Pınar Kür’ün ardından söylenebilecek çok şey var, ama belki de en doğrusu şu: Kadın olmayı bir tema olarak değil, yapısal bir kırılma olarak edebiyata dâhil eden ender yazarlardandı.
Erkek merkezli roman anlatılarına, erkek aklının hâkim olduğu dil düzenine ve ataerkil ahlâk normlarına doğrudan cephe alan bir yazı biçimi geliştirmişti. Ama bu yalnızca “kadın meselelerini yazmak” demek değildi. Kür’ün edebiyatı, kadını edilgen bir kurban olmaktan çıkarıp fail olarak kurdu; hatta bazen saldırgan, bazen karanlık, bazen de şaşkın bir fail.
Zira kadınlar, onun satırlarında idealize edilmedi; çelişkileriyle, öfkeleriyle, arzularıyla ve kararlarıyla ete kemiğe büründü. Pınar Kür’ü, kurucu bir figür hâline getiren de bu oldu: Edebiyatın kadınlara dair söylediklerini değil, kadınların kendilerine dair söylediklerini mesele edindi.
1970’li yıllarda yazmaya başlayan Kür, Türkiye’nin hem siyasal hem kültürel olarak sert bir dönüşümden geçtiği dönemde sesini duyurdu. Onun Yarın Yarın (1976) ile edebiyat sahnesine çıkışı, sanılmasın ki bir yazarın ortaya çıkışıdır; onun varlığı bir düşünce biçiminin, bir muhalefet dilinin ve bir kadın itirazının da arz-ı endamıydı bir anlamda. Kadın karakterlerinin bastırılmış cinselliğini, toplumsal rollerin yıpratıcı etkisini ve sınıfsal farklılıkların kadınlar üzerindeki belirleyiciliğini konu edinmesi; dönemin muhafazakâr, ikiyüzlü edebiyat ortamında güçlü bir çarpışma yaratıyordu.
Kür’ün yazarlığı üstelik akademisyen kimliğiyle de iç içeydi. Edebiyatı hem bir anlatım alanı hem de bir düşünsel sorgulama zemini olarak görüyordu. Bu tavır, yazdığı romanlarda olduğu kadar gündelik hayatına, üniversitedeki öğrencilerine, yakın çevresine, hatta makalelerine dahi yansıdı. Foucault’dan Freud’a, Sartre’dan Woolf’a uzanan düşünsel etkileşim hattı, onun hem bir kuram okuru hem de bir kuram üreticisi olduğunu gösteriyordu. Ne var ki onun kuramı, çoğu zaman yaşanmışlıkla sarmaş dolaştı. Kür, teoriyi kadın bedeninden, kadın öfkesinden ve kadın kaybından geçerek kuran yazarlardandı.
Cinsiyetin ve anlatının eşiğinde duran romanlar
Pınar Kür’ün edebiyatı, çoğu zaman okuyucuyu rahatsız eden sorularla baş başa bırakır.
Asılacak Kadın romanı, bu anlamda onun hem edebi hem de politik manifestosu gibidir. Cinsel suç işlemiş bir kadının idama mahkûm edilmesi etrafında kurulan anlatı, Türkiye toplumunun kadın bedenine yönelik yaklaşımını acımasız bir aynaya dönüştürür. Kür, burada ataerkil adalet sistemini eleştirmekle yetinmez, toplumsal belleğin kadınlara biçtiği rollerin ne kadar kırılgan ve ne kadar tekinsiz olduğunu da ifşa eder. Roman, özünde bir kadın savunusu değildir; çünkü savunulacak “makbul” bir kadın yoktur ortada. Tam aksine, toplumun gözünde “kurtarılmaya değmeyen” kadınları anlatır — sesi bastırılmışları değil, sesi boğazına düğümlenmişleri. Asılacak Kadın, Türk romanında daha önce görülmemiş bir kırılma yaratır: Kadının hikâyesi, bir “konu” değil, bir “kriz” olarak kurulur.
Roman, marazi yanları bulunan ve cinsel sapkınlıkları olan bir adamla evlenmeye mecbur bırakılan Melek’in intihara sürüklenişini konu edinir.
Bir roman, bir mahkeme, bir kadın: Çoğulculuğun ifşası
Gerçek bir vakaya dayandığı rivayet edilen Asılacak Kadın, 1970’lerde Edirne’de yaşanmış ve Halide Nusret Zorlutuna’nın aktarımlarıyla Pınar Kür’ün ilgisini çekmiştir. Ne var ki Kür, bu olayı basitçe “yeniden yazmaz”; onu, ataerkil toplumun ve adalet sisteminin kadın bedeni üzerindeki tahakkümünü açığa çıkaran çoğul sesli bir romana dönüştürür.
Romanın merkezinde Melek adında bir kadın vardır. Pek de ‘normal’ olmayan bir adamla (Hüsrev Ebruzade) evlenmeye zorlanmış, yıllar süren istismar ve çaresizlik sonrasında intihara sürüklenmiş, ama ölmek yerine yaşayıp cinayet işlemiş bir kadındır o. Bu noktada Kür, kurbanlık ile fail olma hâllerini kesin çizgilerle ayırmaz. Melek’in yaşadıkları, bir mahkeme salonunda “anlatı”ya dönüşür. Ne var ki anlatan tek bir ses değil, üç farklı figürdür: Yargıç Faik İrfan Elverir, “düşkün kadın” Melek Ebruzade ve genç delikanlı Yalçın Özveren (ki Hüsrev Bey’in aslında gerçek katilidir). Her biri, farklı bir sınıfsal konumdan, farklı bir ahlâk anlayışından ve farklı bir cinsiyet perspektifinden seslenir.
Bu coğulcu yapı sayesinde roman, Melek’in hikâyesi ile sınırlamaz kendini, Türkiye toplumunun kadınlara dair tahayyülünü de serer önümüze. Yargıç anlatıcının sesi, hukukun tarafsızlık iddiası ile eril ahlâkın örtük işbirliğini yansıtır. Yalçın’ın anlatısı, genç bir erkek duyarlılığı gibi başlasa da zamanla ataerkil romantizmin kadınlara biçtiği rollerle uyum içindedir. Melek’in kendi anlatısı ise parçalı, kırık, çelişkili bir iç monologdur. Ne tam olarak bir savunmadır ne de bir itiraf; daha çok, yaşamanın acısı ile yaşamamanın imkânsızlığı arasında salınan bir kadının iç sesi.
Romanın mahkeme salonunda geçiyor oluşu, tesadüf değildir. Bu, toplumun vicdanının da yargılandığı bir sahnedir. Mahkeme, gerçekte adaletin değil, ataerkil normların tiyatral sahnesidir. Kür burada, anlatıcıların güvenilmezliğini açık ederek, “gerçek” dediğimiz şeyin kimin sesiyle anlatıldığına bağlı olarak nasıl bükülebildiğini gösterir.
Romanın sonundaki idam kararı, anlatının da boğulması gibidir; çünkü toplum, kadının acısını dinlemez; onu kategorilere ayırır, mahkûm eder ve sonunda susturur. Kür’ün edebiyatı, tam da bu susturulan seslerin yankısını duyurmayı amaçlar. Asılacak Kadın, bu anlamda hem anlatı biçimiyle hem de tematik yapısıyla Türk edebiyatının en radikal yüzleşme metinlerinden biri olarak kalacaktır.
Asılacak Kadın, yayımlandığı ilk günden itibaren hem edebiyat çevrelerinde hem de hukuki ve toplumsal düzlemde büyük yankı uyandırır. İlk kez 1979 yılında Bilgi Yayınevi tarafından basılan roman, 1986’da Can Yayınları tarafından yeniden yayımlanır. Ancak aynı yıl, içinde “müstehcen unsurlar” barındırdığı gerekçesiyle hakkında toplatma kararı çıkar. Kitabın yazarı ve yayıncısı hakkında dava açılır. Pınar Kür, iki buçuk yıl süren bir hukuki mücadelenin ortasında kalır. Bu dava, edebiyatın ifade özgürlüğünün de sınandığı bir süreçtir. Sonunda mahkeme, “sanat eserlerinin pornografik eserlerle aynı kategoride değerlendirilemeyeceği” yönünde karar vererek kitabın, yazarın ve yayıncısının beraatine hükmeder.
Hatırlamanın azabı, aşkın bitmeyen yankısı: Bitmeyen Aşk
Pınar Kür’ün 1986’da, yedi yıllık bir aranın ardından yayımladığı Bitmeyen Aşk, hacmiyle olduğu kadar, zihinde bıraktığı izlerle de okuru uzun süre meşgul eden bir roman olur. Her ne kadar 500 küsur sayfalık boyutuyla “bir türlü bitmiyor” hissi uyandırsa da, anlatının akıcılığı, dilin duruluğu ve duygusal yoğunluğu romanı tekrar tekrar okunabilir kılar. Ne var ki bu, kolay bir okuma değildir; çünkü Kür, burada aşkı tarihsel, toplumsal ve psikolojik bir süreç olarak da ele alır — üstelik hem karakterlerin hem de anlatıcının gözünden, çok katmanlı bir yapı içinde.
Roman, mirasyedi bir şair olan Sinan ile tiyatrocu Nilgün’ün yıllara yayılan inişli çıkışlı ilişkisine odaklanır. Ancak okurun karşılaştığı şey, geleneksel anlamda bir “aşk romanı” değildir. Ne bu aşk bildiğimiz aşktır, ne de bu roman bildiğimiz aşk romanlarındandır. Aşk burada, hem bir bağlılık biçimi hem de bir çöküntü süreci olarak inşa edilir. Karakterler, ne tam olarak sever ne de sevilmekten kurtulabilir. Arzunun, yalnızlığın, travmanın ve sınıfsal aidiyetlerin ördüğü karmaşık bir ağda salınır dururlar. En çok da Nilgün, geçmişiyle kurduğu sorunlu ilişki nedeniyle bir tür iç hesaplaşmanın içinde yaşar. Hafızası, bastırdığı ya da hatırlamak istemediği anılarla delik deşik bir anlatıya dönüşür.
Kür’ün anlatım tekniği ise romanın etkileyiciliğini katmerleyen temel unsurlardan biridir. Sinan, Nilgün ve zaman zaman bizzat yazarın sesini duyduğumuz çok katmanlı bir anlatı örgüsü vardır. Bu üçlü yapı sayesinde yalnızca olaylara değil, olayların arkasındaki duygusal ve düşünsel çözümlemelere de tanıklık ederiz. Özellikle yazarın kendi sesini devreye soktuğu(nu sandığım) bölümlerde, aşkın nedenleri, işleyişi, yıpratıcı etkileri ve sonuçları son derece nesnel bir tonda tartışılır. Kür, aşkı çözümlemekle yetinmez; onu kuramsal bir zeminde yeniden tanımlar. Bu yönüyle Bitmeyen Aşk, mübalağa sayılmazsa, aşkın anatomisini çıkaran edebî bir denemedir de aynı zamanda.
Hastalıklı ilişkiler, karanlık arzular ve çözülemeyen hesaplaşmalar roman boyunca okurun ruhunu sıkıştırsa da, anlatının içinde bir yerlerde tutunacak bir el bulunur her zaman. Belki bu el, yazarın şefkatli mesafesidir; belki de Nilgün’ün kırılgan, ama inatçı direnişi. Her ne olursa olsun, Kür’ün tekniğinde bir şey vardır — okuyucuyu yakalayan, içine çeken, zaman zaman sarsan, ama sonunda mutlaka düşündüren bir şey. Onun ‘aşk’ı, son’lu olduğu için değil, hatırlanmaktan vazgeçilmediği için bitmeyendir. Hafızanın yankısı, geçmişten çok bugünü etkiler.
Katil kim değil, anlatıcı kim – kurmaca ile gerçeğin dansı
Pınar Kür’ün 1989’da yayımlanan Bir Cinayet Romanı, adını taşıdığı türe bir saygı duruşu yapar gibi görünse de, bu beklentiyi ilk sayfalardan itibaren altüst eden ve anlatı sınırlarını ustalıkla esneten bir metindir. Roman, alışıldık polisiye okurunu tuzağa düşüren kurgusal bir labirent kurar: Cinayeti çözmeye çalışan değil, cinayetin nasıl anlatıldığını sorgulayan bir yapıdır bu. “Katil kim?” sorusunun yerini “Bu hikâyeyi kim anlatıyor ve ne amaçla anlatıyor?” sorusu alır. Kür, burada bir cinayet romanı yazmakla kalmaz; cinayet romanlarının nasıl kurulduğuna dair düşünsel bir çözümleme de sunar. Bu tavır, romanı doğrudan postmodern edebiyatın üstkurmaca damarına yerleştirir.
Romanın merkezinde yer alan kadın anlatıcı hem fail, hem tanık, hem de kurbandır. Bu çoklu pozisyon, kadın kimliğinin parçalanmış doğasını ve toplumda kadına yüklenen çelişkili rollerin küçük bir dökümüdür. Anlatıcı ile yazarın, kahraman ile anlatılanın, suç ile arzu arasındaki sınırlar sürekli bulanıklaştırılır. Kür, klasik roman öğeleriyle —giriş, gelişme, sonuç gibi yapısal bir iskeletle— modern karakter çözümlemelerini ve postmodern anlatı oyunlarını bir arada kurar. Bu üçlü bileşim, Türk edebiyatında benzeri az görülmüş bir kurgu derinliği yaratır. Bir Cinayet Romanı, bu yönüyle polisiyeden çok, edebiyatın ne olduğunu ve ne olabileceğini tartışan bir kurmacaya dönüşür.
Okurların bir kısmı için bu roman, “En sevdiğiniz Pınar Kür kitabı hangisi?” sorusuna hiç düşünmeden verilecek yanıttır. Zira burada zekâ fışkıran bir kurgu, karakterlerin iç dünyasına dair derin psikolojik tahliller ve anlatının yapısal katmanları arasında bir satranç gibi ilerleyen kurmaca vardır. Aşk, cinayet ve matematik üçgeninde örülen bu metin, klasik anlatıya göz kırpsa da onun sınırlarını sürekli zorlar.
Bu roman, zamanla bir üçlemenin ilk halkasına dönüşür. 1992 yılında yayımlanan Sonuncu Sonbahar, Bir Cinayet Romanı’ndan tanıdığımız matematik profesörü Emin Köklü ve yazar Akın Erkan’ı alıp yeni bir polisiyenin içine yerleştirir. Bu kez mesele yalnızca bir cinayet değil; yazarlık ediminin kendisidir. Karakterler mi yazarı biçimlendirir, yoksa yazar mı karakterlerini yaratır? Kür, bu romanında da anlatı ile gerçeklik arasındaki gerilimi kurcalar ve “roman içinde roman” tekniğini yeniden devreye alır.
Serinin son halkası olan Cinayet Fakültesi ise 2006’da, on dört yıllık bir aradan sonra yayımlanır. Bu kitapta tembel ve zeki matematikçimiz Emin Köklü, özel bir üniversitede işlenen seri cinayetleri araştırırken, bir yandan da romanın kendi yazılış sürecini sorgular. Cinayetler, karakterler ve anlatı katmanları arasında gidip gelen roman, yazarla kahraman arasındaki güç ilişkisini yeniden tartışır. Böylece Kür, polisiye türünü dönüştürmekle kalmaz; edebiyatın kurucu dinamiklerine de el atar.
Üçlemenin tümünde ortak olan bir damar vardır: Kür, okuru olayın değil, anlatının içine çeker. Polisiye türü burada bir amaç değil, araçtır.
Eksilmekten daha fazlası…
Pınar Kür’ün ölümü, salt bir yazarın kaybı değildir; edebiyatın o geniş avlusundan sökülen bir ağaç, düşüncenin ve kadın sözünün tüm renklerindeki bir solmadır.
Onun varlığı, hem yazdıklarıyla hem de söyledikleriyle bir alan açıyordu — özellikle kadınlar için. Kür, kadınların edebiyatta nasıl temsil edildiğini değil, nasıl kendi sözünü kurabileceğini tartışmaya açandı zira. Erkeklerin hükmettiği anlatı düzenine bir kadın sesiyle değil, bir kadın bakışıyla müdahale etti. Onun romanlarında kadınlar artık sadece “anlatılan” değil, “anlatan”dılar. Ve bu değişim, Türk edebiyatı için yalnızca biçimsel değil, düşünsel de bir kırılmaydı.
Öte yandan Pınar Kür, iyi bir çevirmen, titiz bir edebiyat işçisiydi. Jeanette Winterson’dan Jack London’a, Ian McEwan’dan Vladimir Nobakov’a, Jean Rhys’ten Dashiel Hammet’a uzanan geniş bir yelpazede yaptığı çevirilerle, dünya edebiyatının büyük metinlerini Türkçeye kazandırdı. Kür’ün çevirdiği her metni, bir aktarım değil de bir yeniden yaratım olarak okumak da mümkün. Dilin imkânlarını zorlayan o ustalıklı cümleler, çevirmenine çok şey borçludur.
Pınar Kür artık aramızda değil. Ama yazdığı her cümlede, çevirdiği her satırda, sorduğu her soruda hâlâ yaşıyor olacak. Zira biliyoruz ki, yazarlar ölmez, yazdıklarını okuyan oldukça.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 16 Temmuz 2025’te yayımlanmıştır.