Polisiye ve casusiye meraklıları için espiyonaj notları

Casuslar yalnızca filmlerde mi yaşar? Gerçek hayatta istihbarat örgütleri nasıl çalışır? MI6, CIA ya da KGB’nin perde arkasında neler dönüyor? James Bond ve John le Carré romanlarındaki entrikalar, hangi gerçek operasyonlardan beslendi? Soğuk Savaş’ın gölgelerinde kalan isimler ve olaylar, bugünün espiyonaj kültürünü nasıl şekillendirdi? İbrahim Yıldırım yazdı.

Bu yazı için çalışırken göz attığım romanlar, denemeler kritikler tabii ki oldu… Ve bir kez daha şunun ayırdına vardım: Polisiyede onca başarılı girişime; çıkarılan dergilere, düzenlenen toplantılara, şenliklere, armağanlara, ödüllere; dahası akademinin on yıldır yazılarla, kitaplarla, söyleşilerle verdiği desteğe karşın yeni bir şey yok: Katil, romanların bazen ilk sayfalarında, bazılarında sonlara doğru çoğu kez muammasız ortaya çıkıyor, Türk Dedektifi ise görevini hiç aksatmıyor, kan döken kişiyi mutlaka yakalıyor.

Bu durum ister istemez her defasında aklıma, Metin Celal’in Richard Osman’ın Ölecek Son İblis hakkında yazdığı kritikte sorduğu, “Polisiyeler aslında ne anlatır?” sorusunu getiriyor. Bu sorunun majör sözcüğünün “aslında” olduğu kanısındayım; zira Metin Celal bence yapılması gerekenin okunanlardan, yazılanlardan başka bir şey olduğunu söylemek istiyor, ama soruyu dayandırdığı roman ve roman dizisi -The Thursday Murder Club biraz sorunlu: Richard Osman müşteri memnuniyetine önem veren bir televizyon yıldızı, komedyen; romanlarını sıradan mizah girişimi diye tanımlayanlar da var… Bu arada Agatha Christie’nin Cinayetler Kulübü adlı öyküsüne değinmeden geçmek olmaz: Bilindiği gibi bu öyküde altı meraklı kişi her salı akşamı Bayan Marple’ın evinde toplanıp birbirlerine cinayet öyküleri anlatırlar… Bu metnin de yer aldığı toplu öyküler yıllardır kimi zaman The Thirteen Problems, kimi zaman The Tuesday Club Murders başlıkları ile yayınlanıyor. 2021 yılında, yani Perşembe Cinayet Kulübü’nün 2020’deki ticari başarısının ardından yeni bir pazarlama anlayışıyla satışa sunulan bu kitabın yayıncısı HarperCollins…

Bu meseleyi daha fazla uzatmıyor; Metin Celal’in doğru sorusunun yanıtlanması gerektiğini düşünüyor ve casusiye konusuna dönüyorum: Bu türde de durum parlak değil. Oysa İstanbul bilumum gizli servis çalışmalarının kanlı kansız girişimlerle gerçekleştirildiği ve casus takasları ile ünlü bir şehir: Örneğin 2024’teki tarihi diye adlandırılan 26 kişinin takasını Beyaz Saray naklen izlemişti.

Sanırım dört dörtlük bir casus romanı için, bizim de türün kurucu yazarları Somerset Maugham, Graham Greene gibi, vaktiyle gizli servis elemanlığı yapmış yazarlara ihtiyacımız var. Ancak böyle bir şeyin gerçekleşmesi neredeyse imkânsız; ama karamsarlığa kapılmak da gereksiz: ‘Aslında’ nasıl bir başka polisiye mümkünse, bir başka casusiye de mümkün olmalı… Öyleyse biraz müzevirlik edip espiyonaj meselesini kurcalamaya başlayalım: Bakalım nelerle karşılaşacağız?

1. dönüm noktası: Birinci Dünya Savaşı

Notlara 1935’ten 1940’a yılına kadar ulusal gazetelerimizde yoğun olarak yer alan casusluk ile ilgili tefrikalarının bazı spotlarını paylaşarak başlamak istiyorum; çünkü amacım, polisiye gibi pek de benimsemediğim casusiye sözcüğünün kapsadığı yazılı uğraşın giderek yükseldiği döneme vurgu yapmak…

Örneğin: Hor görmeyin, casus bir ülkeyi ve bir ülküyü daima kurtarabilir… Matahari’yi yakalamak şeytanı yakalamak kadar zor… Casus yetiştirme mekteplerini gezenler neler gördü… Alman casuslarının korkunç faaliyetleri… Casusların imtihanları… Üç meşhur casus kadının hayatı… Yemleme haber, Yemleme vesika olduğu kadar, yemleme casuslar da vardır…

Ve benzeri onlarca kışkırtıcı spot, gazete okurlarını, neredeyse yayınlanan ya da yayınlanacak casus romanlarına hazırlamaya gayret ediyordu.

Bu spotların çoğunu 1935 yılında Tan gazetesinde yayınlanan, Aziz Hüdayi Akdemir’in kaleme aldığı Bizde Casusluk adlı yazı dizisinden ödünç aldığıma göre, yazardan söz etmeden geçmek olmaz: Binbaşı Aziz Bey, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında kurulan Felâh Grubu’nun siyasi istihbarattan sorumlu başkan yardımcısı idi, daha çok İngiliz Gizli İstihbarat Servisi SIS –diğer adıyla MI6- elemanlarıyla mücadele etmiş, yakalanmaları için çalışmıştı. 30’lu yıllarda tiyatro eserleri çeviren veya sahneye uyarlayan Aziz Bey’in 1950 yılında yayınlanan, bence günümüz casus edebiyatı yazarlarının edinmeleri gereken iki de kitabı vardır: 1935 yılında Tan gazetesinde tefrika edilen Bizde ve Dünyada Casusluk ile Türk Düşmanı Lawrence ve Benzerleri…

Espiyonajla ilgili metinlerin, başta Tan olmak üzere Haber, Son Posta, Yeni Asır, Kurun (Vakit) gibi dönemin yaygın okunan gazetelerinin en gözde sayfalarını ele geçirmesinin bir nedeni de casus romanlarının Birinci Dünya Savaşı sonrasında bağımsız bir tür olarak belirdiği dönem olmasıydı.

Polisiyede olduğu gibi, istihbarat örgütlerinin oyun kurup oyun bozduğu bu yeni türün de öncüleri İngilizlerdi. Örneğin Somerset Maugham’ın 1927’de yayımlanan Bir İngiliz Ajanı: Ashenden başlıklı, birbirine eklemlenen öykülerden oluşan kitabı başlangıç olarak kabul edilebilir, çünkü Joseph Conrad’ın 1907 tarihi Gizli Ajanı’ndan, 1911 tarihli Batılı Gözler Altında’sından bu yana casus romanı yayınlamamıştı.

Evet, Birinci Dünya Savaşı’nda devletlerin espiyonaja verdiği önem artmış, geleneksel habercilerden, örneğin posta güvercinlerinden, posta köpeklerinden henüz vazgeçilmemiş olmasına karşın telgraf, telefon, telsiz gibi yeni icatlar istihbarat faaliyetlerinde kullanılmaya başlanmış; eğitim çalışmalarına da önem verilmişti. Ayrıca bazı çarpıcı istihbarat olayları, bazı sembolik casuslar abartılarak kitlelere duyurulduğundan, Birinci Dünya Savaşı, casus roman ve öykülerinin yazılmasını tetikleyen, esinleyen önemli dönem olmuştu.

Gel gelelim, üretilen romanların çoğu dime novel (ucuz roman) diye tanımlanan türün özelliklerini taşıyordu. Ama Somerset Maugham’ın Ashenden’i günümüzde de edebî değeri önemsenen bir çalışmadır; öyle ki, bu kitaptaki öyküler hem sinema yapıtı, hem de televizyon dizisi olarak değerlendirilmiştir. Bunlardan biri de Hitchcock’un yönettiği 1936 tarihli Gizli Ajan’dır.

2. Casuslar şehri: İstanbul

Casus romanlarının hâlâ önemli bulunan yapıtlarından biri de Eric Ambler’in 1939 tarihli The Mask of Dimitrios’tur (Dimitrios’un Maskesi). Bu kitabın bir başka özelliği İzmir ve İstanbul’da geçmesidir. Yazarın The Light of Day (Gün Işığı) romanında ise İstanbul baş roldedir. Bu romandan uyarlanan Topkapı adlı filmi, 1965 yılında 15 yaşında bir yeni yetmeyken izlemiş, batılı yabancıların İstanbul’la ilgilenmesinden dolayı göğsüm kabarmış; o zamanlar azgelişmiş ülkelerden biri olduğumuz için gönenmiştim de… Bu arada Ege Ernart’ın filmde Milli Emniyet’ten Binbaşı Ali Tufan’ı, Senih Orkan’ın ve Danyal Topatan’ın ise sivil polisleri canlandırmaları beni tabii ki sevindirmişti… Gel gelelim, 18 – 19 yaşında Soyut dergisinde Ege Ernart’ın şiirlerini okuduğumda, anlam veremediğim şaşkınlık ve pişmanlığı andıran bir tedirginlik yaşamıştım… Bilmeyenler olacağından söyleyeyim; Ege Ernart, şair ve aktördü, ağır bir entelektüel idi; Ferit Edgü ile reklamcılık yapmış; 2002 yılında vefat etmişti. Daha fazla bilgi edinmek isteyenler, Kemal Sezer’in Ege Ernart: Bir Öncü Reklamcı ve Sıradışı Yaşamı’na göz atabilirler.

Eric Ambler’in Türkiye’de geçen bir diğer romanı ise Journey into Fear’dır ki (Korkuya Yolculuk), Dimitros’un Maskesi’ndeki Albay Hakkı, bu romanda da karşımıza çıkar; roman kahramanını canlandıran Orson Welles’tir…

Evet; içinde İstanbul geçen çok sayıda casus romanı yazılmış, sinemaya uyarlanmıştır. Bunlardan biri de ünlü Arnavut asıllı Türk casusu İlyas Bazna’nın, yani Çiçero’nun yaptığı çalışmaları temel olan 5 Fingers’tır (Beş Parmak). Filmin başrol oyuncusu James Mason, 1936 yılında Dennis Wheatley’in romanından uyarlanan film için geldiği İstanbul’da beş ay kalmış, Türkçe öğrenmiştir. Dünya sinemalarında The Secret Of Stamboul adıyla gösterilen bu filmde Mason, saltanatı geri getirmek isteyenleri engellemeye çalışan İngiliz ajanıdır.

1952 yılında çekilen 5 Fingers’da ise Çiçero’yu canlandıran James Mason, İngiliz Büyükelçisi’nin uşağıdır, ama Nazi Almanya’sı için çalışmaktadır. Aktör, filmde yıllar önce öğrendiği Türkçesini de değerlendirmiştir. Filmin dış çekimlerinde ve kaçma kovalama sahnelerinde Ankara Garı’nı, Ulus Meydanı’nı, İstiklal Caddesi’ni, Kapalıçarşı’yı izlemek bugünün genç izleyicisine tarihi bir yolculuk yaptıracak denli önemlidir….

5 Fingers’ını yanı sıra birkaç yıl sonra aynı konuyu içeren televizyon dizisinin, daha doğrusu Çiçero ile ilgili bütün çalışmaların kaynak metni bence aynıdır: Çiçero Operasyonu… Bu kitabı İlyas Bazna’nın casusluk yaptığı dönemde Alman Büyükelçiliği’nde görevli diplomat olan Ludwig Carl Moyzisch yazmıştı…

Bir başka casusumuz olan Asım Esat Tomruk, yani İngiliz Kemal, yaşadıklarını, belki de hayal ettiklerini hem kendi kaleme alıp kitaplaştırmış; hem de Recai Sanay, Ali Kemal Meram’ın anılarını romanlaştırmasına imkân tanımıştır.

İlk casus romanı yazarımızın kim olduğuna gelince: Bazı kaynaklara göre, bu kişi Ebussüreyya Sami’dir… Ve büyük olasılıkla 1914 yılında yayınlanan Aman Vermez Avni Serisi’nden Sessiz Tabanca bu türdeki ilk casusluk hikâyemizdir: Romanda, İstanbul’a padişahı öldürmek üzere gelen Rus Kontesi’ni etkilemek ve engellemek üzere Mısır Prensi oluveren Avni’nin Rus güzeliyle girdiği ilişkiler anlatıldığından, yani beynelmilel içeriğe sahip olduğundan, bence metin, ilk olmayı hak ediyor. Ama şu da unutulmamalı: Aman Vermez Avni’ye Türklerin Sherlock Holmes’ü denmesinin bir nedeni de, öykülerinin Conan Doyle metinleriyle içli dışlı olmasıdır. Örneğin Sherlock’un ölmediğinin anlaşıldığı öykü olan Boş Ev’de Profesör Moriarty için imal edilen sessiz bir silahtan söz edilir. Her ne olursa olsun, Avni’nin Sessiz Tabanca’sı çikolatadan yapılmış olsa da, Ebussüreyya Sami en azından ecnebi kadınlar ile ilişki konusunda bir öncüdür. Örneğin edebiyat tarihçilerine göre, ilk casus romanımız olan Esat Mahmut Karakurt’un 1946 tarihli Ankara Ekspresi’nde Türkiye’deki yönetim devre dışı bırakıp istilaya zemin hazırlamak üzere İstanbul’a gelen Nazi Almanyası’nın ajanı Florein Hilda ile Binbaşı Seyfi’nin ilişkisi evlilikle bitecektir. Dolayısıyla Ümit Deniz’in ilk romanı olan Ölüm Perdesi’nde de, romanın kahramanı dedektif ve ajan Murat Davman’ın Bulgar Casusu Maria Antanof ile ilişki yaşaması milli alışkanlıklarımızdan sayılmalıdır…

Ölüm Perdesi ilk kez 1957 yılında Milliyet gazetesinde tefrika edilir, 1958’de kitaplaşır, I960’da Bülent Oran ve Attila İlhan’ın yazdığı senaryo ile sinemaya uyarlanır. Baş rolünde Orhan Günşiray’ın yer adığı filmde Leyla Sayar ve Mualla Kaynak, Murat Davman’ın Bulgar ve Türk sevgilileridir. Bu arada Orhan Günşiray’ın da bir MAH elemanı, yani eski adıyla Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti yeni adıyla MİT elemanı olduğu birtakım faaliyetlerde bulunduğu sır değildir.

Casus romanlarımızın önem verilmesi gereken yazarı olan Osman Aysu’nun da MİT elemanı olduğu konusunda söylentiler vardır. Bu konuda yazar, sorulan sorulara kaçamak yanıtlar vermekle yetinmiştir. Sanırım Aysu da iyi bir casus romanı kotarmak için önemli kıstaslardan birinin yazarın vaktiyle gizli ajan olması gerçeğine inanmaktadır, çünkü türün kurucuları olan Somerset Maugham’ın, John Le Carre’nin Graham Greene’in ve Ian Fleming’in MI5 veya MI6 için çalıştıkları bilinmektedir: Peki, Osman Aysu’nun romanları espiyonaj bağlamında tatmin edici midir, yoksa o da Ebussüreyya Sami gibi kimi yabancı yazarlarla içli dışlı mıdır? Bence bu zincir soruya olumlu veya olumsuz yanıt vermek yerine 50’yi aşkın romandan oluşan külliyata saygı duymakla, hatta gıpta etmekle yetinilmeli ve şu da not edilmelidir: 90 yaşından gün alan Osman Aysu’nun son çalışması Aşkın Zengin Akkuş’la birlikte yazdığı CIA’lı, MİT’li Gölge Casus/ Casuslar Şehri İstanbul’da Son Hesaplaşma’dır

Casus romanlarının kurucuları için İstanbul, hem merak edilen, hem de kozların paylaşılacağı mekân olarak her zaman önemini korumuştur: Somerset Maugham 1953’te 21 Nisan’da İstanbul’a gelmiş, Graham Greene İstanbul Treni adlı bir roman yazmış, John Le Carre’nin Tinker Tailor Soldier Spy (Köstebek) romanının bir bölümü 2010 yılında İstanbul’da çekilmişti. Peki, Ian Fleming’in 6- 7 Eylül olayları sırasında İstanbul’da olması rastlantı mıydı?

Bu soru yanıtlanamayacağından, bu bölümü bitirmek üzere Rusya’dan Sevgilerle romanına ve filmine dönüyorum: Ajan 007, İstanbul’a gelmek üzere bindiği uçakta yanında okumakta olduğu bir roman vardır: The Mask of Dimitrios (Dimitrios’un Maskesi). 007, büyük olasılıkla yazarının KGB ajanları ve budala kabadayılar olarak tanıttığı Bulgar meslektaşları ile kapışacağı İstanbul’u daha yakından tanımak istiyordu.

1962’de çekilen Rusya’dan Sevgilerle Türkiye’de 1965’de gösterime girmiş, filmde Bulgar ajanını, 300’ü aşkın Yeşilçam filminin kötü adamı Hasan Ceylan canlandırmıştı. Bu filmi de ilk kez 15 yaşındayken izlemiş, filmde gösterilen İstanbul’un aynısını yaşadığım için dış çekimler pek ilgimi çekmemiş, ama gösterilen ilgiden dolayı sevinmiştim. Bu yazıyı yazarken filmi bir daha izlediğimde ise kayıplara karışmış İstanbul’un sokaklarında anılarımın peşi sıra sancılı bir hüzünle dolaştığımı da söylemeliyim.

James Bond’u Türkiye’ye tanıtan Rusya’dan Sevgilerle ikinci Bond filmiydi. Oysa serinin ilk filmi Doktor No’ydu… Ama onun ülkemizde gösterime girişi Rusya’dan Sevgilerle’den bir yıl sonra 1966’da gerçekleşmişti. Büyük olasılıkla Bond filmlerinin iş yapacağı anlaşıldığı için, ilk film de ithal edilmiş olmalı…

Kısacası James Bond, 1966 yılında; gösterilmesi ve okunması yasaklandığı Sovyetler Birliği ve Demir Perde ülkeleri dışında bütün dünyada gündemdeydi, dolayısıyla 007’nin 1953 yılında yayınlanmaya başlayan kitaplarında, KGB elemanlarına ve Bulgar ajanlarına yönelik saldırıları ve aşağılamaları Yedinci Sanat nedeniyle iyice kitleselleşmişti. Doğu Blok’u bu gelişmelerden rahatsızdı, çok sert bir yanıt vermeye ve kapışmaya hazırlanıyordu.

3. Edebî bir kapışma: Zakof James Bond’a karşı

Hürriyet gazetesi, 1966 yılının ekim ayında, yeni bir casusu şu cümlelerle günlerce anons eder: Şimdi bütün dünya James Bond maceraları yerine Bulgar Ajanı Zakof’u okuyor… Bu kışkırtıcı ve merak uyandırıcı duyurular, gazete Zakof James Bond’a Karşı adlı romanı tefrika etmeye başladığında sona erer, iki ajan arasındaki kapışma okurun ferasetine, izanına terk edilir…

Roman, Bond serisinin çevirmeni Adnan Semih Yazıcıoğlu tarafından Türkçeye aktarılmış, bir yıl sonra ise Başak Yayınevi tarafından kitaplaştırılmıştı. Peki, kimdi bu, Hürriyet’in bütün dünyanın okuduğunu iddia ettiği, adı bazen Zakof, bazen Zakhof, bazen de Zahof olabilen bu işbilir, iş bitirir kahraman casus, nasıl zuhur etmiş; kimin adına İngiliz Gizli İstihbarat Servisi MI6 çalışanı James Bond ile itişip kakışmaya girişmişti?

Bu sorunun genel geçer bir yanıtı var: Zakof; Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yeni bir tür olarak beliren casus romanlarının; özellikle türün kurucusu İngiliz yazarlarının çalışmalarının Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’nde bambaşka bir ideolojiyle vücut bulmuş haliydi: Yazarı Andrei Gulyahski 1959 yılından bu yana casus romanları da yazan, Dimitrov ödüllü saygın bir yazardı; ama kahramanı Avakoum Zakhov’u James Bond ile ringe çıkarmasaydı, ne bütün dünya onu tanıyacak, ne de bu yazının konusu olacaktı…

Bond’un yaratıcısı Ian Fleming’in ölümünden sonra bir roman aracılığı ile gerçekleşen bu edebî mücadele, daha doğrusu itişip kakışma oldukça sert ve kaba unsurlar içeriyordu. En açık söyleyişle, romanda baştan sona Bond’u aşağılayan bir üslup egemendi. Kısacası, Zakof James Bond’a Karşı’yı sahaf raflarından edinip okuyacaklar; eğer John Le Carre’nin MI6 casusu Smilley ile Sovyetler Birliği’nin KGB ajanı Karla’nın iğneleyici, yok edici, ama zarif edebî yaklaşımına alıştılarsa, bu roman onlara sert gelecektir. Zaten ben, John Le Carre’nin kötülüğün kaynağının çatışan siyasal sistemler değil, o sistemlerin insanları olduğunu söylemeye çalışan bir yazar olduğunu düşünüyorum. Gel gelelim ne Zakov, ne Bond ne de onların ait oldukları siyasal sistemler bu tür romantik yaklaşımlara yüz verecek durumda değildi: Soğuk Savaş, bütün şiddetiyle egemenliğini sürdürmekte, her iki blok da kendi kurallarını dayatmakta, uygulamakta, stratejiler taktikler geliştirmekteydi. Örneğin Genç Komünistlerin gazetesi Komsomolskaya Pravda’ya göre, James Bond tecavüzün yiğitlik, cinayetin komik bir numara olarak değerlendirildiği kâbus gibi bir hayatın ürettiği tuhaf bir kişiydi. Dolayısıyla Marksist Leninist bakış açısıyla casus romanları yazılmalı, Bond’un çekiciliği zaafa uğratılmalıydı.

Bu girişim için bir dizi saldırı planı hazırlanmıştı. Bunlardan biri de Andrei Gulyahski’nin Zakof James Bond’a Karşı romanıydı: KGB, Bond’u alt etmek ve zafer kazanmak üzere Bulgar yazarı görevlendirmişti. Amaç tabii ki komünist bir casusun – kötü emperyalist Bond’u nasıl yendiğini bütün dünya ile paylaşmaktı. Bunun için Batı’ya açılmak gerekiyordu. Gel gelelim, Andrei Gulyahski, bu açılımı ya da açılmayı pek gerçekleştirememiş, zira bir dizi batılı işlem ve yöntemi aşmak için mücadele etmek zorunda kalmıştı. Örneğin kitapta Bond’un adı ve 007 kodunun kullanılması yasaklanmıştı. Tersi olursa dava açılacak, kitabın satışına ihtiyadi tedbir konulacaktı. Kısacası hiçbir Batılı ülke romanı yayınlamaya yanaşmadı, ama Andrei Gulyahski’ye romanın Sovyet Birliği’nde ve Demir Perde Ülkeleri’nde okunması yetmiyordu. Sonunda çok uzaklarda Avustralya’da bir yayıncı buldu: Roman 1967 yılında, Hürriyet’in tefrikasından bir yıl sonra Sidney’de ucuz ve ciltsiz baskıyla ve 007’nin bir sıfırı atılarak, Bond adı kullanılmayarak yayınlandı. Bizde ise roman, ajanın adının ve 007 kodunun özgürce kullanılarak tefrika edilmesinden hemen sonra 1967’de, aynı minvalde, yani adıyla sanıyla, kod adıyla okura ulaştırılmıştı: Yozlaşmış Batı’nın, aç gözlü, kötü ve sefil ajanının Zakof’un saldırılarına direnmeyi sürdürmeliydi.

Romanın kısaca özetine gelince: Londra’da başlayan serüven Antarktika’da sona erer. Zakof burada yemek için bir fok öldürür, sığınmak için bir iglo yapar, finalde ise Bulgar ajanı ile 07, buzdan bir zeminde güreşe tutuşurlar, 07 bir uçurumdan düşer ve kaybolur: Zafer kitapta da Zakof’undur.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 14 Ağustos 2025’te yayımlanmıştır.

İbrahim Yıldırım
İbrahim Yıldırım
İbrahim Yıldırım – Roman ve öykü yazarı. 23 Şubat 1950 İstanbul doğumlu. İlk öyküsü Oluşum;mso-bidi-font-style:normal'>Varlık;mso-bidi-font-style:normal'>Günümüzde Kitaplar dergisinde "Bir Zamanlar Bir Kitap"; Cumhuriyet Kitap ve Çerçeve'de "Sarı Yapraklı Kitaplar" başlıkları altında denemeler yazdı. 1987 yılında Bir Cinayetin Ekonomisi adlı öykü kitabı yayımlandı. Aynı yıl Yaşasın Edebiyat adlı bir öykü dergisi çıkarttı. 1997'de Eylül'den Sonra adını verdiği roman üçlemesini yazmaya başladı. Bu dönemin ilk ürünü olan Kuşevi'nin Efendisi’ni 2000 yılında yayımladı. Bir yıl sonra üçlemenin ikinci romanı Yaralı Kalmak okura ulaştı. Üçlemenin üçüncü kitabı Bıçkın ve Orta Halli 2003'te yayımlandı. 2002 yılında, Kaptan Gemide Kaçak Yolcu Var adlı kitaba "Baudelaire Paradoksu" adlı öyküsüyle katılan İbrahim Yıldırım, çeşitli edebiyat dergilerinde deneme ve öyküler yayınlıyor. 2016 yılında Dokuzuncu Haşmet romanıyla Orhan Kemal Roman Armağanı ödülüne layık görüldü.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Polisiye ve casusiye meraklıları için espiyonaj notları

Casuslar yalnızca filmlerde mi yaşar? Gerçek hayatta istihbarat örgütleri nasıl çalışır? MI6, CIA ya da KGB’nin perde arkasında neler dönüyor? James Bond ve John le Carré romanlarındaki entrikalar, hangi gerçek operasyonlardan beslendi? Soğuk Savaş’ın gölgelerinde kalan isimler ve olaylar, bugünün espiyonaj kültürünü nasıl şekillendirdi? İbrahim Yıldırım yazdı.

Bu yazı için çalışırken göz attığım romanlar, denemeler kritikler tabii ki oldu… Ve bir kez daha şunun ayırdına vardım: Polisiyede onca başarılı girişime; çıkarılan dergilere, düzenlenen toplantılara, şenliklere, armağanlara, ödüllere; dahası akademinin on yıldır yazılarla, kitaplarla, söyleşilerle verdiği desteğe karşın yeni bir şey yok: Katil, romanların bazen ilk sayfalarında, bazılarında sonlara doğru çoğu kez muammasız ortaya çıkıyor, Türk Dedektifi ise görevini hiç aksatmıyor, kan döken kişiyi mutlaka yakalıyor.

Bu durum ister istemez her defasında aklıma, Metin Celal’in Richard Osman’ın Ölecek Son İblis hakkında yazdığı kritikte sorduğu, “Polisiyeler aslında ne anlatır?” sorusunu getiriyor. Bu sorunun majör sözcüğünün “aslında” olduğu kanısındayım; zira Metin Celal bence yapılması gerekenin okunanlardan, yazılanlardan başka bir şey olduğunu söylemek istiyor, ama soruyu dayandırdığı roman ve roman dizisi -The Thursday Murder Club biraz sorunlu: Richard Osman müşteri memnuniyetine önem veren bir televizyon yıldızı, komedyen; romanlarını sıradan mizah girişimi diye tanımlayanlar da var… Bu arada Agatha Christie’nin Cinayetler Kulübü adlı öyküsüne değinmeden geçmek olmaz: Bilindiği gibi bu öyküde altı meraklı kişi her salı akşamı Bayan Marple’ın evinde toplanıp birbirlerine cinayet öyküleri anlatırlar… Bu metnin de yer aldığı toplu öyküler yıllardır kimi zaman The Thirteen Problems, kimi zaman The Tuesday Club Murders başlıkları ile yayınlanıyor. 2021 yılında, yani Perşembe Cinayet Kulübü’nün 2020’deki ticari başarısının ardından yeni bir pazarlama anlayışıyla satışa sunulan bu kitabın yayıncısı HarperCollins…

Bu meseleyi daha fazla uzatmıyor; Metin Celal’in doğru sorusunun yanıtlanması gerektiğini düşünüyor ve casusiye konusuna dönüyorum: Bu türde de durum parlak değil. Oysa İstanbul bilumum gizli servis çalışmalarının kanlı kansız girişimlerle gerçekleştirildiği ve casus takasları ile ünlü bir şehir: Örneğin 2024’teki tarihi diye adlandırılan 26 kişinin takasını Beyaz Saray naklen izlemişti.

Sanırım dört dörtlük bir casus romanı için, bizim de türün kurucu yazarları Somerset Maugham, Graham Greene gibi, vaktiyle gizli servis elemanlığı yapmış yazarlara ihtiyacımız var. Ancak böyle bir şeyin gerçekleşmesi neredeyse imkânsız; ama karamsarlığa kapılmak da gereksiz: ‘Aslında’ nasıl bir başka polisiye mümkünse, bir başka casusiye de mümkün olmalı… Öyleyse biraz müzevirlik edip espiyonaj meselesini kurcalamaya başlayalım: Bakalım nelerle karşılaşacağız?

1. dönüm noktası: Birinci Dünya Savaşı

Notlara 1935’ten 1940’a yılına kadar ulusal gazetelerimizde yoğun olarak yer alan casusluk ile ilgili tefrikalarının bazı spotlarını paylaşarak başlamak istiyorum; çünkü amacım, polisiye gibi pek de benimsemediğim casusiye sözcüğünün kapsadığı yazılı uğraşın giderek yükseldiği döneme vurgu yapmak…

Örneğin: Hor görmeyin, casus bir ülkeyi ve bir ülküyü daima kurtarabilir… Matahari’yi yakalamak şeytanı yakalamak kadar zor… Casus yetiştirme mekteplerini gezenler neler gördü… Alman casuslarının korkunç faaliyetleri… Casusların imtihanları… Üç meşhur casus kadının hayatı… Yemleme haber, Yemleme vesika olduğu kadar, yemleme casuslar da vardır…

Ve benzeri onlarca kışkırtıcı spot, gazete okurlarını, neredeyse yayınlanan ya da yayınlanacak casus romanlarına hazırlamaya gayret ediyordu.

Bu spotların çoğunu 1935 yılında Tan gazetesinde yayınlanan, Aziz Hüdayi Akdemir’in kaleme aldığı Bizde Casusluk adlı yazı dizisinden ödünç aldığıma göre, yazardan söz etmeden geçmek olmaz: Binbaşı Aziz Bey, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında kurulan Felâh Grubu’nun siyasi istihbarattan sorumlu başkan yardımcısı idi, daha çok İngiliz Gizli İstihbarat Servisi SIS –diğer adıyla MI6- elemanlarıyla mücadele etmiş, yakalanmaları için çalışmıştı. 30’lu yıllarda tiyatro eserleri çeviren veya sahneye uyarlayan Aziz Bey’in 1950 yılında yayınlanan, bence günümüz casus edebiyatı yazarlarının edinmeleri gereken iki de kitabı vardır: 1935 yılında Tan gazetesinde tefrika edilen Bizde ve Dünyada Casusluk ile Türk Düşmanı Lawrence ve Benzerleri…

Espiyonajla ilgili metinlerin, başta Tan olmak üzere Haber, Son Posta, Yeni Asır, Kurun (Vakit) gibi dönemin yaygın okunan gazetelerinin en gözde sayfalarını ele geçirmesinin bir nedeni de casus romanlarının Birinci Dünya Savaşı sonrasında bağımsız bir tür olarak belirdiği dönem olmasıydı.

Polisiyede olduğu gibi, istihbarat örgütlerinin oyun kurup oyun bozduğu bu yeni türün de öncüleri İngilizlerdi. Örneğin Somerset Maugham’ın 1927’de yayımlanan Bir İngiliz Ajanı: Ashenden başlıklı, birbirine eklemlenen öykülerden oluşan kitabı başlangıç olarak kabul edilebilir, çünkü Joseph Conrad’ın 1907 tarihi Gizli Ajanı’ndan, 1911 tarihli Batılı Gözler Altında’sından bu yana casus romanı yayınlamamıştı.

Evet, Birinci Dünya Savaşı’nda devletlerin espiyonaja verdiği önem artmış, geleneksel habercilerden, örneğin posta güvercinlerinden, posta köpeklerinden henüz vazgeçilmemiş olmasına karşın telgraf, telefon, telsiz gibi yeni icatlar istihbarat faaliyetlerinde kullanılmaya başlanmış; eğitim çalışmalarına da önem verilmişti. Ayrıca bazı çarpıcı istihbarat olayları, bazı sembolik casuslar abartılarak kitlelere duyurulduğundan, Birinci Dünya Savaşı, casus roman ve öykülerinin yazılmasını tetikleyen, esinleyen önemli dönem olmuştu.

Gel gelelim, üretilen romanların çoğu dime novel (ucuz roman) diye tanımlanan türün özelliklerini taşıyordu. Ama Somerset Maugham’ın Ashenden’i günümüzde de edebî değeri önemsenen bir çalışmadır; öyle ki, bu kitaptaki öyküler hem sinema yapıtı, hem de televizyon dizisi olarak değerlendirilmiştir. Bunlardan biri de Hitchcock’un yönettiği 1936 tarihli Gizli Ajan’dır.

2. Casuslar şehri: İstanbul

Casus romanlarının hâlâ önemli bulunan yapıtlarından biri de Eric Ambler’in 1939 tarihli The Mask of Dimitrios’tur (Dimitrios’un Maskesi). Bu kitabın bir başka özelliği İzmir ve İstanbul’da geçmesidir. Yazarın The Light of Day (Gün Işığı) romanında ise İstanbul baş roldedir. Bu romandan uyarlanan Topkapı adlı filmi, 1965 yılında 15 yaşında bir yeni yetmeyken izlemiş, batılı yabancıların İstanbul’la ilgilenmesinden dolayı göğsüm kabarmış; o zamanlar azgelişmiş ülkelerden biri olduğumuz için gönenmiştim de… Bu arada Ege Ernart’ın filmde Milli Emniyet’ten Binbaşı Ali Tufan’ı, Senih Orkan’ın ve Danyal Topatan’ın ise sivil polisleri canlandırmaları beni tabii ki sevindirmişti… Gel gelelim, 18 – 19 yaşında Soyut dergisinde Ege Ernart’ın şiirlerini okuduğumda, anlam veremediğim şaşkınlık ve pişmanlığı andıran bir tedirginlik yaşamıştım… Bilmeyenler olacağından söyleyeyim; Ege Ernart, şair ve aktördü, ağır bir entelektüel idi; Ferit Edgü ile reklamcılık yapmış; 2002 yılında vefat etmişti. Daha fazla bilgi edinmek isteyenler, Kemal Sezer’in Ege Ernart: Bir Öncü Reklamcı ve Sıradışı Yaşamı’na göz atabilirler.

Eric Ambler’in Türkiye’de geçen bir diğer romanı ise Journey into Fear’dır ki (Korkuya Yolculuk), Dimitros’un Maskesi’ndeki Albay Hakkı, bu romanda da karşımıza çıkar; roman kahramanını canlandıran Orson Welles’tir…

Evet; içinde İstanbul geçen çok sayıda casus romanı yazılmış, sinemaya uyarlanmıştır. Bunlardan biri de ünlü Arnavut asıllı Türk casusu İlyas Bazna’nın, yani Çiçero’nun yaptığı çalışmaları temel olan 5 Fingers’tır (Beş Parmak). Filmin başrol oyuncusu James Mason, 1936 yılında Dennis Wheatley’in romanından uyarlanan film için geldiği İstanbul’da beş ay kalmış, Türkçe öğrenmiştir. Dünya sinemalarında The Secret Of Stamboul adıyla gösterilen bu filmde Mason, saltanatı geri getirmek isteyenleri engellemeye çalışan İngiliz ajanıdır.

1952 yılında çekilen 5 Fingers’da ise Çiçero’yu canlandıran James Mason, İngiliz Büyükelçisi’nin uşağıdır, ama Nazi Almanya’sı için çalışmaktadır. Aktör, filmde yıllar önce öğrendiği Türkçesini de değerlendirmiştir. Filmin dış çekimlerinde ve kaçma kovalama sahnelerinde Ankara Garı’nı, Ulus Meydanı’nı, İstiklal Caddesi’ni, Kapalıçarşı’yı izlemek bugünün genç izleyicisine tarihi bir yolculuk yaptıracak denli önemlidir….

5 Fingers’ını yanı sıra birkaç yıl sonra aynı konuyu içeren televizyon dizisinin, daha doğrusu Çiçero ile ilgili bütün çalışmaların kaynak metni bence aynıdır: Çiçero Operasyonu… Bu kitabı İlyas Bazna’nın casusluk yaptığı dönemde Alman Büyükelçiliği’nde görevli diplomat olan Ludwig Carl Moyzisch yazmıştı…

Bir başka casusumuz olan Asım Esat Tomruk, yani İngiliz Kemal, yaşadıklarını, belki de hayal ettiklerini hem kendi kaleme alıp kitaplaştırmış; hem de Recai Sanay, Ali Kemal Meram’ın anılarını romanlaştırmasına imkân tanımıştır.

İlk casus romanı yazarımızın kim olduğuna gelince: Bazı kaynaklara göre, bu kişi Ebussüreyya Sami’dir… Ve büyük olasılıkla 1914 yılında yayınlanan Aman Vermez Avni Serisi’nden Sessiz Tabanca bu türdeki ilk casusluk hikâyemizdir: Romanda, İstanbul’a padişahı öldürmek üzere gelen Rus Kontesi’ni etkilemek ve engellemek üzere Mısır Prensi oluveren Avni’nin Rus güzeliyle girdiği ilişkiler anlatıldığından, yani beynelmilel içeriğe sahip olduğundan, bence metin, ilk olmayı hak ediyor. Ama şu da unutulmamalı: Aman Vermez Avni’ye Türklerin Sherlock Holmes’ü denmesinin bir nedeni de, öykülerinin Conan Doyle metinleriyle içli dışlı olmasıdır. Örneğin Sherlock’un ölmediğinin anlaşıldığı öykü olan Boş Ev’de Profesör Moriarty için imal edilen sessiz bir silahtan söz edilir. Her ne olursa olsun, Avni’nin Sessiz Tabanca’sı çikolatadan yapılmış olsa da, Ebussüreyya Sami en azından ecnebi kadınlar ile ilişki konusunda bir öncüdür. Örneğin edebiyat tarihçilerine göre, ilk casus romanımız olan Esat Mahmut Karakurt’un 1946 tarihli Ankara Ekspresi’nde Türkiye’deki yönetim devre dışı bırakıp istilaya zemin hazırlamak üzere İstanbul’a gelen Nazi Almanyası’nın ajanı Florein Hilda ile Binbaşı Seyfi’nin ilişkisi evlilikle bitecektir. Dolayısıyla Ümit Deniz’in ilk romanı olan Ölüm Perdesi’nde de, romanın kahramanı dedektif ve ajan Murat Davman’ın Bulgar Casusu Maria Antanof ile ilişki yaşaması milli alışkanlıklarımızdan sayılmalıdır…

Ölüm Perdesi ilk kez 1957 yılında Milliyet gazetesinde tefrika edilir, 1958’de kitaplaşır, I960’da Bülent Oran ve Attila İlhan’ın yazdığı senaryo ile sinemaya uyarlanır. Baş rolünde Orhan Günşiray’ın yer adığı filmde Leyla Sayar ve Mualla Kaynak, Murat Davman’ın Bulgar ve Türk sevgilileridir. Bu arada Orhan Günşiray’ın da bir MAH elemanı, yani eski adıyla Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti yeni adıyla MİT elemanı olduğu birtakım faaliyetlerde bulunduğu sır değildir.

Casus romanlarımızın önem verilmesi gereken yazarı olan Osman Aysu’nun da MİT elemanı olduğu konusunda söylentiler vardır. Bu konuda yazar, sorulan sorulara kaçamak yanıtlar vermekle yetinmiştir. Sanırım Aysu da iyi bir casus romanı kotarmak için önemli kıstaslardan birinin yazarın vaktiyle gizli ajan olması gerçeğine inanmaktadır, çünkü türün kurucuları olan Somerset Maugham’ın, John Le Carre’nin Graham Greene’in ve Ian Fleming’in MI5 veya MI6 için çalıştıkları bilinmektedir: Peki, Osman Aysu’nun romanları espiyonaj bağlamında tatmin edici midir, yoksa o da Ebussüreyya Sami gibi kimi yabancı yazarlarla içli dışlı mıdır? Bence bu zincir soruya olumlu veya olumsuz yanıt vermek yerine 50’yi aşkın romandan oluşan külliyata saygı duymakla, hatta gıpta etmekle yetinilmeli ve şu da not edilmelidir: 90 yaşından gün alan Osman Aysu’nun son çalışması Aşkın Zengin Akkuş’la birlikte yazdığı CIA’lı, MİT’li Gölge Casus/ Casuslar Şehri İstanbul’da Son Hesaplaşma’dır

Casus romanlarının kurucuları için İstanbul, hem merak edilen, hem de kozların paylaşılacağı mekân olarak her zaman önemini korumuştur: Somerset Maugham 1953’te 21 Nisan’da İstanbul’a gelmiş, Graham Greene İstanbul Treni adlı bir roman yazmış, John Le Carre’nin Tinker Tailor Soldier Spy (Köstebek) romanının bir bölümü 2010 yılında İstanbul’da çekilmişti. Peki, Ian Fleming’in 6- 7 Eylül olayları sırasında İstanbul’da olması rastlantı mıydı?

Bu soru yanıtlanamayacağından, bu bölümü bitirmek üzere Rusya’dan Sevgilerle romanına ve filmine dönüyorum: Ajan 007, İstanbul’a gelmek üzere bindiği uçakta yanında okumakta olduğu bir roman vardır: The Mask of Dimitrios (Dimitrios’un Maskesi). 007, büyük olasılıkla yazarının KGB ajanları ve budala kabadayılar olarak tanıttığı Bulgar meslektaşları ile kapışacağı İstanbul’u daha yakından tanımak istiyordu.

1962’de çekilen Rusya’dan Sevgilerle Türkiye’de 1965’de gösterime girmiş, filmde Bulgar ajanını, 300’ü aşkın Yeşilçam filminin kötü adamı Hasan Ceylan canlandırmıştı. Bu filmi de ilk kez 15 yaşındayken izlemiş, filmde gösterilen İstanbul’un aynısını yaşadığım için dış çekimler pek ilgimi çekmemiş, ama gösterilen ilgiden dolayı sevinmiştim. Bu yazıyı yazarken filmi bir daha izlediğimde ise kayıplara karışmış İstanbul’un sokaklarında anılarımın peşi sıra sancılı bir hüzünle dolaştığımı da söylemeliyim.

James Bond’u Türkiye’ye tanıtan Rusya’dan Sevgilerle ikinci Bond filmiydi. Oysa serinin ilk filmi Doktor No’ydu… Ama onun ülkemizde gösterime girişi Rusya’dan Sevgilerle’den bir yıl sonra 1966’da gerçekleşmişti. Büyük olasılıkla Bond filmlerinin iş yapacağı anlaşıldığı için, ilk film de ithal edilmiş olmalı…

Kısacası James Bond, 1966 yılında; gösterilmesi ve okunması yasaklandığı Sovyetler Birliği ve Demir Perde ülkeleri dışında bütün dünyada gündemdeydi, dolayısıyla 007’nin 1953 yılında yayınlanmaya başlayan kitaplarında, KGB elemanlarına ve Bulgar ajanlarına yönelik saldırıları ve aşağılamaları Yedinci Sanat nedeniyle iyice kitleselleşmişti. Doğu Blok’u bu gelişmelerden rahatsızdı, çok sert bir yanıt vermeye ve kapışmaya hazırlanıyordu.

3. Edebî bir kapışma: Zakof James Bond’a karşı

Hürriyet gazetesi, 1966 yılının ekim ayında, yeni bir casusu şu cümlelerle günlerce anons eder: Şimdi bütün dünya James Bond maceraları yerine Bulgar Ajanı Zakof’u okuyor… Bu kışkırtıcı ve merak uyandırıcı duyurular, gazete Zakof James Bond’a Karşı adlı romanı tefrika etmeye başladığında sona erer, iki ajan arasındaki kapışma okurun ferasetine, izanına terk edilir…

Roman, Bond serisinin çevirmeni Adnan Semih Yazıcıoğlu tarafından Türkçeye aktarılmış, bir yıl sonra ise Başak Yayınevi tarafından kitaplaştırılmıştı. Peki, kimdi bu, Hürriyet’in bütün dünyanın okuduğunu iddia ettiği, adı bazen Zakof, bazen Zakhof, bazen de Zahof olabilen bu işbilir, iş bitirir kahraman casus, nasıl zuhur etmiş; kimin adına İngiliz Gizli İstihbarat Servisi MI6 çalışanı James Bond ile itişip kakışmaya girişmişti?

Bu sorunun genel geçer bir yanıtı var: Zakof; Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yeni bir tür olarak beliren casus romanlarının; özellikle türün kurucusu İngiliz yazarlarının çalışmalarının Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’nde bambaşka bir ideolojiyle vücut bulmuş haliydi: Yazarı Andrei Gulyahski 1959 yılından bu yana casus romanları da yazan, Dimitrov ödüllü saygın bir yazardı; ama kahramanı Avakoum Zakhov’u James Bond ile ringe çıkarmasaydı, ne bütün dünya onu tanıyacak, ne de bu yazının konusu olacaktı…

Bond’un yaratıcısı Ian Fleming’in ölümünden sonra bir roman aracılığı ile gerçekleşen bu edebî mücadele, daha doğrusu itişip kakışma oldukça sert ve kaba unsurlar içeriyordu. En açık söyleyişle, romanda baştan sona Bond’u aşağılayan bir üslup egemendi. Kısacası, Zakof James Bond’a Karşı’yı sahaf raflarından edinip okuyacaklar; eğer John Le Carre’nin MI6 casusu Smilley ile Sovyetler Birliği’nin KGB ajanı Karla’nın iğneleyici, yok edici, ama zarif edebî yaklaşımına alıştılarsa, bu roman onlara sert gelecektir. Zaten ben, John Le Carre’nin kötülüğün kaynağının çatışan siyasal sistemler değil, o sistemlerin insanları olduğunu söylemeye çalışan bir yazar olduğunu düşünüyorum. Gel gelelim ne Zakov, ne Bond ne de onların ait oldukları siyasal sistemler bu tür romantik yaklaşımlara yüz verecek durumda değildi: Soğuk Savaş, bütün şiddetiyle egemenliğini sürdürmekte, her iki blok da kendi kurallarını dayatmakta, uygulamakta, stratejiler taktikler geliştirmekteydi. Örneğin Genç Komünistlerin gazetesi Komsomolskaya Pravda’ya göre, James Bond tecavüzün yiğitlik, cinayetin komik bir numara olarak değerlendirildiği kâbus gibi bir hayatın ürettiği tuhaf bir kişiydi. Dolayısıyla Marksist Leninist bakış açısıyla casus romanları yazılmalı, Bond’un çekiciliği zaafa uğratılmalıydı.

Bu girişim için bir dizi saldırı planı hazırlanmıştı. Bunlardan biri de Andrei Gulyahski’nin Zakof James Bond’a Karşı romanıydı: KGB, Bond’u alt etmek ve zafer kazanmak üzere Bulgar yazarı görevlendirmişti. Amaç tabii ki komünist bir casusun – kötü emperyalist Bond’u nasıl yendiğini bütün dünya ile paylaşmaktı. Bunun için Batı’ya açılmak gerekiyordu. Gel gelelim, Andrei Gulyahski, bu açılımı ya da açılmayı pek gerçekleştirememiş, zira bir dizi batılı işlem ve yöntemi aşmak için mücadele etmek zorunda kalmıştı. Örneğin kitapta Bond’un adı ve 007 kodunun kullanılması yasaklanmıştı. Tersi olursa dava açılacak, kitabın satışına ihtiyadi tedbir konulacaktı. Kısacası hiçbir Batılı ülke romanı yayınlamaya yanaşmadı, ama Andrei Gulyahski’ye romanın Sovyet Birliği’nde ve Demir Perde Ülkeleri’nde okunması yetmiyordu. Sonunda çok uzaklarda Avustralya’da bir yayıncı buldu: Roman 1967 yılında, Hürriyet’in tefrikasından bir yıl sonra Sidney’de ucuz ve ciltsiz baskıyla ve 007’nin bir sıfırı atılarak, Bond adı kullanılmayarak yayınlandı. Bizde ise roman, ajanın adının ve 007 kodunun özgürce kullanılarak tefrika edilmesinden hemen sonra 1967’de, aynı minvalde, yani adıyla sanıyla, kod adıyla okura ulaştırılmıştı: Yozlaşmış Batı’nın, aç gözlü, kötü ve sefil ajanının Zakof’un saldırılarına direnmeyi sürdürmeliydi.

Romanın kısaca özetine gelince: Londra’da başlayan serüven Antarktika’da sona erer. Zakof burada yemek için bir fok öldürür, sığınmak için bir iglo yapar, finalde ise Bulgar ajanı ile 07, buzdan bir zeminde güreşe tutuşurlar, 07 bir uçurumdan düşer ve kaybolur: Zafer kitapta da Zakof’undur.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 14 Ağustos 2025’te yayımlanmıştır.

İbrahim Yıldırım
İbrahim Yıldırım
İbrahim Yıldırım – Roman ve öykü yazarı. 23 Şubat 1950 İstanbul doğumlu. İlk öyküsü Oluşum;mso-bidi-font-style:normal'>Varlık;mso-bidi-font-style:normal'>Günümüzde Kitaplar dergisinde "Bir Zamanlar Bir Kitap"; Cumhuriyet Kitap ve Çerçeve'de "Sarı Yapraklı Kitaplar" başlıkları altında denemeler yazdı. 1987 yılında Bir Cinayetin Ekonomisi adlı öykü kitabı yayımlandı. Aynı yıl Yaşasın Edebiyat adlı bir öykü dergisi çıkarttı. 1997'de Eylül'den Sonra adını verdiği roman üçlemesini yazmaya başladı. Bu dönemin ilk ürünü olan Kuşevi'nin Efendisi’ni 2000 yılında yayımladı. Bir yıl sonra üçlemenin ikinci romanı Yaralı Kalmak okura ulaştı. Üçlemenin üçüncü kitabı Bıçkın ve Orta Halli 2003'te yayımlandı. 2002 yılında, Kaptan Gemide Kaçak Yolcu Var adlı kitaba "Baudelaire Paradoksu" adlı öyküsüyle katılan İbrahim Yıldırım, çeşitli edebiyat dergilerinde deneme ve öyküler yayınlıyor. 2016 yılında Dokuzuncu Haşmet romanıyla Orhan Kemal Roman Armağanı ödülüne layık görüldü.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x