Nobel – Onla da olmuyor, onsuz da…

“Görünüşe bakılırsa tüm yazarlar Nobel’e karşı; tümünün kendine özgü bir eleştirisi var; kimisi doğrudan doğruya tiksiniyor; kimisi de hiçbir zaman layık görülmeyeceğini bilmenin verdiği özgüvenle sayıp döküyor. Ama hiç kimse; abartısız hiç kimse Nobel Edebiyat Ödülü’ne bîgane kalamıyor.” Peki, bunun sebebi ne? Arka bahçede neler oluyor? Hikmet Temel Akarsu yazdı.

Edebiyat dünyasına özgü Geleneksel Karakucak Güreşleri’nin bu yılki kapışmaları için sezon açıldı. Yiğitler çıktı meydane; her biri yekdiğerinden merdane! Vakıa Nobel Edebiyat Ödülü bu yılki sahibini Ekim ayında buldu ve 11 Aralık’ta İsveç’in Başkenti Stockholm’de ritüelleriyle ünlü bir törenle Güney Koreli kadın yazar Han Kang ödülünü kucaklayacak. Böylece pehlivan tefrikalarının bu yılki fasikülünü kaleme almak; destanını yazmak, maişetini kovalamak için tüm dünya yazarları birbirlerine el-ense çekecek. Hem de peşreve gerek duymaksızın. Peşreve neden gerek duyulmayıp doğrudan el-ense çekiliyor; malûmâliniz efendim: Zurnada peşrev olmaz!

“Efendim onu hakkı değil, şunun hakkıydı; efendim bu yıl sıra şundaydı; efendim ne absürd bir seçimdi bu seneki; efendim Nobel Jürisi yine edebiyat dünyasını ters köşe yapmayı başardı; aman efendim bu kadar da saçmalamak olmaz ki; hem zaten Nobel de ne ki; efendilerin sadakat nişanı değil mi?” gibisinden milyonlarca marazi düşüncenin ortama saçılacağı bir soğuk sonbahar huzursuzluğu ve dahi tulûatı daha gelmiş çatmış oluyor böylece.

Kara bela Nobel

Evet; görünüşe bakılırsa tüm yazarlar Nobel’e karşı; tümünün kendine özgü bir eleştirisi; bir muahezesi, bir muhalefeti var; kimisi ise doğrudan doğruya tiksiniyor; ya da kendisinin hiçbir zaman layık görülmeyeceğini bilmenin verdiği özgüvenle sayıp döküyor. Ama hiç kimse; abartısız hiç kimse Nobel Edebiyat Ödülü’ne bîgane kalamıyor. Nobel alan eseri gizlice de olsa alıp okumadan duramıyor; bir mecliste lafı açıldığında eksik kalmamak için kıskanç talebe misali hakkında bilgi ediniyor; neticede illa ki dudak bükecek ve aşağılayacak, ama bilmek istiyor; ne yapmış bu işbilir şahsiyet de ödülü götürmüş! Gizemli bir kıskançlık duymadan da edemiyor.

İşte biz yazınsallığa gönül vermiş âdemoğullarının kara sevdamız; anksiyetemiz; ve eşzamanlı olarak kara belamız Nobel böyle bir şey! Onla da olmuyor, onsuz da olmuyor.

Aslında tüm edebiyat ödülleri için geçerli değil midir bu yaklaşım! Hesapta hepimiz karşıyızdır; hesapta hepimiz aşmış birer yadsıyıcıyızdır; hesapta hepimiz tüm bu sistem rüşvetlerine muhalifizdir, ama bir ödüle layık görülmeyi de sinsi sinsi özleriz. Sıra bize geldi mi, ansızın salonun ışıkları yanar; spotlar altında bambaşka bir şarkı söylenmeye başlar.

Bu konuda yazarlara mahsus ikiyüzlülüğün dışına kaç kişi çıkabilmiş ki; işte bakalım; 105 yıllık Nobel tarihçesinde bu ödülü alnının akıyla reddedebilmiş kaç kişi var: Bir tek Jean-Paul Sartre! Elbette ki Boris Pasternak’ın da 1958 Nobel Ödülü’nü reddetmiş olduğunu unutmuş değiliz. Ama onun özgür iradesiyle değil, Sovyet sisteminin ağır baskısıyla bu tasarrufta bulunduğunu düşünüyoruz. Hoş, bu ağır baskı tek taraflı da değildi ya! Pasternak’ın ünlü şaheseri Doktor Jivago’nun ülke dışına kaçırılma ve yayınlanma serüveni casus romanlarına taş çıkaracak bir şekilde koca 20. Yüzyıl Soğuk Savaşı’nın sofistike bir özeti gibidir.

Han Kang – Vejetaryen

İşte bu nevi duygularla dopdolu, kendi küçük yazarlık dünyamda sörf yapar ve bu yılki Nobelist Han Kang’ın başyapıtı olarak değerlendirilen Vejetaryen hakkında verdiğim müspet mütalaadan dolayı, güncel mali müzayakalar arasında rızkımdan ekmeğimden keserek satın aldığım kitabımı kızkardeşim, kadın arkadaşım ve üniversiteden kankim olan bir başka arkadaşım arasında hangi takvim ve hangi sıralamaya göre ödünç vereceğimi derin derin düşünür ve de hepiceğinin feminist saldırılarına ne şekilde karşı koyacağıma dair stratejiler geliştirmeye çalışırken telefonumun zili her zamanki kinayeli melodisiyle acı acı çığlıklar atmaya başladı: “All alone am I…”

Efendim, arayan yayın dünyasının duayenlerinden, çok kıymet verdiğim editör, şair ve eleştirmen bir dostumdu ki zat-ı muhteremleri Fikir Turu sitesinin de yazı heyetindendirler. Efendim 11 Aralık Nobel Ödül törenine kadar işbu konuya bir izahat getirebilir miydim? İşbu ehemmiyetli mükâfatın encamı hakkında bir miktar mütalaada bulunabilir miydim? Gündem münasebeti ilâ Nobel Ödülleri hakkında birazcık malûmat içeren bir yazı neşreylemek iktiza ediyordu da…

İşbu müstesna şahsiyete her daim olduğu gibi derhal “Hayhay!” demek isterdim. Lakin bu kez diyemedim. Hakkında güneşin altında söylenmemiş tek bir söz kalmayan bir konuda yeni ve orijinal olan ne yazabilirdim ki! Bugüne kadar Nobel Edebiyat Ödülü hakkında müspet ya da menfi manada söylenmemiş söz kalmış mıydı? Hadi diyelim, teknik bilgi verelim geçsin bitsin: E, 2006 Nobel Ödül Töreni’ne bizzat katılan ve o dönemde Yayıncılar Birliği yöneticilerinden olan aziz dostumuz yayıncı, şair ve eleştirmen Metin Celal, Nobel Ödülleri’nin işleyişi, jürinin teşkili, adayların belirlenmesi, değerlendirme süreci ve tüm diğer bürokrasi ve ritüelleri olanca ayrıntısıyla değerlendiren bir yazı yazmamış mıydı ta o tarihte! E, hadi ödül alan yazarları değerlendirelim desen Wikipedia bu türden yazıların allamesi ile dopdolu değil miydi! Zaten hepsi de dünyaca ünlü olan bu yazarlar hakkında yazılmayan bir şey, söylenmeyen bir söz mü kalmıştı! E, hadi Nobel hakkındaki komplo teorilerine girelim desek; yahu profesyonellerin at koşturduğu bu konuda benim naçiz mülahazalarımın ne kıymeti olabilirdi ki!

Nobel ödüllü Churchill – hiçbir edebi eser yazmadığı halde

Böylece telefonda yaşanan bir “bilek güreşi”(?) sonucunda kendi özgün ve müstehzi görüşlerimi kaleme almayı muhterem editörüme kabul ettirebildim. Aramızdaki benzersiz yazar-editör iletişiminin gereği “Yayınlarım ne gelirse,” demedi bu kez; düşünceli bir ses tonuyla alanı bana terk etti ve karamsar bir sessizliğe doğru koptu gitti. Ben de bir büyük savaşı kazanmış ve fakat uzun, maceralı ve ışıltılı hayatı boyunca hiçbir edebi eser yazmadığı halde 1953 Nobel Edebiyat Ödülü’nün müzesine götürmüş Sir Winston Churchill’in kıvanç ve pişkinliği içinde yazı makinama doğru uzattım parmaklarımı. Ayağının topa değdiği her adımda penaltı kazanan Galatasaray kadar özgüvenli hissediyordum şimdi kendimi. Kuşkusuz bu motivasyonla girişeceğim yazım bir başka edebiyat dehası olan ve 2016 Senesi Nobel Ödülü’nü görkemli bir edebiyat külliyatı husule getirmek neticesinde hak eden Bob Dylan’ın “Like a Rolling Stone” şarkısındaki gibi lirik ve derinlikli olamayacaktı ama neticede bana da Nobel verilmeyeceği kesin olduğu için rahatça atıp tutmamda hiçbir sakınca yoktu.

“Çocuk Geliyor”

Sadede gelecek olursak; bu yılın Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Güney Koreli genç denebilecek kadın yazar Han Kang’ın eserleri son derecede duyarlı yapıtlar olsalar da Nobel listesinde görmeye alışkın olduğumuz geniş külliyatlı, görkemli yazarlardan biri olmaması dolayısıyla durumdan vazife çıkararak komplo teorisyenlerine kulak kabartıyorduk ki, bu konuda da ters köşe olmayı başardık.

Beklendiği üzere Rusya-Ukrayna Savaşı’na Kuzey Kore’nin fiilen dahil olmasının karşı hamle ve mesaj olarak Güney Kore’ye ödül verildiğine dair bilgiç değerlendirmeleri dinliyor ve Han Kang’ın Çocuk Geliyor romanında, tıpkı 12 Eylül Türkiye’sindeki gibi yaşananların ne kadar çıplak bir gerçekçilikle yazıldığını övüyorduk ki “bermutat” (!) beklenmeyen olaylar gelişti: Olmayacak şey; Güney Kore’de aniden sıkıyönetim ilan edildi ve devlet krizi başgösterdi. Parlamento kapatıldı, önüne barikatlar kuruldu, milletvekilleri duvarlardan tırmanarak, iplerle sarkarak, polisle itişerek, kapıdan kovsalar bacadan girerek genel kurul salonuna erişti ve sabaha doğru anayasanın gereğini yerine getirdi ve bu arada yolsuzlukla suçlanan devlet başkanı yine de politikacılara özgü akıl almaz manevralarla pozisyonunu korudu. Diyeceğim o ki; bu kadarını Nobelist Han Kang bile düşünemezdi ve “netekim” düşünememişti. Azizim edebiyat artık hayatın hızını yakalayamıyor; korkarım Nobel jürisine yeni nesil komplo teorileri üretecek yapay zekâ tabanlı bazı “app”lar sunmak gerekiyor.

Bu konulara bütünüyle girmeden önce bu yılın Nobel’ini kazanan Koreli Han Kang’ın edebiyatını Çocuk Geliyor adlı kitabından başlayarak birazcık değerlendirmeye çalışalım. Çocuk Geliyor, Kore’de 1980 senesinin Mayıs ayında ordu tarafından gerçekleştirilen ve muhalif solun acımasızca ezilip binlerce kişinin vahşice öldürüldüğü ve işkenceden geçirildiği Gwangju Ayaklanması’nı olanca çıplaklığıyla ve gerçekliğiyle anlatan bir eser. Esere roman demek mümkün değil. Çünkü kurmaca olduğunu düşünmek eserin değerini tümden yok edebilir. Anlatı demek en doğrusu. Eser, ayaklanma sırasındaki feci yaşanmışlıkları, olayların farklı mağdurlarının zaviyesinden, ikinci tekil şahsa hitaben, fragmanter olarak en yalın şekliyle anlatıyor. Normal şartlarda herhangi bir edebiyat fakültesinde bitirme ödevi olarak verilse başarısız denecek kadar sıradan yazınsallık Han Kang’ın yalın gerçekliği olanca acımasızlığıyla anlatarak brutal bir algı yaratması sonucunda benzersiz bir değer kazanıyor. Benzer tarihlerde benzer sorunsalları yaşamış ülkemizde bu tür damardan bir anlatı yaratılamadığını görmek hazin. Bizdeki anlatılar Eylülist yaftasını yemenin ötesine gidemediler ne yazık ki. Daha hazin olan paradoks ise bu korkunç vahşeti yaşatanların kurduğu siyasal modelin Kore’yi varsıllığa taşıması ve yarım yüzyıl sonra varsıllar imparatorluğunun en büyük edebiyat ödülünün bu vahşeti anlatan yazara tevdi edilmesi.

Han Kang’ın başyapıtı sayılan Vejetaryen romanı ise henüz okumamışların beklediği ve umduğu gibi sadece ve sadece vejetaryenizmi yüceltmek ve kutsamak gibi ortalama ve ucuz bir hedefe yönelmiş bir eser değil. Bilakis son derecede vurucu bir psikolojik roman. Roman üç uzun öykünün birleşmesi ile oluşuyor. Gerçekçi, etkileyici, yalın ve içtenlikli bir anlatı. Aniden vejetaryen olmaya karar veren evli bir kadının normalde her ailede görülebilecek türden tepkilerle karşılaşması sonucunda ruhunda meydana gelen; daha doğrusu açığa çıkan dönüşümleri ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Post-modern kalıplardan sıyrılmış roman sanatının ne denli etkileyici olabildiğinin bir tür kanıtı gibi olan eserde ilk öyküdeki anlatının sıradanlığına aldanmamak gerekiyor. İkinci öyküde, bitki formundaki sanatsallığın insan gövdesine işlendiğindeki yansımanın insanı bir ağacın ya da bir bitkinin ruhsallığına taşıması ilginç bir ruh halini yansıtıyor. Son bölümdeki; her haliyle normal ve ortalama bir ablanın vejetaryenizmin ateşlediği duyarlılık sonucu giderek anoreksiya nevroza ve katatoniaya duçar olarak ölümü özleyen kardeşini sağaltmaya çalışırken yaptığı içsel hesaplaşma, sıradan insan yaşamının yadsınması ve giderek ağaçların yaşamsallığına öykünülmesi derin düşünsel-ruhsal tartışmaları zihinlere taşıyor. Herkesin okumaması, okuyanların anlayanlarla tartışması, belki ikinci-üçüncü defalar okunması gereken; basitmiş gibi gözükürken paradoksal suallere insanı taşıyan zor bir eser.

Jon Fosse – Annie Ernaux, Abdulrazzak Gurnah ve Orhan Pamuk

Son yıllarda varsıllar imparatorluğunun en prestijli edebiyat ödülü bu nevi brutalist ve gerçekçi; sosyal temalara odaklanmış anlatılara gidiyor. Geçen yılın Nobelisti Jon Fosse’nin, biyografisini roman formunda anlattığı Norveçli şizofren ressamın paranoyak hikâyesi, bir başka eserinde yaşlı yakınına son elvedaya yetişmeye çalışan bir yaşlının altını tutamama öyküsü, Annie Ernaux’ın feminist başkaldırısı, Abdulrazzak Gurnah’ın göçmen dramları vs. Bunların hepsi de gerçekçi; koyu brutalist anlatılar. Buradan hareketle şu iddiayı öne sürebilir miyiz? Post-modern Çağ edebiyatı hitam buluyor; yerine daha gerçekçi ve iç dünyalara, ruhsallığa somut psikolojik unsurlarla temas eden brutalist anlatılar geliyor. Nobel Ödülleri’nin dünya siyasasının gidişine ve yönelimine dair emsalsiz bir barometre olduğunu bilen benim gibiler bu gibi seçimlere dikkatle bakmayı tercih ederler.

Geriye doğru giderek bakacak olursak, tıpkı bu örnekte olduğu gibi, Nobel’in dünya ana akım siyasetinin barometresi ve yönlendiricisi olduğunu gösteren sayısız kanıtla karşılaşırız. Neo-liberal küreselleşmeci ekonomik ve siyasi akımların devrede olduğu dönemlerde antitez olarak ulusalcılık gelişmeye başladığında ansızın ödüller Nazi mezalimine doğru kayıverir. Siyasal İslam’ın belli amaçlarla devreye sokulacağı dönemlerde post-modern oryantalist anlatılara gider ödüller ki Orhan Pamuk’un aldığı 2006 yıl Nobel’i bunun en çarpıcı örneğidir. Anımsanacağı üzere pastişli, katmanlı, tarih soslu, iktibaslı post-modern romanlarını endüstriyel edebiyat pazarlaması ile sunan ve spektakuler röportaj ve demeçlerle üne kavuşan Pamuk, Nobel’in bu eğilimlerini göz önünde bulundurarak yazmış olduğu Kar adlı romanında siyasal İslamcı kahramanlara hayranlığını ve Kemalist jakobenizme nefretini dile getiriyordu. Dönemin ruhu gereği Nobel jürisi bu feraset ve gayreti asla es geçemezdi.

Kafka gibi, Orwell gibi, Tolstoy gibi ecinniler…

Aslında bütün dönemlerde durum aynıdır ve bunu yadsımaya gerek görmeyecek bir edebi olgunluğa insan belli bir yaşa eriştiğinde vakıf olabiliyor ve kabullenebiliyor. Darendeliler, Haymanalılar ya da Koçhisarlılar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği bile kendi kültürünü dayatacak eserler üretmeye, “sanatsallık-yazınsallık” (!?) geliştirmeye çalışırken dünyanın hakimleri; efendiler boş mu oturacaklardı! Meydanı Kafka gibi, Orwell gibi, Tolstoy gibi ecinnilere mi bırakacaklardı!

Nobelistler listesine dikkatli baktığımızda Birinci Dünya Savaşı öncesinde kolonyalist kibir ve edayı görürüz. Yirminci Yüzyıl’ın ilk üç çeyreğinde Hintli Rabindranath Tagore’u (1913) saymazsak Avrupa ve Amerika edebiyatı dışında başka bir yerde edebiyat yok gibidir. İkinci Dünya Savaşı’na kadarki dönemde Alman Edebiyatı da önemli derecede iltifat görmüştür. Hatta Norveçli, fakat Nazi felsefesine yakın bir anlayışı olan Knut Hamsun (1920) bile Nobel alabilmiştir. Thomas Mann da (1929) bu dönemde Nobel alan Alman yazarlarındandır.

İkinci Büyük Savaş’tan sonra Alman Edebiyatı ancak yumuşamacı, insancıl, şiddet karşıtı olduğunda sistem tarafından kabul edilmiştir. Bunların en önemli örnekleri Hermann Hesse, Heinrich Böll, Günter Grass gibi yazarların edebiyatlarıysa da Hesse üzerinde ayrıca durmak gerekir. Aslında İsviçre’nin Almanca konuşulan bir kantonundan olan Herman Hesse barışsever bir kişiliktir ve İkinci Dünya Savaşı travmaları dolayısıyla ağır psikolojik sorunlar yaşamıştır. Ancak İkinci Büyük Savaş sonrası neşredilen Bozkırkurdu, Siddartha, Klingsor’ın Son Yazı, Narzis ve Goldmund gibi romanlarıyla savaş sonrası dönemin pasifist, barışçıl ve Budist akımlarına kaynaklık etmiştir. Bu akımlar daha sonra Amerika’da “baby boom” döneminde (1950’ler) gelişen yadsıyıcı Beat akımları ile iblağ edilerek Hippiizm akımı ortaya çıkarılmıştır ki bu Soğuk Savaş sırasındaki alternatif muhalif yaşamlar önermek ve Sosyalist Blok’un özlemlerini kışkırtmak için muhteşem bir argüman olarak yıllarca işlev görmüştür.

Özgürlüğün Yolları

İkinci Büyük Savaş sonrası gelişen eksistansiyalist akımlar dolayısıyla Fransız Edebiyatı öne çıkmış Camus, Sartre gibi yazarlar varoluşçuluk akımının idealist felsefeye yaslanan, enterne edilmiş sol muhalefeti dolayısıyla ziyadesiyle faydalı, işlevsel bulunmuştur. Her ne kadar Jean-Paul Sartre sonuna kadar Marksist paradigmayı savunduğunu iddia etse de başta Özgürlüğün Yolları üçlemesi olmak üzere (Uyanış, Bekleyiş, Tükeniş) edebi anlamda değerli olan bütün eserleri bu eksistansiyalist felsefeyi yansıtır.

Nobel serüveninde Rus Edebiyatı da ön planda olmuş, fakat sadece Rusya’ya içeriden muhalefet eden, Batı dünyasına yakın yazarlar ödüllendirilmiştir. İvan Bunin (1933), Mihail Şolohov (1965), Boris Pasternak (1958), Alexandre Soljenistin (1970) gibi. Bu siyasal maslahat, güdü ve pragmatizm 2015 yılında Belarus’tan Svetlana Aleksiyeviç’e Nobel verilirken bile değişmemiştir.

80’li yıllar sonrasında başgösteren Latin Amerika Edebiyatı da ödülsüz bırakılmamıştır. Gabriel Garcia Marquez (1982) ve Mario Vargas Llosa (2010) yılında kupayı kaldırmıştır. Irkçılığı, İslamofobi’yi ve göçmen karşıtlığını olumlu ya da olumsuz her hâlükârda sistemin vazettiği doğrultuda ele alan Toni Morrison (1993), Naipaul (2001) ve Abdulrazzak Gurnah (2021) gibi yazarlar da Nobel’e layık görülmüştür. Son yüz yıldır büyük acılar içinde kıvranan Arap dünyasında ise sadece Necip Mahfuz Nobel alabilmiştir. O da Mısır’lı Kıpti bir Hıristiyan’dır.

Tek kelimesini bilmediği dillerin edebiyatları hakkında pervasızca ödüller dağıtmakta hiçbir beis görmeyen, hiçbir şekilde yüksünmeyen, hiçbir vicdani sorumluluk duymayan Nobel’in siyasal edimleri, uygarlığımızın gidişine rota çizmek için uyguladığı sofistike metotlar, ana akım düşünceyi yükselten yazarları kutsaması ve altınla tartması, gerçek muhalifleri “ignore” ederek yerlerine “mış gibi yapan” muhalifleri ustaca koyması, gerçek yazarları sessizlik bulutları altında sıfırlayan zeki manevraları vesaire bugün ortalama bir yazar için bile çözülemez, anlaşılamaz, analiz edilemez bir sır değil. Aslında bu durum, hayatı ve dünyayı kavramış, bilgelik çeşmesinin suyuna erişmiş gerçek bir yazar için sorun da değil! Asıl sorulması gereken soru, tüm bunlara rağmen; gerçek edebiyatın, muhalifler, sıradışılar, aykırılar, hayalciler, itaatsizler ve avangartlar tarafından yapılabildiğini artık edebiyata gönül vermiş çocuk yaştaki yazarların dahi bilmesine rağmen neden herkesin bu mahfilin edimlerine hâlâ bu denli hayran/meftun olduğu!

Ki bunun yanıtını da gerçek yazarlar gayet iyi bilirler!

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 10 Aralık 2024’te yayımlanmıştır.

Hikmet Temel Akarsu
Hikmet Temel Akarsu
Hikmet Temel Akarsu - Romancı, öykücü, hiciv ve oyun yazarı Hikmet Temel Akarsu 1960 yılında Gümüşhane’de doğdu. Dokuz yaşında ailesi ile birlikte İstanbul’a yerleşti. 1982 yılında İTÜ Mimarlık Fakültesi’nden mezun oldu. Mimar çıktığı yıllardan bu yana ülkede süregiden mimarlık uygulamalarını yadsıdı ve bu şartlar altında bu pratiğe dâhil olmaktansa mesleğin düşünsel tarafında yer almayı tercih etti. Yaşam düşü olan yazarlığa kendini adadı. Roman, öykü, deneme, makale, eleştiri, oyun ve senaryo yazarlığı da dâhil olmak üzere edebiyatın hemen tüm alanlarında ürün verdi. Sadece seri romanları değil, hiciv ve eleştiri yazıları da toplumda yankı buldu. Uluslararası PEN, Türkiye Yazarlar Sendikası, BESAM ve Mimarlar Odası üyesidir.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Nobel – Onla da olmuyor, onsuz da…

“Görünüşe bakılırsa tüm yazarlar Nobel’e karşı; tümünün kendine özgü bir eleştirisi var; kimisi doğrudan doğruya tiksiniyor; kimisi de hiçbir zaman layık görülmeyeceğini bilmenin verdiği özgüvenle sayıp döküyor. Ama hiç kimse; abartısız hiç kimse Nobel Edebiyat Ödülü’ne bîgane kalamıyor.” Peki, bunun sebebi ne? Arka bahçede neler oluyor? Hikmet Temel Akarsu yazdı.

Edebiyat dünyasına özgü Geleneksel Karakucak Güreşleri’nin bu yılki kapışmaları için sezon açıldı. Yiğitler çıktı meydane; her biri yekdiğerinden merdane! Vakıa Nobel Edebiyat Ödülü bu yılki sahibini Ekim ayında buldu ve 11 Aralık’ta İsveç’in Başkenti Stockholm’de ritüelleriyle ünlü bir törenle Güney Koreli kadın yazar Han Kang ödülünü kucaklayacak. Böylece pehlivan tefrikalarının bu yılki fasikülünü kaleme almak; destanını yazmak, maişetini kovalamak için tüm dünya yazarları birbirlerine el-ense çekecek. Hem de peşreve gerek duymaksızın. Peşreve neden gerek duyulmayıp doğrudan el-ense çekiliyor; malûmâliniz efendim: Zurnada peşrev olmaz!

“Efendim onu hakkı değil, şunun hakkıydı; efendim bu yıl sıra şundaydı; efendim ne absürd bir seçimdi bu seneki; efendim Nobel Jürisi yine edebiyat dünyasını ters köşe yapmayı başardı; aman efendim bu kadar da saçmalamak olmaz ki; hem zaten Nobel de ne ki; efendilerin sadakat nişanı değil mi?” gibisinden milyonlarca marazi düşüncenin ortama saçılacağı bir soğuk sonbahar huzursuzluğu ve dahi tulûatı daha gelmiş çatmış oluyor böylece.

Kara bela Nobel

Evet; görünüşe bakılırsa tüm yazarlar Nobel’e karşı; tümünün kendine özgü bir eleştirisi; bir muahezesi, bir muhalefeti var; kimisi ise doğrudan doğruya tiksiniyor; ya da kendisinin hiçbir zaman layık görülmeyeceğini bilmenin verdiği özgüvenle sayıp döküyor. Ama hiç kimse; abartısız hiç kimse Nobel Edebiyat Ödülü’ne bîgane kalamıyor. Nobel alan eseri gizlice de olsa alıp okumadan duramıyor; bir mecliste lafı açıldığında eksik kalmamak için kıskanç talebe misali hakkında bilgi ediniyor; neticede illa ki dudak bükecek ve aşağılayacak, ama bilmek istiyor; ne yapmış bu işbilir şahsiyet de ödülü götürmüş! Gizemli bir kıskançlık duymadan da edemiyor.

İşte biz yazınsallığa gönül vermiş âdemoğullarının kara sevdamız; anksiyetemiz; ve eşzamanlı olarak kara belamız Nobel böyle bir şey! Onla da olmuyor, onsuz da olmuyor.

Aslında tüm edebiyat ödülleri için geçerli değil midir bu yaklaşım! Hesapta hepimiz karşıyızdır; hesapta hepimiz aşmış birer yadsıyıcıyızdır; hesapta hepimiz tüm bu sistem rüşvetlerine muhalifizdir, ama bir ödüle layık görülmeyi de sinsi sinsi özleriz. Sıra bize geldi mi, ansızın salonun ışıkları yanar; spotlar altında bambaşka bir şarkı söylenmeye başlar.

Bu konuda yazarlara mahsus ikiyüzlülüğün dışına kaç kişi çıkabilmiş ki; işte bakalım; 105 yıllık Nobel tarihçesinde bu ödülü alnının akıyla reddedebilmiş kaç kişi var: Bir tek Jean-Paul Sartre! Elbette ki Boris Pasternak’ın da 1958 Nobel Ödülü’nü reddetmiş olduğunu unutmuş değiliz. Ama onun özgür iradesiyle değil, Sovyet sisteminin ağır baskısıyla bu tasarrufta bulunduğunu düşünüyoruz. Hoş, bu ağır baskı tek taraflı da değildi ya! Pasternak’ın ünlü şaheseri Doktor Jivago’nun ülke dışına kaçırılma ve yayınlanma serüveni casus romanlarına taş çıkaracak bir şekilde koca 20. Yüzyıl Soğuk Savaşı’nın sofistike bir özeti gibidir.

Han Kang – Vejetaryen

İşte bu nevi duygularla dopdolu, kendi küçük yazarlık dünyamda sörf yapar ve bu yılki Nobelist Han Kang’ın başyapıtı olarak değerlendirilen Vejetaryen hakkında verdiğim müspet mütalaadan dolayı, güncel mali müzayakalar arasında rızkımdan ekmeğimden keserek satın aldığım kitabımı kızkardeşim, kadın arkadaşım ve üniversiteden kankim olan bir başka arkadaşım arasında hangi takvim ve hangi sıralamaya göre ödünç vereceğimi derin derin düşünür ve de hepiceğinin feminist saldırılarına ne şekilde karşı koyacağıma dair stratejiler geliştirmeye çalışırken telefonumun zili her zamanki kinayeli melodisiyle acı acı çığlıklar atmaya başladı: “All alone am I…”

Efendim, arayan yayın dünyasının duayenlerinden, çok kıymet verdiğim editör, şair ve eleştirmen bir dostumdu ki zat-ı muhteremleri Fikir Turu sitesinin de yazı heyetindendirler. Efendim 11 Aralık Nobel Ödül törenine kadar işbu konuya bir izahat getirebilir miydim? İşbu ehemmiyetli mükâfatın encamı hakkında bir miktar mütalaada bulunabilir miydim? Gündem münasebeti ilâ Nobel Ödülleri hakkında birazcık malûmat içeren bir yazı neşreylemek iktiza ediyordu da…

İşbu müstesna şahsiyete her daim olduğu gibi derhal “Hayhay!” demek isterdim. Lakin bu kez diyemedim. Hakkında güneşin altında söylenmemiş tek bir söz kalmayan bir konuda yeni ve orijinal olan ne yazabilirdim ki! Bugüne kadar Nobel Edebiyat Ödülü hakkında müspet ya da menfi manada söylenmemiş söz kalmış mıydı? Hadi diyelim, teknik bilgi verelim geçsin bitsin: E, 2006 Nobel Ödül Töreni’ne bizzat katılan ve o dönemde Yayıncılar Birliği yöneticilerinden olan aziz dostumuz yayıncı, şair ve eleştirmen Metin Celal, Nobel Ödülleri’nin işleyişi, jürinin teşkili, adayların belirlenmesi, değerlendirme süreci ve tüm diğer bürokrasi ve ritüelleri olanca ayrıntısıyla değerlendiren bir yazı yazmamış mıydı ta o tarihte! E, hadi ödül alan yazarları değerlendirelim desen Wikipedia bu türden yazıların allamesi ile dopdolu değil miydi! Zaten hepsi de dünyaca ünlü olan bu yazarlar hakkında yazılmayan bir şey, söylenmeyen bir söz mü kalmıştı! E, hadi Nobel hakkındaki komplo teorilerine girelim desek; yahu profesyonellerin at koşturduğu bu konuda benim naçiz mülahazalarımın ne kıymeti olabilirdi ki!

Nobel ödüllü Churchill – hiçbir edebi eser yazmadığı halde

Böylece telefonda yaşanan bir “bilek güreşi”(?) sonucunda kendi özgün ve müstehzi görüşlerimi kaleme almayı muhterem editörüme kabul ettirebildim. Aramızdaki benzersiz yazar-editör iletişiminin gereği “Yayınlarım ne gelirse,” demedi bu kez; düşünceli bir ses tonuyla alanı bana terk etti ve karamsar bir sessizliğe doğru koptu gitti. Ben de bir büyük savaşı kazanmış ve fakat uzun, maceralı ve ışıltılı hayatı boyunca hiçbir edebi eser yazmadığı halde 1953 Nobel Edebiyat Ödülü’nün müzesine götürmüş Sir Winston Churchill’in kıvanç ve pişkinliği içinde yazı makinama doğru uzattım parmaklarımı. Ayağının topa değdiği her adımda penaltı kazanan Galatasaray kadar özgüvenli hissediyordum şimdi kendimi. Kuşkusuz bu motivasyonla girişeceğim yazım bir başka edebiyat dehası olan ve 2016 Senesi Nobel Ödülü’nü görkemli bir edebiyat külliyatı husule getirmek neticesinde hak eden Bob Dylan’ın “Like a Rolling Stone” şarkısındaki gibi lirik ve derinlikli olamayacaktı ama neticede bana da Nobel verilmeyeceği kesin olduğu için rahatça atıp tutmamda hiçbir sakınca yoktu.

“Çocuk Geliyor”

Sadede gelecek olursak; bu yılın Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Güney Koreli genç denebilecek kadın yazar Han Kang’ın eserleri son derecede duyarlı yapıtlar olsalar da Nobel listesinde görmeye alışkın olduğumuz geniş külliyatlı, görkemli yazarlardan biri olmaması dolayısıyla durumdan vazife çıkararak komplo teorisyenlerine kulak kabartıyorduk ki, bu konuda da ters köşe olmayı başardık.

Beklendiği üzere Rusya-Ukrayna Savaşı’na Kuzey Kore’nin fiilen dahil olmasının karşı hamle ve mesaj olarak Güney Kore’ye ödül verildiğine dair bilgiç değerlendirmeleri dinliyor ve Han Kang’ın Çocuk Geliyor romanında, tıpkı 12 Eylül Türkiye’sindeki gibi yaşananların ne kadar çıplak bir gerçekçilikle yazıldığını övüyorduk ki “bermutat” (!) beklenmeyen olaylar gelişti: Olmayacak şey; Güney Kore’de aniden sıkıyönetim ilan edildi ve devlet krizi başgösterdi. Parlamento kapatıldı, önüne barikatlar kuruldu, milletvekilleri duvarlardan tırmanarak, iplerle sarkarak, polisle itişerek, kapıdan kovsalar bacadan girerek genel kurul salonuna erişti ve sabaha doğru anayasanın gereğini yerine getirdi ve bu arada yolsuzlukla suçlanan devlet başkanı yine de politikacılara özgü akıl almaz manevralarla pozisyonunu korudu. Diyeceğim o ki; bu kadarını Nobelist Han Kang bile düşünemezdi ve “netekim” düşünememişti. Azizim edebiyat artık hayatın hızını yakalayamıyor; korkarım Nobel jürisine yeni nesil komplo teorileri üretecek yapay zekâ tabanlı bazı “app”lar sunmak gerekiyor.

Bu konulara bütünüyle girmeden önce bu yılın Nobel’ini kazanan Koreli Han Kang’ın edebiyatını Çocuk Geliyor adlı kitabından başlayarak birazcık değerlendirmeye çalışalım. Çocuk Geliyor, Kore’de 1980 senesinin Mayıs ayında ordu tarafından gerçekleştirilen ve muhalif solun acımasızca ezilip binlerce kişinin vahşice öldürüldüğü ve işkenceden geçirildiği Gwangju Ayaklanması’nı olanca çıplaklığıyla ve gerçekliğiyle anlatan bir eser. Esere roman demek mümkün değil. Çünkü kurmaca olduğunu düşünmek eserin değerini tümden yok edebilir. Anlatı demek en doğrusu. Eser, ayaklanma sırasındaki feci yaşanmışlıkları, olayların farklı mağdurlarının zaviyesinden, ikinci tekil şahsa hitaben, fragmanter olarak en yalın şekliyle anlatıyor. Normal şartlarda herhangi bir edebiyat fakültesinde bitirme ödevi olarak verilse başarısız denecek kadar sıradan yazınsallık Han Kang’ın yalın gerçekliği olanca acımasızlığıyla anlatarak brutal bir algı yaratması sonucunda benzersiz bir değer kazanıyor. Benzer tarihlerde benzer sorunsalları yaşamış ülkemizde bu tür damardan bir anlatı yaratılamadığını görmek hazin. Bizdeki anlatılar Eylülist yaftasını yemenin ötesine gidemediler ne yazık ki. Daha hazin olan paradoks ise bu korkunç vahşeti yaşatanların kurduğu siyasal modelin Kore’yi varsıllığa taşıması ve yarım yüzyıl sonra varsıllar imparatorluğunun en büyük edebiyat ödülünün bu vahşeti anlatan yazara tevdi edilmesi.

Han Kang’ın başyapıtı sayılan Vejetaryen romanı ise henüz okumamışların beklediği ve umduğu gibi sadece ve sadece vejetaryenizmi yüceltmek ve kutsamak gibi ortalama ve ucuz bir hedefe yönelmiş bir eser değil. Bilakis son derecede vurucu bir psikolojik roman. Roman üç uzun öykünün birleşmesi ile oluşuyor. Gerçekçi, etkileyici, yalın ve içtenlikli bir anlatı. Aniden vejetaryen olmaya karar veren evli bir kadının normalde her ailede görülebilecek türden tepkilerle karşılaşması sonucunda ruhunda meydana gelen; daha doğrusu açığa çıkan dönüşümleri ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Post-modern kalıplardan sıyrılmış roman sanatının ne denli etkileyici olabildiğinin bir tür kanıtı gibi olan eserde ilk öyküdeki anlatının sıradanlığına aldanmamak gerekiyor. İkinci öyküde, bitki formundaki sanatsallığın insan gövdesine işlendiğindeki yansımanın insanı bir ağacın ya da bir bitkinin ruhsallığına taşıması ilginç bir ruh halini yansıtıyor. Son bölümdeki; her haliyle normal ve ortalama bir ablanın vejetaryenizmin ateşlediği duyarlılık sonucu giderek anoreksiya nevroza ve katatoniaya duçar olarak ölümü özleyen kardeşini sağaltmaya çalışırken yaptığı içsel hesaplaşma, sıradan insan yaşamının yadsınması ve giderek ağaçların yaşamsallığına öykünülmesi derin düşünsel-ruhsal tartışmaları zihinlere taşıyor. Herkesin okumaması, okuyanların anlayanlarla tartışması, belki ikinci-üçüncü defalar okunması gereken; basitmiş gibi gözükürken paradoksal suallere insanı taşıyan zor bir eser.

Jon Fosse – Annie Ernaux, Abdulrazzak Gurnah ve Orhan Pamuk

Son yıllarda varsıllar imparatorluğunun en prestijli edebiyat ödülü bu nevi brutalist ve gerçekçi; sosyal temalara odaklanmış anlatılara gidiyor. Geçen yılın Nobelisti Jon Fosse’nin, biyografisini roman formunda anlattığı Norveçli şizofren ressamın paranoyak hikâyesi, bir başka eserinde yaşlı yakınına son elvedaya yetişmeye çalışan bir yaşlının altını tutamama öyküsü, Annie Ernaux’ın feminist başkaldırısı, Abdulrazzak Gurnah’ın göçmen dramları vs. Bunların hepsi de gerçekçi; koyu brutalist anlatılar. Buradan hareketle şu iddiayı öne sürebilir miyiz? Post-modern Çağ edebiyatı hitam buluyor; yerine daha gerçekçi ve iç dünyalara, ruhsallığa somut psikolojik unsurlarla temas eden brutalist anlatılar geliyor. Nobel Ödülleri’nin dünya siyasasının gidişine ve yönelimine dair emsalsiz bir barometre olduğunu bilen benim gibiler bu gibi seçimlere dikkatle bakmayı tercih ederler.

Geriye doğru giderek bakacak olursak, tıpkı bu örnekte olduğu gibi, Nobel’in dünya ana akım siyasetinin barometresi ve yönlendiricisi olduğunu gösteren sayısız kanıtla karşılaşırız. Neo-liberal küreselleşmeci ekonomik ve siyasi akımların devrede olduğu dönemlerde antitez olarak ulusalcılık gelişmeye başladığında ansızın ödüller Nazi mezalimine doğru kayıverir. Siyasal İslam’ın belli amaçlarla devreye sokulacağı dönemlerde post-modern oryantalist anlatılara gider ödüller ki Orhan Pamuk’un aldığı 2006 yıl Nobel’i bunun en çarpıcı örneğidir. Anımsanacağı üzere pastişli, katmanlı, tarih soslu, iktibaslı post-modern romanlarını endüstriyel edebiyat pazarlaması ile sunan ve spektakuler röportaj ve demeçlerle üne kavuşan Pamuk, Nobel’in bu eğilimlerini göz önünde bulundurarak yazmış olduğu Kar adlı romanında siyasal İslamcı kahramanlara hayranlığını ve Kemalist jakobenizme nefretini dile getiriyordu. Dönemin ruhu gereği Nobel jürisi bu feraset ve gayreti asla es geçemezdi.

Kafka gibi, Orwell gibi, Tolstoy gibi ecinniler…

Aslında bütün dönemlerde durum aynıdır ve bunu yadsımaya gerek görmeyecek bir edebi olgunluğa insan belli bir yaşa eriştiğinde vakıf olabiliyor ve kabullenebiliyor. Darendeliler, Haymanalılar ya da Koçhisarlılar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği bile kendi kültürünü dayatacak eserler üretmeye, “sanatsallık-yazınsallık” (!?) geliştirmeye çalışırken dünyanın hakimleri; efendiler boş mu oturacaklardı! Meydanı Kafka gibi, Orwell gibi, Tolstoy gibi ecinnilere mi bırakacaklardı!

Nobelistler listesine dikkatli baktığımızda Birinci Dünya Savaşı öncesinde kolonyalist kibir ve edayı görürüz. Yirminci Yüzyıl’ın ilk üç çeyreğinde Hintli Rabindranath Tagore’u (1913) saymazsak Avrupa ve Amerika edebiyatı dışında başka bir yerde edebiyat yok gibidir. İkinci Dünya Savaşı’na kadarki dönemde Alman Edebiyatı da önemli derecede iltifat görmüştür. Hatta Norveçli, fakat Nazi felsefesine yakın bir anlayışı olan Knut Hamsun (1920) bile Nobel alabilmiştir. Thomas Mann da (1929) bu dönemde Nobel alan Alman yazarlarındandır.

İkinci Büyük Savaş’tan sonra Alman Edebiyatı ancak yumuşamacı, insancıl, şiddet karşıtı olduğunda sistem tarafından kabul edilmiştir. Bunların en önemli örnekleri Hermann Hesse, Heinrich Böll, Günter Grass gibi yazarların edebiyatlarıysa da Hesse üzerinde ayrıca durmak gerekir. Aslında İsviçre’nin Almanca konuşulan bir kantonundan olan Herman Hesse barışsever bir kişiliktir ve İkinci Dünya Savaşı travmaları dolayısıyla ağır psikolojik sorunlar yaşamıştır. Ancak İkinci Büyük Savaş sonrası neşredilen Bozkırkurdu, Siddartha, Klingsor’ın Son Yazı, Narzis ve Goldmund gibi romanlarıyla savaş sonrası dönemin pasifist, barışçıl ve Budist akımlarına kaynaklık etmiştir. Bu akımlar daha sonra Amerika’da “baby boom” döneminde (1950’ler) gelişen yadsıyıcı Beat akımları ile iblağ edilerek Hippiizm akımı ortaya çıkarılmıştır ki bu Soğuk Savaş sırasındaki alternatif muhalif yaşamlar önermek ve Sosyalist Blok’un özlemlerini kışkırtmak için muhteşem bir argüman olarak yıllarca işlev görmüştür.

Özgürlüğün Yolları

İkinci Büyük Savaş sonrası gelişen eksistansiyalist akımlar dolayısıyla Fransız Edebiyatı öne çıkmış Camus, Sartre gibi yazarlar varoluşçuluk akımının idealist felsefeye yaslanan, enterne edilmiş sol muhalefeti dolayısıyla ziyadesiyle faydalı, işlevsel bulunmuştur. Her ne kadar Jean-Paul Sartre sonuna kadar Marksist paradigmayı savunduğunu iddia etse de başta Özgürlüğün Yolları üçlemesi olmak üzere (Uyanış, Bekleyiş, Tükeniş) edebi anlamda değerli olan bütün eserleri bu eksistansiyalist felsefeyi yansıtır.

Nobel serüveninde Rus Edebiyatı da ön planda olmuş, fakat sadece Rusya’ya içeriden muhalefet eden, Batı dünyasına yakın yazarlar ödüllendirilmiştir. İvan Bunin (1933), Mihail Şolohov (1965), Boris Pasternak (1958), Alexandre Soljenistin (1970) gibi. Bu siyasal maslahat, güdü ve pragmatizm 2015 yılında Belarus’tan Svetlana Aleksiyeviç’e Nobel verilirken bile değişmemiştir.

80’li yıllar sonrasında başgösteren Latin Amerika Edebiyatı da ödülsüz bırakılmamıştır. Gabriel Garcia Marquez (1982) ve Mario Vargas Llosa (2010) yılında kupayı kaldırmıştır. Irkçılığı, İslamofobi’yi ve göçmen karşıtlığını olumlu ya da olumsuz her hâlükârda sistemin vazettiği doğrultuda ele alan Toni Morrison (1993), Naipaul (2001) ve Abdulrazzak Gurnah (2021) gibi yazarlar da Nobel’e layık görülmüştür. Son yüz yıldır büyük acılar içinde kıvranan Arap dünyasında ise sadece Necip Mahfuz Nobel alabilmiştir. O da Mısır’lı Kıpti bir Hıristiyan’dır.

Tek kelimesini bilmediği dillerin edebiyatları hakkında pervasızca ödüller dağıtmakta hiçbir beis görmeyen, hiçbir şekilde yüksünmeyen, hiçbir vicdani sorumluluk duymayan Nobel’in siyasal edimleri, uygarlığımızın gidişine rota çizmek için uyguladığı sofistike metotlar, ana akım düşünceyi yükselten yazarları kutsaması ve altınla tartması, gerçek muhalifleri “ignore” ederek yerlerine “mış gibi yapan” muhalifleri ustaca koyması, gerçek yazarları sessizlik bulutları altında sıfırlayan zeki manevraları vesaire bugün ortalama bir yazar için bile çözülemez, anlaşılamaz, analiz edilemez bir sır değil. Aslında bu durum, hayatı ve dünyayı kavramış, bilgelik çeşmesinin suyuna erişmiş gerçek bir yazar için sorun da değil! Asıl sorulması gereken soru, tüm bunlara rağmen; gerçek edebiyatın, muhalifler, sıradışılar, aykırılar, hayalciler, itaatsizler ve avangartlar tarafından yapılabildiğini artık edebiyata gönül vermiş çocuk yaştaki yazarların dahi bilmesine rağmen neden herkesin bu mahfilin edimlerine hâlâ bu denli hayran/meftun olduğu!

Ki bunun yanıtını da gerçek yazarlar gayet iyi bilirler!

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 10 Aralık 2024’te yayımlanmıştır.

Hikmet Temel Akarsu
Hikmet Temel Akarsu
Hikmet Temel Akarsu - Romancı, öykücü, hiciv ve oyun yazarı Hikmet Temel Akarsu 1960 yılında Gümüşhane’de doğdu. Dokuz yaşında ailesi ile birlikte İstanbul’a yerleşti. 1982 yılında İTÜ Mimarlık Fakültesi’nden mezun oldu. Mimar çıktığı yıllardan bu yana ülkede süregiden mimarlık uygulamalarını yadsıdı ve bu şartlar altında bu pratiğe dâhil olmaktansa mesleğin düşünsel tarafında yer almayı tercih etti. Yaşam düşü olan yazarlığa kendini adadı. Roman, öykü, deneme, makale, eleştiri, oyun ve senaryo yazarlığı da dâhil olmak üzere edebiyatın hemen tüm alanlarında ürün verdi. Sadece seri romanları değil, hiciv ve eleştiri yazıları da toplumda yankı buldu. Uluslararası PEN, Türkiye Yazarlar Sendikası, BESAM ve Mimarlar Odası üyesidir.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x