Bertolt Brecht’in Üç Kuruşluk Opera adlı oyununun ikinci perdesinin kapanış sahnesi şu soruyla başlıyor: “İnsan neyle yaşar?” Brecht bu oyunu 1929 ekonomik kriziyle birlikte dünyayı değiştiren olayların yaşandığı, liberalizmin ve onun ahlaki temellerinin çözülmeye başladığı bir zamanda yazmıştı. Bugün yaşadığımız dünyayla oldukça benzer bir sosyolojik durumu gösteren zamanlar. 11. İstanbul Bienali’nin küratörlerinin bienalin temasını kurgulama nedenlerinden biri de oyunun sahnelendiği zamanla günümüz koşulları arasında böyle bir benzerlik kurmalarıydı. Bugün yaşadığımız sistemde gelişmekte olan çelişkilerin sanatı yakından ilgilendirdiği çok açık. Brecht’in oyunu, sahnelenmesinden neredeyse bir yüzyıl sonra, aynı ağlar içerisinde örülen ve örüldükçe de ayırt edilemeyecek derecede birbirine benzeyen siyaset ve ekonomiyi aynı şiddetle vurgulamaya devam ediyor.
Diğer taraftan sanatın siyasal potansiyelini, üretildiği dönemin somut siyasal bağlamıyla okumanın, sanatın siyasetin hizmetine sokulması anlamına gelmek zorunda olmadığını biliyoruz. O yüzden 20. yüzyıl başının avangard hareketlerinden beri görsel kültürün ayrılmaz bir parçası olmuş sanat ve siyaset arasındaki değişken ilişkileri kavramak istiyorsak eğer, sanatın neyle yaşadığını sormakla başlamalıyız belki de.
Sanatın, sistemin yıkıntıya dönüştürdüğü yaşamların geleceğini planlamak için en iyi yer olmadığı öne sürülecektir, ama sanat bunu yapmak için şu anda elimizde bulunan tek zemin. Bugünkü gibi kriz dönemlerinde yeni kavramların çıkışının, eleştirinin ve eğitimin mümkün olabildiği oldukça az alandan biri olarak sanat olup bitene müdahale edebilir ve etmelidir de. Ancak böyle bir tahayyül bizleri yaşamla ilgili sorularımızın yanıtlarını bulmaya yöneltebilir. Bunun için de önce sanatı insanın sahip olduğu veya olmadığı şey olarak değil, yaptığımız, deneyimlediğimiz şey olarak düşünmemiz gerektiğini söyleyerek başlamak istiyorum.
Kültürün demokratikleşmesi
1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 27. maddesinde “Her kişinin toplumun kültürel hayatına özgürce katılma hakkı vardır” deniyordu, daha sonra bu alandaki çalışmalarıyla UNESCO kültürel haklar tanımını yerleştirdi ve bu düzenlemeler kültürün demokratikleştirilmesine doğru atılmış önemli bir adım olarak görüldü. Bununla birlikte devletlerin kültür ve sanata bakışı her dönemin coğrafi, sosyopolitik ve ekonomik şartlarına göre farklılıklar göstermesi kaçınılmazdı. Avrupa’da, örneğin, devlet desteğinin kültür ve sanat ortamı üzerindeki etkisi kültür politikaları aracılığıyla sağlanmış, Avrupa Birliği’ne geçiş sürecinde, üzerinde en çok durulan konulardan biri olmuştu.
Türkiye’de küreselleşmenin etkileri sonucunda, devletin sosyal devlet kapsamında verdiği hizmetlerdeki eksikliklerin devlet dışı kaynaklar tarafından karşılanmaya başlandığını biliyoruz. 1960’larda, siyasi ortamda yaşanan değişikliklerin ışığında, sanat kamuoyunda tartışılan bir konu haline gelmeye başlamıştı. Bu dönemde yaratıcı özgürlüklerin devletçe desteklenmesi ve sanat müzeciliğinin sorgulanması önemli konular arasındaydı. 1970’lere kadar ortaya çıkan modelle tamamen devlet tarafından biçimlendirilen kültür ve sanat arenası zamanla bazı işlevlerini devlet dışı kurumlara devretti. Örneğin, İstanbul Kültür Sanat Vakfı, bu dönüşümün ilk örneklerinden. İşin başında, bu yapısal dönüşümde kişisel niyet ve liderlik özellikleri asıl büyük rolü oynamıştı. Ancak zaman içinde bu henüz çok şekillenmemiş alanda kurumsallaşma süreci başladı. 2005 yılından itibaren kültür ve sanat hayatında özel sektörün girişimleri gözle görülür bir şekilde arttı, 1970’lerin başından beri sanata destek veren bazı holdingler kendi müzelerini açmaya başladılar. Düzenlediği festivallerle zaten sanat bilincini oluşturmaya ve geliştirmeye soyunmuş olan İKSV, ardından İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin kurulması önemli oluşumlardı. Koç Grubu’nda bu ilgi Pera Müzesi aracılığıyla ortaya çıktı, Sabancı Müzesi ise sürekli sergilenen koleksiyonun ve hat sergilerinin ötesine geçerek modern sanat ustalarının orijinal eserlerini sergilemeye başladı.
2007 yılında, Türkiye, Avrupa Birliği’ne katılım çabalarına paralel olarak, Avrupa Konseyi tarafından düzenlenen gözden geçirme sistemi için kültürel kriterleri karşılamayı kabul etmişti. Bununla birlikte, birkaç yıl geçtikten sonra, konseyin gözden geçiricileri, bir bütün olarak kültür için tutarlı bir politika veya en azından gelecek stratejisi bulunmadığını, özel ve kamusal kültürel alanların paralel evrenler gibi yaşadığını, kamu, özel sektör, sivil toplum kuruluşları ve iktidar arasındaki iş birliğinin olmadığı şeklinde görüşlerini belirttiler. Konseyin görüşleri sanat ve kültürel alan üzerinde çokça düşünmemiz gereken konulara ışık tutuyordu. Bu konuda genel olarak bazı öneriler sunmadan önce tarihsel olarak bu aşamaya nasıl geldiğimizi ve buradan ne kadar yol alabildiğimizi anlamamız gerekli.
Türkiye’nin kültür endüstrisi
Kültür endüstrisi önce kültür ve sanat kurumlarının etkinliklerini içeren, sosyal devletin verdiği desteklerin bir uzantısı olan, katılımın çeşitliliğine odaklanmış bir alandı. Bugün çok daha geniş kapsamlı bir hale gelmiş durumda. İşletme literatüründe kullanılan katma değer ve yaratıcı sektör terimleri artık birleşti. Sanat artık kurumsal yapıda hamiliğin ötesinde kurgulanıyor ve sanatçının özerk üretimine müdahale etmeksizin destek sağlayan kurumların sanat hamiliği mesenlikten daha farklı bir konumda. Bugün sanat destekçisi ve yatırımcısı konumundaki kişiler, daha çok özel sektörde, çokuluslu şirketlerde yönetici konumunda olan veya girişimci statüsünde kendi işini yürüten, çoğunlukla ikinci veya üçüncü kuşaktan aile işini yürütürken kurumsallaşma eğilimi gösteren şirketlerin yöneticisi konumundaki yeni tip sanat hamileridir.
Kültür alanında yaygınlaşan hayırseverlik konusu da bizlere mevcut durumu analiz etme ve ileriye dönük olarak yapılması gerekenler üzerine önemli çıkarımlar sağlıyor. Çoğunlukla uluslararası ortaklı veya çokuluslu şirketler olarak karşımıza çıkan örneklerde, Türkiye’de görülen kişisel sebeplerle sosyal sorumluluk gösteren lider kavramının aksine, kurumsal bakış açısı sayesinde alana destek sağlanmakta. Tarih içinde işletmeler nasıl birer sosyal kuruma doğru evrildiyse, bu evrim aynı zamanda hayırseverlik konusundaki tutumlarına da yansımış görünüyor. Kurumlar, faaliyet alanları ve müşteri potansiyelleri doğrultusunda seçtikleri stratejik hayırseverlik alanlarının kurum imajları üzerinde olumlu etki bırakmalarını beklerler. Shell’in faaliyet alanına göre çevre konusundaki aktivitelere önem vermesi, Philip Morris’in ciddi bir sanat destekçisi olması, çokuluslu büyük şirketlerin bu konudaki davranışlarıyla ilgili en iyi örnekler. Türkiye’de Koç ve Sabancı ailelerinin öncülüğünde başlayan bir yapı oluştuğunu söyleyebiliriz. Bugün bu ailelerin üçüncü kuşak yöneticileri, mensubu oldukları sınıfın kültür ve sanata katkısını, artık birinci kuşak atalarından farklı olarak, karşılıksız hayırseverlik yerine kurumsal ve stratejik bir yapı içinde yerine getiriyorlar. Bağış, artık sözlük anlamındaki gibi karşılık beklenmeden yapılan eylem anlamına gelmiyor. Stratejik düşünce, paydaşlara ulaşma ve kazan-kazan durumu gibi çoğunlukla işletme hedefleri olarak tanımlanan terimler artık hayırseverlerin terminolojisine de girmiş durumda.
Kamusal kültürel alan nasıl inşa edilebilir?
Bu gelişmeleri göz önünde bulundurduğumda benim gördüğüm, sanat ve kültürün yönetimine ilişkin çağdaş görüş alanına ulaşacak bir siyasetin yokluğu ve bu nedenle tutarlı bir kültür politikasının tanımlanmasına dair yaşanan güçlükler.
Üniversitelerde yapılan kültür politikası araştırmalarından politika geliştirme için yararlanılmadığını biliyorum, aynı zamanda kültürel alanda çalışan sivil toplum kuruluşlarının çoğunlukla bir tehdit olarak algılanma alışkanlığının iktidarlar farklılaşsa da devam ettiğini görebiliyorum. Avrupa Konseyi’nin 8 yıl önce yayınladığı kültürle ilgili değerlendirme raporundaki görünümle bugün yaşadığımız görünümün halen örtüştüğünü, hatta daha da kötüleştiğini söyleyebilirim.
Kültür alanımız sivil toplum kuruluşları olarak tanımlayabileceğimiz kurumlar tarafından yönetiliyor. Özel kültürel alandan bahsediyorum. Devlet kurumlarının sivil toplumun bu kurumlarını karşısında görmesinin esaslı bir politika üretmesini engellediğini söylemek yerinde olacaktır. Oysa kayda değer bir devlet desteği olmadan oluşan sanat ortamı çoğunlukla sivil toplumdaki özel girişimlere ait ve birincil sorumlulukları da en nihayetinde kurucularına yönelik olabilir. Türkiye’de kamusal kültürel alanın inşası, yeniden yapılanması en çok da bu nedenle gerekli. Yaratıcı düşünce etrafında temel eğitsel süreçlerin uygulanması bu girişimin ilk adımı olabilir. Sanatın günümüzde, kamusal alandan tamamıyla yalıtılmış olarak, hayırseverlik kurumları, vakıflar, özel sermayenin sunduğu özgürlük alanı içine hapsedilmiş olduğunu düşünürsek, içine düştüğü kendi durumuyla ilgili sorunun da güncel, toplumda baş edilmesi gereken diğer sorunların kapsamında yer aldığını söylemek yanlış olmaz.
Bugün bir dönüşüm söz konusu olacaksa bu dönüşümün sanatın özgürleşmesini de içermesi gerektiği söylenmelidir. O zaman da sanat neyle yaşar sorusuna yanıt olarak şu önermeyle baş başa kalırız: Sanat insanla yaşar ama politikasız bir insanla değil, modernliğin buharlaştırdığını düşündüğümüz deneyimi geri kazanmak için direnen insanla. Kültürün nasıl demokratikleşeceği konusu böyle bir okumayı yaptığımda benim için bir anlam ifade ediyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 24 Kasım 2020’de yayımlanmıştır.