“Sanat, yalnızca aynayı topluma tutmak değil,
aynı zamanda onu bir kılavuz gibi taşımaktır.”
Bertolt Brecht, “Küçük Organon”
1970’lerin ortasında, Ankara Sanat Tiyatrosu’nun (AST) sahnesinde bir karar verildi. Dönemin politik gerilimleriyle kaynayan Türkiye’sinde, Maksim Gorki’nin Ana adlı romanı, Bertolt Brecht’in uyarlamasıyla sahneye konulacaktı. Brecht’in anlatımı; şarkılarla, iç monologlarla ve doğrudan seyirciye seslenmelerle örülü, alışılmadık bir tiyatroydu. Ve bu sahnelemeye özgü olarak, 1 Mayıs 1905 sahnesinde çalınacak bir marşa ihtiyaç vardı.
Oyunun müziklerini üstlenen Sarper Özsan, aradığı marşı bir türlü bulamayınca çözümü kendi üretmekte buldu. Hem sözlerini yazdı hem de bestesini yaptı. Böylece “1 Mayıs Marşı” doğdu. Bir sahne gerekliliği olarak yazılmıştı, ama kaderi sadece tiyatroda kalmak değildi. Bu marş, bir gün meydanlarda yankılanacak, pankartların ardında yürüyen binlerin sesi olacaktı.
Özsan’ın bu bestesi, aslında dönemin estetik-politik anlayışını da yansıtıyordu. Sözler açıktı: “Günlerin bugün getirdiği, baskı zulüm ve kandır.” Hiçbir metafora sığınmadan, doğrudan ve tok bir dille konuşuyordu. Marş, hem proletaryanın acısını hem de ayağa kalkma çağrısını barındırıyordu. Üstelik, yalnızca bir politik slogan değil, dramatik bir yapı taşıydı. Ana oyununun içinde bir karakter gibi yer alıyordu bu ezgi.
Ankara Sanat Tiyatrosu’nda ilk kez duyulan bu marş, seyircide salt sanatsal bir beğeni değil, politik bir coşku da uyandırdı. Sahnede söylenen bir şarkı, salonun duvarlarını aşarak sokaklara taşacak, kısa süre içinde direnişin ve umudun ezgisine dönüşecekti. Marş, tıpkı Brecht’in tiyatro anlayışında olduğu gibi, seyirciyle hayat arasındaki dördüncü duvarı yıkıyor; seyircinin değil, yurttaşın kalbine sesleniyordu.
Meydanların ezgisi: 1976’dan 1977’ye
Ankara’daki bir tiyatro salonundan doğan “1 Mayıs Marşı”, kısa sürede duvarları yıktı, koridorları aştı, meydanlara ulaştı. 1976 yılına gelindiğinde, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) yayın organı Çark-Başak’ta marşın sözleri yayımlandı. Bu, artık marşın sahneyle sınırlı kalmayacağının işaretiydi. İşçi sınıfının belleğinde yavaş yavaş yer etmeye başlamıştı. Ancak gerçek patlamasını, ertesi yıl yaşayacaktı: 1977 yılında, 1 Mayıs sabahı, Taksim Meydanı’nda.
O gün, Türkiye tarihine “Kanlı 1 Mayıs” olarak geçecekti. Yüz binlerce emekçi, işçi sendikalarının öncülüğünde Taksim’e akın etti. Kalabalık arasında yankılanan seslerden biri de “1 Mayıs Marşı”ydı. Bu kez oyunun içinde değil, hayatın tam ortasında söyleniyordu. Ruhi Su Dostlar Korosu’nun sesiyle, marş ilk kez bir kitlenin kolektif hafızasında yerini aldı. İşte o an, müzik tarihinden çıkıp toplumsal tarihin bir parçası hâline geldi.
Ne var ki aynı gün, saat 19.00 sularında, kimliği belirsiz kişilerce açılan ateş sonucu 34 kişi hayatını kaybetti. Korku, panik ve ölüm; meydanı bastı. Ancak marşın kaderi o günden sonra bambaşka bir yöne evrildi. “1 Mayıs Marşı”, artık sadece bir çağrı değil, bir ağıt ve bir yemin haline geldi.
O gün Taksim’de yüz binler yürüyordu. Marş her yanda çalıyor, her yerde söyleniyordu. Kalabalığın kendi dili vardı artık.
Bir ispat, bir direnç, bir yoklama gibiydi. Kimsenin yalnız olmadığını, kalabalığın sesiyle haykırıyordu.
“Gün gelir, zorbalar kalmaz gider”
Umudun hem en sade hem de en radikal formu buydu.
Ve o günden sonra bu marş, Taksim Meydanı’na, sendika kortejlerine, üniversite kantinlerine, fabrika duvarlarına adını kazıdı. Belki de hiçbir zaman bir ulusal marş gibi resmîleşmedi, ama bir başka marşın ulaşamayacağı bir yere, halkın kolektif kalbine yerleşti.
Aynı yıl, 1977’de, Cem Karaca marşı 45’lik plak olarak seslendirdi. Bu plak, marşın tiyatro ve miting çevrelerinin ötesine geçmesini sağladı. Evlerde, kahvehanelerde, minibüs radyolarında dolaşmaya başlayan marş, artık halkın gündelik belleğinde de yer buluyordu. Özellikle 1 Mayıs öncesinde tekrar tekrar çalınan bu kayıt, marşın politik olduğu kadar duygusal bir ritüele dönüşmesini de hızlandırdı.
Müziğin dili: Ezgiyle direniş
“1 Mayıs Marşı” yalnızca güfteden ibaret değildi; ezgisi de, taşıdığı ruh kadar etkileyiciydi. Sarper Özsan, marşı bestelerken sahnede işlevsel olacak bir yapıdan fazlasını hedeflemişti. O, sesiyle insanları ayağa kaldıracak, birlikte söylemeyi mümkün kılacak bir müzik arıyordu. Bu nedenle melodik yapı, dramatik bir oyun havası değil; kol kola girip yürüyen kalabalıkların birlikte yükseltebileceği, yalın, ama güçlü bir müzikal iskelet üzerine kuruldu.
Marş, teknik olarak bakıldığında, Kürdî dizisinin ve sol minör armonisinin bir karışımıyla bestelenmişti. Bu tercih tesadüf değildir. Kürdî, hem geleneksel Türk müziği makamlarıyla akraba bir duygu taşır hem de Batı’nın evrensel protest müzik armonilerine kapı aralar. Böylece marş, hem yerli bir duygu taşır hem de enternasyonal bir kardeşliğe göz kırpar. Tıpkı işçi sınıfının sınır tanımaz mücadeleleri gibi…
Sözlerin vurgulu yapısı, marşı sadece dinlenilen değil, yüksek sesle tekrar edilen bir formata dönüştürür. O dizeler, tek başına bile bir yürüyüş başlatabilecek güçteydi. Özsan burada, yalnızca bir besteci değil, adeta bir kurgu yönetmeni gibi davranır. Her ölçü, her iniş-çıkış, bir tiyatro sahnesini değil, bir yürüyüş kortejini düşünerek kurgulanmıştır adeta.
Marşın bu güçlü yapısı, yıllar içinde birçok sanatçı tarafından yorumlandı. Cem Karaca’nın tok sesiyle yaptığı yorumu geniş kitlelere ulaştı. Ama belki de daha az konuşulan, fakat en etkileyici olan yorumlardan biri Timur Selçuk’a aittir. Selçuk, marşın dramatik içeriğini klasik müzik terbiyesiyle buluşturdu; güçlü vibratolarla, piyano eşliğiyle ve bir tür haykırış estetiğiyle… Bazı dinleyicilere göre, onun yorumu Cem Karaca’yı bile geride bıraktı.
Her iki yorumda da değişmeyen bir şey vardı: Marş, söylediği şey kadar, nasıl söylendiğiyle de mücadeleye ses veriyordu. Bir ezgiyle yürünmez belki; ama o ezgiyle yola çıkanlar, neye direndiklerini hep hatırlıyordu. Çünkü bazı şarkılar, sadece kulakta değil, bedende ve bellekte de yankılanır.
Anılarla 1 Mayıs: Kiminin kulağında, kiminin yarasında
“1 Mayıs Marşı” yıllar geçtikçe bir hafıza taşıyıcısına dönüştü. Onu dinleyenler için salt ezgilerden ibaret olmayan, hatıraların, korkuların, umutların da üzerine sinmiş bir şarkıydı bu. Kimisi için bir çocukluk sesiydi, kimisi için kalabalığın içinde ilk defa hissettiği bir aitlik duygusu. Kimisi içinse yalnızca eksik bir insanın yerini dolduramayan, buruk bir yankı.
1977’den sonra uzun yıllar boyunca meydanlar yasaklandığında, marş da yer altına indi. Kimi zaman evde alçak sesle mırıldanıldı, kimi zaman üniversite kantinlerinde fısıltıyla söylendi. Ama en çok da kasetlerde yaşadı. Ruhi Su’nun dostlarına, Cem Karaca’nın sürgünlere, Edip Akbayram’ın sahnelere sığdırdığı o güçlü ses kayıtları, bir dönemin bellek kutularına dönüşmüştü.
Ancak her zaman tek bir ses yoktu. Timur Selçuk’un yorumu, marşın başka bir yüzünü açığa çıkardı: Sözler, onun titizlikle kurduğu armonide adeta sahneye yeniden döndü. Ne bağırıyordu, ne haykırıyordu. Ama suskunluğu titretiyordu. Onun piyanosunda bu marş, bir yürüyüş marşından çok, bir yas ezgisi gibiydi. 1 Mayıs’ın kayıplarına yakılan bir ağıt… Onun yorumunu dinleyenler arasında, “Bu marşın en dokunaklı hâli bu,” diyenler az değildi.
1977 yılında, Cem Karaca marşı Dervişan grubuyla birlikte seslendirdi ve “1 Mayıs Marşı / Durduramayacaklar Halkın Coşkun Akan Selini” adlı 45’liği yayımladı. Bu, onun Türkiye’de çıkan son 45’liği olacaktı. Plak kapağında, el ele tutuşmuş figürler vardı; arka yüzünde ise yalnızca marşın sözleri. Karaca, yıllar sonra yurtdışında bir röportajda, “O marş benim için yalnızca bir şarkı değil, Türkiye’ye gönderilmiş bir mektuptu” diyecekti. O mektup, postaya verilmişti bir kez; geri dönmeyecekti.
12 Eylül darbesinin ardından, “1 Mayıs Marşı” da diğer birçok şarkı gibi yasaklandı. Marşın çalınması, söylenmesi, hatta sözlerinin yazılı olduğu kâğıtların bulundurulması dahi sakıncalı sayıldı. Ancak tüm bu baskılara rağmen, marş yaşamaya devam etti. Gizli kasetlerde, şifreli mırıldanmalarda, duvarlara yazılan dizelerde…
Timur Selçuk’un yorumu ise, marşı adeta yeniden bestelemiş gibiydi. Onun piyanosunda marş, bir yürüyüş çağrısından çok, bir anma törenine dönüştü. 1991’de ODTÜ’de düzenlenen bir 1 Mayıs etkinliğinde, yüzlerce gençle birlikte bu marşı çaldı. Konser sonrasında, “Bu marş artık sadece işçi sınıfının değil; unutanların da vicdanıdır,” dediği aktarılır.
İşte o yüzden, “1 Mayıs Marşı”nı hatırlamak, yalnızca bir ezgiyi değil; farklı dönemlerde farklı biçimlerde yaşanmış ortak bir deneyimi hatırlamak gibidir. Kimi, marşı ilk kez 12 Eylül sonrasında duymuştur; bir kasetin kenarında, bir tavan arasında. Kimi, bir sendika mitinginde kol kola yürürken… Kimi de belki hiç söyleyememiştir ama her 1 Mayıs sabahı, içinden usulca geçirmiştir:
“Gün gelecek, devran dönecek…”
Marşın hafızadaki yeri, onun meydanlardaki sesinden daha kalıcı oldu belki de. Çünkü marşlar, yalnızca söylenerek değil; bazen susturularak da büyürler. Bazen de insan, bir şarkının kendisi olur.
Dünyanın marşları: Ayakta durmanın ezgileri
“1 Mayıs Marşı”, tekil bir hikâye değil; bir geleneğin halkasıdır. Dünyada da benzer kaderleri paylaşan pek çok marş vardır: Sahne için yazılıp meydana inen, bir direnişin sesi olup yıllarca yasaklanan, bir halkın belleğine kazınan…
İtalya’dan ‘Bandiera Rossa’, 20. yüzyıl başında sosyalist işçi hareketinin simgesi haline gelmiş bir ezgiydi. Aslen bir halk şarkısı melodisinden türetilmişti. Zamanla Avrupa’nın dört bir yanındaki işçi yürüyüşlerinin olmazsa olmazı oldu. Hem mitinglerde hem de baskı dönemlerinde yer altı direnişinde yaşadı. Bugün hâlâ İtalya’da 1 Mayıs etkinliklerinde duyulabilir; ama artık çoğu zaman anımsanmak için, ritüel niyetine.
Fransa’dan ‘L’Internationale’, belki de dünya çapında en çok bilinen işçi marşıdır. 1871’de Paris Komünü’nün ardından Eugène Pottier’in yazdığı bu marş, yalnızca Fransa’da değil, sosyalist ve komünist hareketlerin olduğu her ülkede bir simgeye dönüştü. Birçok dile çevrildi; Sovyetler Birliği’nin ilk resmî marşı bile oldu. Bugünse hâlâ dünyanın dört bir yanında söyleniyor — hem nostaljiyle hem dirençle.
Şili’den ‘El Pueblo Unido Jamás Será Vencido’ (Birleşen Halk Yenilmezdir) ise müziğin politik karşı duruşa nasıl evrilebileceğinin örneğidir. Quilapayún adlı grubun seslendirdiği bu marş, Allende dönemi Şili’sinin en güçlü simgelerinden biri olmuş, darbeyle birlikte yasaklanmış, sonra Latin Amerika’dan Filistin’e kadar onlarca coğrafyada bir mücadele çağrısına dönüşmüştür.
Bu marşların ortak bir kaderi vardır: Hiçbiri yalnızca ‘şarkı’ olarak kalmaz. Hepsi birer sembole dönüşür. Yazıldıkları anın ötesine geçerler, unutulan sloganların yerine geçer, kaybedilen yüzlerin sesi olurlar. Ve zamanla değişirler: Kimi, meydanlarda yüksek sesle söylenmeye devam eder, kimi sadece eski bir kasette ya da bir çocuğun mırıldanmasında yaşar. Ama unutulmazlar.
“1 Mayıs Marşı” da işte bu büyük marş zincirinin bir halkasıdır. Ne zaman bir halk, ayağa kalkmakla yere kapanmak arasında sıkışsa; bir ezgi kendini hatırlatır. Çünkü bazen, sadece bir marş yeter.
Bugünden bakış: Bir marşın kulağımızda kalmış yankısı
Artık herkesin aynı şeyi söylemediği, herkesin aynı yerden bakmadığı bir dünyadayız. Meydanlar kalabalık, ama karışık; sesler çoğalmış, ama ortak bir ezgi bulmak daha zor. Yine de her 1 Mayıs sabahı, bir şey olur: Bir yerde bir hoparlör cızırtıyla çalmaya başlar. Ya da bir anne, kahvaltı sofrasını kurarken alçak sesle mırıldanır. Bir çocuğun ağzından eksik bir dize dökülür.
“Gün gelir, zorbalar kalmaz gider…”
“1 Mayıs Marşı” artık yalnızca bir marş değil. O bir zaman kapsülü. Yalnızca meydanlara değil, evlere, hikâyelere, kayıplara, gözyaşlarına sinmiş bir ezgi. Bazen yıllar önce Taksim’de arkadaşını kaybetmiş birinin suskunluğunda, bazen bir sendika binasının tozlu raflarında duran eski bir kasette yaşar. Herkesin kişisel bir “1 Mayıs Marşı” vardır artık.
Gençler onu yeni tanıyor. Kimileri için fazla ajitatif, kimileri için tarihi bir kalıntı. Ama aynı gençlerden bazıları, onunla ilk kez bir yürüyüşte karşılaştıklarında gözlerinin dolduğunu fark ediyor. Çünkü o marş, bize ait olan bir duyguyu hâlâ taşıyor: Bir arada olmanın, hak etmenin, direnmenin, kaybetmenin ve yeniden başlamanın ortak sesini.
Bu marş, galeyana getirmek için değil, hatırlatmak için var artık. Öfkeyi değil, hafızayı örgütlüyor. Belki bir zamanlar olduğu gibi yüz binlerce kişilik meydanlara değil, ama her bir insanın küçük iç meydanına sesleniyor şimdi.
Kimi zaman bir törende, kimi zaman bir öğrencinin sosyal medya gönderisinde, kimi zaman yaşlı bir kadının hatıralarında çalıyor. Çok yüksek olmayan bir sesle. Ama hep orada.
Ve biz bu marşı, sadece söyleyerek değil; unutmamaya çalışarak da yaşatıyoruz.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 1 Mayıs 2025’te yayımlanmıştır.