Oppenheimer – Düşle kâbus arasında

Christopher Nolan’ın yönettiği filmler dünya çapında 5 milyar dolardan fazla hasılat elde etmiş. Her biri ayrı öneme sahip benzersiz filmler. Bundan olsa gerek Hollywood ve seyirci çok umutlandı Oppenheimer’ın çekim süreci boyunca. Peki, sonuç ne oldu? Karşımızda bir başyapıt mı var, yoksa bir hayal kırıklığı mı? Tuncer Çetinkaya yazdı.

Yılın en çok beklenen filmlerindendi “Oppenheimer”. Kamera arkasında son dönemin dikkat çeken yönetmenlerinden biri vardı. Ele alınan figür, Amerikan politik tarihinin önemli isimlerinden biriydi ve Nolan’ın, ilk kez denediği biyografik bir filmin altından kalkıp kalkamayacağı merak konusuydu.

Bilindiği üzere Robert Oppenheimer, “Atom Bombasının Babası” olarak adlandırılan bir isimdi. Teorik fiziğe yaptığı katkılar bir yana, bilimi gerçeğe dönüştürmesi ve 2. Dünya Savaşı’nın en kritik anlarından birine damgasını vurmasıyla öne çıkmış, eyleminin sonuçları bakımından “lanetli” bir şöhrete ulaşmış bir bilim adamıydı. Hayatını, “Atom Bombasından Önce” ve “Sonra” şeklinde iki bölümde irdeleyebileceğimiz tarihsel karakter, bir bilim insanı olmanın ötesinde, ABD politik tarihinin çokça tartışılan bir (hatta iki) döneminin baş aktörleri arasında yer almasından dolayı da dikkate değerdi. Üstelik inişli çıkışlı başarı grafiği, yalnızca kişisel bir serüvenin değil, Yeni Dünya’daki toplumsal altüst oluşların da ipuçlarını barındırıyordu.

Kesişme noktası

Özellikle “Memento”, “Başlangıç” ve “Tenet”te neyi anlattığından çok, -kurgusal tercihlerinden dolayı- konuyu nasıl ele aldığını tartıştığımız Christopher Nolan, daha başlangıçta sesli sinemanın miladından bu yana sayısız kez karşımıza çıkan tarihsel / biyografik filmlerle arasına, anlatım tercihlerinden dolayı set çekiyordu. Kulağa ilk anda hoş gelen bu tespitin filmin lehine işleyip işlemediği ise tartışmalıydı. Konu, bir yanıyla “Yaşam Öyküsü”, diğer yanıyla da “Dönem Filmi” üst başlığına göz kırparken film, ikisi birden olamamanın sancılarını yaşıyordu.

Bir başka deyişle ve son söyleyeceğimizi baştan belirterek, karşımızda, tıpkı ele aldığı tarihsel şahsiyetin ruh hali gibi “kararsız” ve “çelişik” bir film olduğundan dem vurabiliriz. Bunun, yönetmenin iradi bir tercihi olup olmadığını açacağız; ama konuya, “Anlatılan, Amerikan Rüyası’na erişmeyi başaran bir karakter mi?” sorusuyla başlayabiliriz. Kısmen evet. Eğitiminin ilk yıllarında savruk bir profil çizen; hatta kendisini eleştiren hocasının elmasına potasyum siyanür enjekte etmekten geri durmayan Oppenheimer, kişilik bozukluğunu Freud’a sığınarak aşmaya çalışmasından ve 30’larda sisteme muhalefet eden oluşumlarla yakınlaşmasından sadece yirmi yıl sonra Times’ın kapağını süsleyecek, yüzyılın en önemli bilim insanları arasında gösterilecekti.

Karakteri gibi çelişkili bir film

Amerikan tipi komünizme, özellikle İspanyol İç Savaşı sırasında meyleder gibi görünse de, özünde liberal sol bir bakışa sahip olan tarihsel figür, eski sevgilisine göre bir “oportünist”, karısına göre ise gerçekleri göremeyen bir radikaldi. Bu zıtlık, teorinin hayatla buluştuğu Los Alamos Laboratuvarı’ndaki deneylerde de karşımıza çıkacaktı. Eylemin başarıya ulaştığı anda, gerçekleşebilecek trajediye gözlerini kapayan Oppenheimer, bir süre sonra zafer sarhoşluğundan kurtulacak ve kamuoyunun karşısına nükleer silahlanma karşıtı görüşleriyle çıkacaktı. Tarihler, faşizmle savaşın -Berlin’in teslim olmasına saatler kaldığı düşünülecek olursa- başarıya ulaştığı, Japon karşı koyuşunun anlamını yitirdiği bir döneme işaret ediyordu. Manhattan Projesi’nin direktörü olan “kahramanımız”, çalışma arkadaşlarının deyişiyle bilim insanından politikacıya dönüşecek ve Hiroşima ile Nagasaki’ye atılacak atom bombasının doğuracağı sonuçları yukarıdakilere anlatmakta yetersiz kalacaktı.

Propaganda ve gerçek

Yapıma dönecek olursak; ele aldığı figür gibi, bir nevi kafa karışıklığı yaşadığını yineleyeceğimiz “Oppenheimer”, yönetmenin de vurguladığı üzere “biyografik bir film” olmadığı gibi “dönem filmi”nin temel gereksinimlerini de yansıtamadığı için “arada kalmış”, “bir yanıyla eksik” bir yapıma dönüşüyor. Bunu birkaç örnekle sıralayalım: Projenin karmaşık bir hal aldığı ve başarısının askeri otoritelerce kuşkuyla karşılandığı anların ardından ulaşılan zafer, Ludwig Göransson’un giderek rahatsız edici bir hal alan müziğinin de etkisiyle propaganda sinemasına doğru göz kırparken, sonrasında gelen tebrik konuşması, önceki sahneyle tam bir tezat içinde. Oppenheimer’ın atom bombasının özgür dünya için atıldığını savunurken, coşkulu kalabalığı bombaya maruz kalan insanlar olarak hayal etmesi, yaşanan iç hesaplaşmanın başarılı bir dışavurumu şeklinde nitelendirilebilir. Benzer şeyler muhalif çevrelerle dirsek temasındaki figürün hızlı bir dönüşümle sistemin hizmetine girmesinde de kendisini gösteriyor. Filmde bu durum, Amerikan Komünist Partisi’nin savaştaki “tarafsızlık çağrısı”yla ya da Oppenheimer’ın Yahudi soykırımına duyarlılığıyla açıklanmaya çalışılsa da, bunun yeterince ikna edici olmadığı ortada. Halkaya atom denemesinin başarıya ulaşmasında en etkili rolü oynayan bilim insanının sadece birkaç yıl sonra farklı bir argümanla yolculuğuna devam etmesini de ekleyebilirsiniz.

Bu örnekler sonucunda oluşan flu portreyi zamanda serbest geçişler yapan yönetmenin tercihleriyle açıklamak mümkün. Karşımızda, senaryosu ve özellikle de kurgusu bakımından en zayıf Christopher Nolan filminin olduğunu iddia etmek sanırız abartılı olmaz.

İşlevsiz yan karakterler

Filmin bir başka noksanlığının, Cillian Murphy’nin başarılı performansının etkisiyle ana karakteri dışarıda tutacak olursak, yan figürlerin yeterince işlenememesi olduğu söylenebilir. Komünist sevgilinin açmazı ve altı hiçbir surette doldurulamamış intiharı (bunun Oppenheimer’da yarattığı yıkımın bir solukta geçiştirilmesi), Kitty’nin tanışma sırasındaki diyaloglar dışında işlevsiz bırakılması, evliliğin kırılma anlarının (sözgelimi çocukla ilgili yaşanan sorunların) belirsizliği, ekip üyelerinin kimi çıkışları ve en çok da Strauss rolündeki Robert Downey Jr’nin düşmanca motivasyonu. Özellikle sonuncusunu masaya yatıracağız.

Filmde ana karakterin etrafına serpiştirilen kimselerin onun hayatında oynadıkları rolün belirginleşmemesi ortaya “yalnız bir figür” çıkarırken, Oppenheimer’ın en azından atom denemelerinde üstlendiği örgütleyici rol anımsandığında bu imajın bir yamadan ibaret olduğu görünüyor.

Cadı Avı’nı anımsamak

Filmin arka planındaki iki önemli tarihsel dilimin “Savaş Yılları” ve “McCarthy Dönemi” olduğu biliniyor. Özellikle ikincisinde komünizm paranoyasının Cadı Avı’na dönüştüğü, sayısız sanatçı ve aydının bu dönemin kurbanları arasında olduğu anımsandığında, bilim insanının uğradığı devlet baskısı daha kolay anlaşılabilir. Nolan’ın zamansal akışta önceki filmlerine benzer biçimde oynamalar yapsa da klasik anlatıya bu kez tümüyle yüz çevirmediği filmde bu dönemin ruh haline yeterince kafa yormadığı söylenebilir. Başarılı sayılabilecek bir örneğine “İyi Geceler İyi Şanslar”da rastladığımız (George Clooney, 2006) paranoya yıllarının betimlenmesindeki zaafiyet, en çok Lewis Strauss karakterinden kaynaklanıyor. Eyleminin felaketiyle yüzleşen ve barış elçisine dönüşen Oppenheimer’ın konuşmalarının yüksek Amerikan ideallerini sekteye uğratması gerçeğinin altını yeterince çizmeyen yönetmen, soruşturma sürecini Strauss’un kişisel hırsı ve yıllardır içinde biriktirdiği nefret ile açıklamaya çalıştığı anda tarihsel gerçekliğin karşısına dikilmiş oluyor.

Gerçekte ABD tarihinin bu önemli kırılma anını, 2. Dünya Savaşı dönemiyle kıyaslayarak çok daha iyi anlayabiliriz. Çoğu zaman sistemin hizmetinde olan Hollywood’un dahi “Dost Müttefik” Sovyetler Birliği ve hatta Stalin tasvirine şaşırtıcı bir hoşgörüyle yer verdiği yıllar, faşizm tehlikesinin bertaraf edilmesinin hemen ardından başkalaşmıştı. Daha 50’lere varmadan geliştirilen “Yeni Düşman” tanımlaması, yalnızca komünist ve sosyalistleri değil, barışçı söylemleri merkezine alan hümanistleri de kapsayacak ve McCarthy gibi figürleri ortaya çıkaracaktı. Her farklı düşünceyi komünist ve vatan haini şeklinde tanımlayan bu yönelimin Soğuk Savaş’a mesafeli duran Oppenheimer’ı kapsamaması düşünülemezdi. Savaşın ardından yakaladığı popülarite, onun bu süreçten küçük sıyrıklar alarak çıkmasını sağlasa da bir itibar suikastına uğramasını kaçınılmaz hale getirmişti.

Filmin, Kai Bird ve Martin J. Sherwin’in Türkçeye henüz kazandırılan “Amerikalı Prometheus” romanından uyarlandığını hatırlatmakla birlikte, eksik bırakılmış McCarthy olgusunun dönemin eğilimlerinin algılanmasını güçleştirdiğinin altını çizelim.

Hollywood dışı mı?

Robert Oppenheimer, kimi anlarda Martin Scorsese figürlerini andırır biçimde, zorluklar içinde başladığı hayat kavgasını Amerikan Rüyası’na ulaşarak sürdüren; ancak bir popüler kültür ikonuna dönüşmesinin hemen ardından sistemin dışına atılan, -rüyası kâbusa dönüşen- trajik bir figür olarak da değerlendirilebilir. John F. Kennedy tarafından sonraki dönemde aldığı sembolik ödül bir yana, “Güvenlik İzni İptali” cezasının ölümünden uzun yıllar sonra, henüz 2022’de iptal edildiğini unutmamak gerekiyor.

Bu bakımdan Nolan’ın filme uygun gördüğü final, gerçekliği bir kez daha bükmesi nedeniyle problem içeriyor. Kişisel intikam duygusuyla hareket ettiği öne sürülen Strauss’un uğradığı başarısızlığı yeterli görerek seyircisini “rahatlatmayı” tercih eden yönetmen, “Hollywood dışı olduğu” iddialarını ters yüz edercesine bir Hollywood klişesine sarılıyor; “Sistemin yarattığı sorunun yine sistem tarafından çözüldüğü” mesajıyla perdesini karartıyor. Kimi anlarda 60’larda hayli revaçta olan, liberal eğilimli “Mahkeme Filmleri”nin tonuna yaklaşan yapımın gösterdiği tutumun, filmde mitolojinin en has figürlerinden Prometheus’la özdeşleştirilen “kahraman” imgelemini de sorunlu hale dönüştürdüğünün altını çizelim.

Kimi eleştirmenler, yapımda Hiroşima ve Nagazaki görüntülerine yer verilmediğinden dem vursa da, “Oppenheimer”ın derininde yatan temel sorun, Nolan’ın gönlünün razı gelmediği gerçek Amerika tasvirinde yatıyor.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 2 Ağustos 2023’te yayımlanmıştır.

Tuncer Çetinkaya
Tuncer Çetinkaya
Tuncer Çetinkaya – Sinema eleştirmeni, çizer ve dergi yönetmeni. 1973 yılında Ankara’da doğdu. Gazi Üniversitesi ve Süleyman Demirel Üniversitesi’nde resim eğitimi aldı. İlk denemeleri Kırkmerdiven, Şehir Işıkları, Kent ve Sanat gibi dergilerde yayınlandı. İllüstrasyonlarından oluşan “Sanalçağa Eskizler” adlı bir dizi sergiye imza attı. 2007 yılında, “Altın Portakal gibi kökleri yarım yüzyıla uzanan bir çınarın gölgesinde, ülkemizin sinema kültürüne ‘küçük’ bir katkı koymak” hedefiyle yola çıkan Modern Zamanlar adlı sinema dergisinin kurucuları arasında yer aldı. BirGün, Yurt, Cumhuriyet (Akdeniz) gibi gazetelerde ve çeşitli bloglarda sinema yazıları yazdı. Televizyon için programlar hazırladı. Antalya Ticaret ve Sanayi Odası Güzel Sanatlar Lisesi’nde Resim ve Sanat Tarihi dersi veriyor. SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) üyesi… Başlıca eserleri: “Veysel Atayman’ın Kaleminden Sinemamızın Komediyle İmtihanı”, “Sarayın Dalkavuğu Değil Halkın Soytarısı: İlyas Salman”, “Mizah, Muhalefet ve Demokrasi Ekseninde Komedinin Öyküsü”, “Yedinci Sanatın Şövalyesi: Rekin Teksoy”, “Altın Portakal’ın Öyküsü” ve Veysel Atayman'la birlikte yazdıkları "Popüler Sinema'nın Mitolojisi" serisi…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Oppenheimer – Düşle kâbus arasında

Christopher Nolan’ın yönettiği filmler dünya çapında 5 milyar dolardan fazla hasılat elde etmiş. Her biri ayrı öneme sahip benzersiz filmler. Bundan olsa gerek Hollywood ve seyirci çok umutlandı Oppenheimer’ın çekim süreci boyunca. Peki, sonuç ne oldu? Karşımızda bir başyapıt mı var, yoksa bir hayal kırıklığı mı? Tuncer Çetinkaya yazdı.

Yılın en çok beklenen filmlerindendi “Oppenheimer”. Kamera arkasında son dönemin dikkat çeken yönetmenlerinden biri vardı. Ele alınan figür, Amerikan politik tarihinin önemli isimlerinden biriydi ve Nolan’ın, ilk kez denediği biyografik bir filmin altından kalkıp kalkamayacağı merak konusuydu.

Bilindiği üzere Robert Oppenheimer, “Atom Bombasının Babası” olarak adlandırılan bir isimdi. Teorik fiziğe yaptığı katkılar bir yana, bilimi gerçeğe dönüştürmesi ve 2. Dünya Savaşı’nın en kritik anlarından birine damgasını vurmasıyla öne çıkmış, eyleminin sonuçları bakımından “lanetli” bir şöhrete ulaşmış bir bilim adamıydı. Hayatını, “Atom Bombasından Önce” ve “Sonra” şeklinde iki bölümde irdeleyebileceğimiz tarihsel karakter, bir bilim insanı olmanın ötesinde, ABD politik tarihinin çokça tartışılan bir (hatta iki) döneminin baş aktörleri arasında yer almasından dolayı da dikkate değerdi. Üstelik inişli çıkışlı başarı grafiği, yalnızca kişisel bir serüvenin değil, Yeni Dünya’daki toplumsal altüst oluşların da ipuçlarını barındırıyordu.

Kesişme noktası

Özellikle “Memento”, “Başlangıç” ve “Tenet”te neyi anlattığından çok, -kurgusal tercihlerinden dolayı- konuyu nasıl ele aldığını tartıştığımız Christopher Nolan, daha başlangıçta sesli sinemanın miladından bu yana sayısız kez karşımıza çıkan tarihsel / biyografik filmlerle arasına, anlatım tercihlerinden dolayı set çekiyordu. Kulağa ilk anda hoş gelen bu tespitin filmin lehine işleyip işlemediği ise tartışmalıydı. Konu, bir yanıyla “Yaşam Öyküsü”, diğer yanıyla da “Dönem Filmi” üst başlığına göz kırparken film, ikisi birden olamamanın sancılarını yaşıyordu.

Bir başka deyişle ve son söyleyeceğimizi baştan belirterek, karşımızda, tıpkı ele aldığı tarihsel şahsiyetin ruh hali gibi “kararsız” ve “çelişik” bir film olduğundan dem vurabiliriz. Bunun, yönetmenin iradi bir tercihi olup olmadığını açacağız; ama konuya, “Anlatılan, Amerikan Rüyası’na erişmeyi başaran bir karakter mi?” sorusuyla başlayabiliriz. Kısmen evet. Eğitiminin ilk yıllarında savruk bir profil çizen; hatta kendisini eleştiren hocasının elmasına potasyum siyanür enjekte etmekten geri durmayan Oppenheimer, kişilik bozukluğunu Freud’a sığınarak aşmaya çalışmasından ve 30’larda sisteme muhalefet eden oluşumlarla yakınlaşmasından sadece yirmi yıl sonra Times’ın kapağını süsleyecek, yüzyılın en önemli bilim insanları arasında gösterilecekti.

Karakteri gibi çelişkili bir film

Amerikan tipi komünizme, özellikle İspanyol İç Savaşı sırasında meyleder gibi görünse de, özünde liberal sol bir bakışa sahip olan tarihsel figür, eski sevgilisine göre bir “oportünist”, karısına göre ise gerçekleri göremeyen bir radikaldi. Bu zıtlık, teorinin hayatla buluştuğu Los Alamos Laboratuvarı’ndaki deneylerde de karşımıza çıkacaktı. Eylemin başarıya ulaştığı anda, gerçekleşebilecek trajediye gözlerini kapayan Oppenheimer, bir süre sonra zafer sarhoşluğundan kurtulacak ve kamuoyunun karşısına nükleer silahlanma karşıtı görüşleriyle çıkacaktı. Tarihler, faşizmle savaşın -Berlin’in teslim olmasına saatler kaldığı düşünülecek olursa- başarıya ulaştığı, Japon karşı koyuşunun anlamını yitirdiği bir döneme işaret ediyordu. Manhattan Projesi’nin direktörü olan “kahramanımız”, çalışma arkadaşlarının deyişiyle bilim insanından politikacıya dönüşecek ve Hiroşima ile Nagasaki’ye atılacak atom bombasının doğuracağı sonuçları yukarıdakilere anlatmakta yetersiz kalacaktı.

Propaganda ve gerçek

Yapıma dönecek olursak; ele aldığı figür gibi, bir nevi kafa karışıklığı yaşadığını yineleyeceğimiz “Oppenheimer”, yönetmenin de vurguladığı üzere “biyografik bir film” olmadığı gibi “dönem filmi”nin temel gereksinimlerini de yansıtamadığı için “arada kalmış”, “bir yanıyla eksik” bir yapıma dönüşüyor. Bunu birkaç örnekle sıralayalım: Projenin karmaşık bir hal aldığı ve başarısının askeri otoritelerce kuşkuyla karşılandığı anların ardından ulaşılan zafer, Ludwig Göransson’un giderek rahatsız edici bir hal alan müziğinin de etkisiyle propaganda sinemasına doğru göz kırparken, sonrasında gelen tebrik konuşması, önceki sahneyle tam bir tezat içinde. Oppenheimer’ın atom bombasının özgür dünya için atıldığını savunurken, coşkulu kalabalığı bombaya maruz kalan insanlar olarak hayal etmesi, yaşanan iç hesaplaşmanın başarılı bir dışavurumu şeklinde nitelendirilebilir. Benzer şeyler muhalif çevrelerle dirsek temasındaki figürün hızlı bir dönüşümle sistemin hizmetine girmesinde de kendisini gösteriyor. Filmde bu durum, Amerikan Komünist Partisi’nin savaştaki “tarafsızlık çağrısı”yla ya da Oppenheimer’ın Yahudi soykırımına duyarlılığıyla açıklanmaya çalışılsa da, bunun yeterince ikna edici olmadığı ortada. Halkaya atom denemesinin başarıya ulaşmasında en etkili rolü oynayan bilim insanının sadece birkaç yıl sonra farklı bir argümanla yolculuğuna devam etmesini de ekleyebilirsiniz.

Bu örnekler sonucunda oluşan flu portreyi zamanda serbest geçişler yapan yönetmenin tercihleriyle açıklamak mümkün. Karşımızda, senaryosu ve özellikle de kurgusu bakımından en zayıf Christopher Nolan filminin olduğunu iddia etmek sanırız abartılı olmaz.

İşlevsiz yan karakterler

Filmin bir başka noksanlığının, Cillian Murphy’nin başarılı performansının etkisiyle ana karakteri dışarıda tutacak olursak, yan figürlerin yeterince işlenememesi olduğu söylenebilir. Komünist sevgilinin açmazı ve altı hiçbir surette doldurulamamış intiharı (bunun Oppenheimer’da yarattığı yıkımın bir solukta geçiştirilmesi), Kitty’nin tanışma sırasındaki diyaloglar dışında işlevsiz bırakılması, evliliğin kırılma anlarının (sözgelimi çocukla ilgili yaşanan sorunların) belirsizliği, ekip üyelerinin kimi çıkışları ve en çok da Strauss rolündeki Robert Downey Jr’nin düşmanca motivasyonu. Özellikle sonuncusunu masaya yatıracağız.

Filmde ana karakterin etrafına serpiştirilen kimselerin onun hayatında oynadıkları rolün belirginleşmemesi ortaya “yalnız bir figür” çıkarırken, Oppenheimer’ın en azından atom denemelerinde üstlendiği örgütleyici rol anımsandığında bu imajın bir yamadan ibaret olduğu görünüyor.

Cadı Avı’nı anımsamak

Filmin arka planındaki iki önemli tarihsel dilimin “Savaş Yılları” ve “McCarthy Dönemi” olduğu biliniyor. Özellikle ikincisinde komünizm paranoyasının Cadı Avı’na dönüştüğü, sayısız sanatçı ve aydının bu dönemin kurbanları arasında olduğu anımsandığında, bilim insanının uğradığı devlet baskısı daha kolay anlaşılabilir. Nolan’ın zamansal akışta önceki filmlerine benzer biçimde oynamalar yapsa da klasik anlatıya bu kez tümüyle yüz çevirmediği filmde bu dönemin ruh haline yeterince kafa yormadığı söylenebilir. Başarılı sayılabilecek bir örneğine “İyi Geceler İyi Şanslar”da rastladığımız (George Clooney, 2006) paranoya yıllarının betimlenmesindeki zaafiyet, en çok Lewis Strauss karakterinden kaynaklanıyor. Eyleminin felaketiyle yüzleşen ve barış elçisine dönüşen Oppenheimer’ın konuşmalarının yüksek Amerikan ideallerini sekteye uğratması gerçeğinin altını yeterince çizmeyen yönetmen, soruşturma sürecini Strauss’un kişisel hırsı ve yıllardır içinde biriktirdiği nefret ile açıklamaya çalıştığı anda tarihsel gerçekliğin karşısına dikilmiş oluyor.

Gerçekte ABD tarihinin bu önemli kırılma anını, 2. Dünya Savaşı dönemiyle kıyaslayarak çok daha iyi anlayabiliriz. Çoğu zaman sistemin hizmetinde olan Hollywood’un dahi “Dost Müttefik” Sovyetler Birliği ve hatta Stalin tasvirine şaşırtıcı bir hoşgörüyle yer verdiği yıllar, faşizm tehlikesinin bertaraf edilmesinin hemen ardından başkalaşmıştı. Daha 50’lere varmadan geliştirilen “Yeni Düşman” tanımlaması, yalnızca komünist ve sosyalistleri değil, barışçı söylemleri merkezine alan hümanistleri de kapsayacak ve McCarthy gibi figürleri ortaya çıkaracaktı. Her farklı düşünceyi komünist ve vatan haini şeklinde tanımlayan bu yönelimin Soğuk Savaş’a mesafeli duran Oppenheimer’ı kapsamaması düşünülemezdi. Savaşın ardından yakaladığı popülarite, onun bu süreçten küçük sıyrıklar alarak çıkmasını sağlasa da bir itibar suikastına uğramasını kaçınılmaz hale getirmişti.

Filmin, Kai Bird ve Martin J. Sherwin’in Türkçeye henüz kazandırılan “Amerikalı Prometheus” romanından uyarlandığını hatırlatmakla birlikte, eksik bırakılmış McCarthy olgusunun dönemin eğilimlerinin algılanmasını güçleştirdiğinin altını çizelim.

Hollywood dışı mı?

Robert Oppenheimer, kimi anlarda Martin Scorsese figürlerini andırır biçimde, zorluklar içinde başladığı hayat kavgasını Amerikan Rüyası’na ulaşarak sürdüren; ancak bir popüler kültür ikonuna dönüşmesinin hemen ardından sistemin dışına atılan, -rüyası kâbusa dönüşen- trajik bir figür olarak da değerlendirilebilir. John F. Kennedy tarafından sonraki dönemde aldığı sembolik ödül bir yana, “Güvenlik İzni İptali” cezasının ölümünden uzun yıllar sonra, henüz 2022’de iptal edildiğini unutmamak gerekiyor.

Bu bakımdan Nolan’ın filme uygun gördüğü final, gerçekliği bir kez daha bükmesi nedeniyle problem içeriyor. Kişisel intikam duygusuyla hareket ettiği öne sürülen Strauss’un uğradığı başarısızlığı yeterli görerek seyircisini “rahatlatmayı” tercih eden yönetmen, “Hollywood dışı olduğu” iddialarını ters yüz edercesine bir Hollywood klişesine sarılıyor; “Sistemin yarattığı sorunun yine sistem tarafından çözüldüğü” mesajıyla perdesini karartıyor. Kimi anlarda 60’larda hayli revaçta olan, liberal eğilimli “Mahkeme Filmleri”nin tonuna yaklaşan yapımın gösterdiği tutumun, filmde mitolojinin en has figürlerinden Prometheus’la özdeşleştirilen “kahraman” imgelemini de sorunlu hale dönüştürdüğünün altını çizelim.

Kimi eleştirmenler, yapımda Hiroşima ve Nagazaki görüntülerine yer verilmediğinden dem vursa da, “Oppenheimer”ın derininde yatan temel sorun, Nolan’ın gönlünün razı gelmediği gerçek Amerika tasvirinde yatıyor.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 2 Ağustos 2023’te yayımlanmıştır.

Tuncer Çetinkaya
Tuncer Çetinkaya
Tuncer Çetinkaya – Sinema eleştirmeni, çizer ve dergi yönetmeni. 1973 yılında Ankara’da doğdu. Gazi Üniversitesi ve Süleyman Demirel Üniversitesi’nde resim eğitimi aldı. İlk denemeleri Kırkmerdiven, Şehir Işıkları, Kent ve Sanat gibi dergilerde yayınlandı. İllüstrasyonlarından oluşan “Sanalçağa Eskizler” adlı bir dizi sergiye imza attı. 2007 yılında, “Altın Portakal gibi kökleri yarım yüzyıla uzanan bir çınarın gölgesinde, ülkemizin sinema kültürüne ‘küçük’ bir katkı koymak” hedefiyle yola çıkan Modern Zamanlar adlı sinema dergisinin kurucuları arasında yer aldı. BirGün, Yurt, Cumhuriyet (Akdeniz) gibi gazetelerde ve çeşitli bloglarda sinema yazıları yazdı. Televizyon için programlar hazırladı. Antalya Ticaret ve Sanayi Odası Güzel Sanatlar Lisesi’nde Resim ve Sanat Tarihi dersi veriyor. SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) üyesi… Başlıca eserleri: “Veysel Atayman’ın Kaleminden Sinemamızın Komediyle İmtihanı”, “Sarayın Dalkavuğu Değil Halkın Soytarısı: İlyas Salman”, “Mizah, Muhalefet ve Demokrasi Ekseninde Komedinin Öyküsü”, “Yedinci Sanatın Şövalyesi: Rekin Teksoy”, “Altın Portakal’ın Öyküsü” ve Veysel Atayman'la birlikte yazdıkları "Popüler Sinema'nın Mitolojisi" serisi…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x