaşılıyor. Bu da gelen kişiye, aradığı kişinin adını ünleyerek konu komşuda arama hakkı veriyor. Kapılarda iki de tokmak var. Erkekler tok ses çıkaran büyük tokmakla vuruyorlar kapıyı. İnce ses çıkaran küçük tokmaksa kadınlar için. Tokmağın sesine göre evin erkeği veya hanımı gidiyor kapıyı açmaya.
Osmanlı ve Selçuklu izleri
Sokak sokak gezerken yorulmuştum. Bir kahve içmek için Beyler Evi’nin yolunu tuttum. 18’inci yüzyıldan kalma, alabildiğine bakımlı bir Osmanlı konağı, Beyler Evi. Restorasyonu 2016’da tamamlanmış. Bir dönemin yaşantısını canlandıran ince detaylarla hazırlanmış, dayalı döşeli bir müze kafe. Türk sinemasının birçok filmine de mekân olmuş vaktiyle. Kula’nın kiremit çatılı ilk evlerinden. Haremliği, selamlığı, oda içlerinde dolap duygusu veren banyoları var. Ahşap işlemeli tavanında, merdiven başlarında bereketi simgeleyen nar figürleri bulunuyor. Yerlerde Kula halıları, kilimler… Konağın haremlik tarafında serili bir halı, farklı desenleriyle çok dikkatimi çekti. Avluda kahvemi içerken tanıştığım rehber Fatih Bey, bu halının hikâyesini anlattı bana.
Hayatında hiç deniz görmemiş bir genç kız dokumuş bu halıyı. Bir denizciye âşıkmış. Sevdiceği gemilere çalışmaya gider, aylarca dönmezmiş. Özlem çekerken fotoğraflardan tanımış denizi, gemileri. Baka baka mavi fona gemiler dokumuş, üstlerine şirin yuvalar kondurmuş, hayal ettiği gibi. Kavuştular mı, bilinmiyor. Ama bu aşkın hatırası müzelik bir halının atkı ve çözgülerinde yaşıyor işte.
Fatih Bey, Kula’yı tanıtan bazı broşürler vererek, rehber kitaplardan fotoğraflar göstererek bana hızlı bir bilgi turu yaptırdı. Öğrendiğime göre Bizans döneminde Opsikion adını taşıyan Kula, 1233’te, Anadolu Selçuklu Hükümdarı Alaaddin Keykubat zamanında Türklerin eline geçmiş. Anadolu Beylikleri döneminde Germiyan Beyi Süleyman Şah, Kula’yı başkent yaparak gelişmesini sağlamış. Tarihsel gelişmeler doğrultusunda bir dönem Osmanlı İmparatorluğu ile Germiyanoğulları arasında gelgitler yaşayan Kula, 15’inci yüzyılda Osmanlı idaresindeki Kütahya Sancağı’na, 19’uncu yüzyılda Saruhanlı Sancağı’na bağlanmış. Cumhuriyetin kurulmasıyla Manisa’nın ilçesi olarak tanımlanmış.
Gün batımı yakın olmasaydı, sohbetimiz devam edebilirdi. O akşam Kula’da konaklamayacağımı öğrenen Fatih Bey, “dönmeden mutlaka görmelisiniz” diyerek hemen Kula Peribacaları’na yönlendirdi beni. Kula’nın Burgaz köyüne doğru on altı kilometrelik yol, kat edilmeyi bekliyordu.
Kuladokya
Gediz Nehri üzerindeki köprüyü geçtikten az sonra sola kıvrılan yol, gerçeklik duygusunun yitip gittiği eşikti sanki. Daha yaklaşırken tutmuştu büyüsü. Pastel bir düşün içindeydim. Aracımı çabucak park edip inanılmaz çeşitlilikteki kayalıklar arasından vadinin derinliklerine yürümeye başladım. Kayalık demek haksızlık olur: Heykeller! Doğa, âdeta şehirler oymuştu kayalara. Gemiler, insanlar, hayvanlar… Bakanın düş gücüne göre değişiyordu manzara. En mahir sanatçı doğa, en büyük güçlerini bu tabiat anıtını yapmak için kullanmıştı sanki: Şiddetli yağmurlar, erozyon, sert rüzgârlar, ısı değişimleri… Aşındırıcı etmenler yumuşak tüf dokuyu yok ediyor, sert bazalt doku ortaya çıkıyor ve peribacaları doğuyor!
Bu, sürekli bir oluşum. Peribacalarının kaç yaşında olduğu net olarak bilinmiyor. Oluşumun 20 milyon yıldan eski bir tarihte başladığı tahmin ediliyor. Sürekli deviniyor Kuladokya. Fazla aşınan peribacaları yıkılırken yenileri oluşuyor. Civarda yüz kadar volkan konisi saptanmış. Bilimsel verilere göre buradaki son volkan patlaması, günümüzden 10 – 12 bin yıl öncesine tarihleniyor. Kuladokya, İngiliz ve Hollandalı jeologlarca yıllardır incelenmekteymiş. Akdeniz Üniversitesi Coğrafya bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Tuncer Demir de Kula UNESCO Global Jeoparkı Koordinatörü ve Akademik Danışmanı sıfatıyla bu çalışmalara eşlik ediyormuş.
Bölge tamamen doğal sit alanı. İnsan yerleşimine kapalı. Kuladokya, tırmanış veya kamp yapmak isteyen gezginlere açık, ancak civarda hiçbir tesis ve güvenlik sistemi yok. Giriş de otopark da ücretsiz. Kuladokya, adını Kapadokya’ya benzerliğinden almış ama Kapadokya’daki insan yerleşimi, bana göre atmosferin büyüsünden çalıyor.
Kula, Sana Borcum Olsun
Gün boyu küçük bir beldeyi dolaşırken sanki çağların içinden geçmiştim. Yorgun, ama doygun, aracıma yöneldim. Güneş iyice çekilmiş, Ay yükseliyordu. Artık geri dönmeliydim.
Ne yazık ki Kula’nın göremediğim değerleri bir başka ziyaretime kalmıştı. Taptuk Emre-Yunus Emre Türbesi, Meryem Ana Kilisesi, Attis Kabartmaları, etnoğrafya müzesi ve Emir Kaplıcaları, görülmesi gerekenler listemdeydi. Gelecek sefere Kula’da konaklayabilirdim belki. Ama belkisiz emin olduğum bir şey vardı: Bu kez geziye mutlaka Kuladokya’dan başlayacak, günün büyük bölümünü o büyülü vadide, o periler diyarında geçirecektim.
İçimde, aklımda bu gezinin duygusu dipdiri. Evet, Kula coğrafyasında görülecek çok şey var, ama yapılması gereken çok şey de var. Özellikle Kula evleri gibi bir mirasın ayakta tutulması için hızlanmak gerek sanki. Etnografik, arkeolojik, jeolojik, tarihi ve mimari değerleriyle Kula, gerçekten bir müze-yerleşke, yaşatılması gereken bir hazine.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 16 Ağustos 2024’te yayımlanmıştır.