‘Sükût Suikastı’ denilince edebiyatımızda ilk akla gelen yazarlar Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay. Zira suskunluğun zehirli oklarından muzdarip oluşlarını bizzat yazıya döktüler. Oysa bugün (edebiyat kanonu demeyeceğim, internet çağında kanon dikte edilemez) çağdaş Türk edebiyatı bu iki yazardan bağımsız düşünülemez. Elbette suikasta uğrayanlar sadece Tanpınar ve Atay değil. Hatta ikisini de, makûs talihlerini geç de olsa yendikleri için bir ölçüde ‘şanslı’ bile sayabiliriz. Vasat yazarlar da kimi zaman bir başyapıt ortaya koyduklarını düşünüp ilgisizlikten yakınabilirler. Ama haksızlığa, dolayısıyla düşünsel bir suikasta uğramamışlardır. Oysa Tanpınar yahut Atay gibi yazarların, ‘neyi nasıl yazdıklarını’ bilmemeleri, dönemlerinin mevcut çıtasına nereden baktıklarını görememeleri mümkün mü? Atay’ı ve Tanpınar’ı bu meselede daima beraber düşünüp anıyoruz. Oysa serzenişlerinde ikisini birbirinden ayıran ‘derin’ bir fark var. Farklı suskunlardan şikâyet ediyorlar. Kimsenin tamamen ‘masum’ kalamadığı bir dünya hâli.
Tanpınar kendisine sükût suikastı yapıldığından İnci Enginün ve Zeynep Kerman’ın yayıma hazırladıkları günlüklerde söz eder. İfadeyi tam olarak kullandığı cümlelerden birini yarım bırakmış.
“Etrafımdaki sükût conspiration’unu…”
Neyse ki şikâyetini açık ettiği başka bölümler var. İki örnek sanırım yeterli olacaktır.
“Etrafımdaki sükût halkası âdeta bir suikast mahiyetiyle devam ediyor. Şiir kitabım, şiirim hakikaten bîçare mi?”
“Ne yaptım? Beş Şehir’le, okunmayan, bahsedilmeyen Beş Şehir’le bütün o hikâyeler, romanla Türk edebiyatının bütün bir tarafıyım!.. Bu eserlerden memnun muyum? Orası başka. Fakat Abdullah Efendinin Rüyaları bilhassa birinci hikâye böyle tenkitsiz mi geçecekti? Huzur ki okuyanların hepsi sevdiler, üç makale ile, Yaz Yağmuru hiçbir akissiz mi geçecekti?”
Ben buradayım sevgili okuyucum
Oğuz Atay ise Demiryolu Hikâyecileri’nde tamamen ayrı telden ses verir.
“Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”
O. Atay öyküye, 26 Eylül 1977’de son noktayı koymuş. Vefatından üç ay önce. Tanpınar da alıntıladığım bölümleri vefatından (1962) önceki yıl içinde yazmış.
Tanpınar sükût halkası derken çerçeveyi ‘etrafımdaki’ diyerek sınırlar. Görmezden gelindiğinden yakındığı eserlerinin adını verirken “tenkit”sizlikten dem vurur, Huzur ‘üç makale’ ile mi geçiştirilmelidir? Yazara göre suikastçıları içinde bulunduğu edebiyat camiasıdır. Okura nerede olduğu sorulmuyor. Edebiyatçılar hak ettiği değeri verseydi, Tanpınar kısa sürede çok okunan, üzerinde tartışılan bir yazar olabilecek miydi? Edebiyat tarihçilerinin kol gezdiği bir ortamda, Nurullah Ataç’ın denemeci ve çevirmen kimliğinin yanına üçüncü bir halka olarak eklediği eleştirmenlik, henüz durmuş oturmuş bir alan değildi. Elbette Tanpınar’ın mutsuzluğunda okursuzluğun payı yoktur demiyorum. Yine de mevcut okurun kendisine henüz hazır olmayışını kabullenmiş gibidir. Onu bedbaht eden, yakın çevrenin dehasını görememesi yahut daha kötüsü görmezden gelişleriydi.
Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’la katıldığı TRT Roman Ödülü, (1970) Tutunamayanlar dâhil birkaç eser arasında başarı ödülü başlığıyla paylaştırılmıştır. Ödülü paylaşan romanlar kısa sürede basılırken, Tutunamayanlar basılmadan önce birçok yayınevi tarafından geri çevrilmiştir. 1934 doğumlu yazar, akranı olduğu 1950 Kuşağı yazarlarından bazılarını Pazar Postası’nda çalışırken tanıdı. Vüsat O. Bener’le bir dostlukları var. Ancak Atay, geç girdiği ortamda yazarlarla belli bir mesafeyi korumuş. Kendisine sevdiği yazarlar sorulduğunda Halid Ziya Uşaklıgil ile Ahmet Hamdi Tanpınar’dan özellikle bahseder. Edebiyat camiasında umduğunu bulamayan Atay, Tanpınar’ın aksine doğrudan okura seslenir.
Bugün Oğuz Atay’ın, kendisinin vaktiyle hayal edemeyeceği kadar okuru var. Aralarında Tutunamayanlar’ı ve Tehlikeli Oyunlar’ı orasından burasından okuyup bırakanlar, hatta okumadan alıntı paylaşanlar mevcut olabilir. Yine de, sayısını kestiremeyeceğimiz sadık okurları olduğuna kuşku yok. Atay’ı bugün yalnız bırakmayan sevgili okurları, Tutunamayanlar’ın yayımlandığı dönemde yaşasalardı durum değişecek miydi? O günün edebiyat ikliminde bu cümle yine de yazılmayacak mıydı?
Bizim Köy, Huzur’dan daha önemli
Tanpınar’ın geç kaldığını düşünenler de var. İlk öykü kitabı Abdullah Efendinin Rüyaları yayımlandığında 42 yaşındaydı. Bir harika çocuk muamalesi görme şansı yoktu. Hele dönemin edebiyatçılarının kendisine göre hayli genç yaşlarda kitap çıkardıklarını düşünürsek. Tanpınar’ın yakındığı sessizlik, vefatından sonra da bir müddet sürmüştür. 1950 Kuşağı’ndan kimi yazarların Tanpınar’dan pek hoşlanmadığını, onyıllar sonra adının bunca öne çıkmasına şaşırdıklarını, hatta kimilerinin içerlediğini biliyoruz. Bir örnek vereyim. Enis Batur, 20 Temmuz 1995’te, Cumhuriyet gazetesindeki Köşebent başlıklı köşesinde şöyle yazmış:
“1950 kuşağı şairleri, yazarları, belki de Ataç’ın etkisiyle ‘çok önemli’ bulmuyorlardı Tanpınar’ı: Tahsin Yücel’den, Bilge Karasu’dan, Cemal Süreya’dan onu ‘gözümde büyüttüğüm’ yollu uyarılar aldığımı anımsıyorum.”
Merhum Mahmut Makal da, TRT 2’de tarihini hatırlamamın mümkün olmadığı bir Okudukça’da, “Tahsin Yücel, Bizim Köy’ün Huzur’dan daha önemli bir kitap olduğunu söylemiştir” demişti. Aynı kuşaktan, kitaplarını birkaç defa okuyacak kadar yakın hissettiğim Demir Özlü de aynı düşüncedeydi. Tanıştıktan sonra kısa sürede kaynaştık ve hiç olmazsa son yıllarında sohbetinden, görüşlerinden istifade şansım oldu. Tanpınar’ı edebiyatımız için ne kadar önemli bulduğumu söylediğimde bana nedenlerimi sormuştu. Gerekçelerimi sıraladığımda “Ama” diyordu, “dili eskimiştir… cümleleri uzundur.”
Aynı kuşaktan Hilmi Yavuz, Tanpınar’ın nihayet gündeme gelmesinde önemli bir rol oynadı. Kuşağın Tanpınar’ı fazla sevmediğini biliyordum, ama Demir Özlü, konu Oğuz Atay’dan açılınca da benzer bir tepki verdi. Oğuz Atay yazdıklarından ziyade kibir diye algılanan tavırlarıyla, kuşağın en azından kimi yazarlarında olumlu bir etki yaratmamıştı. Tanpınar ve Atay özelinde edebiyatçıların sükûtuna bahane bulmak açıkçası zor. Zira 1960’lı ve 70’li yıllarda kaç tane roman, öykü kitabı çıkmış, çetelesini tutmak zor değil. Bugün çılgınca bir yayımlama trafiğinin içindeyiz. Yayınevlerinden onay alamayan, parasını verip kitap bastırabiliyor. Yine de, Tanpınar gibi edebî ve düşünsel yönden değerli meziyetlere sahip bir yazarı görmezden gelmenin arkasında bir kıskançlık olduğunu düşünmüyorum. Bana göre bu körlükte aslan payı, Tanpınar’ın çevresi üzerinde bıraktığı olumsuz tesirle ilintili. Üzülerek hatırlatacağım, “Kırtıpil Hamdi” diye acımasız bir lakapla anılagelmiştir. Sık sık kumar oynayıp para kaybettiği, borç batağında yaşadığı edebiyat camiasında biliniyor ve arkasından konuşuluyor. Oysa bu bilgilerin verildiği günlüklerde çığlık çığlığa bir Tanpınar var. Ne var ki kimsenin bundan haberi yok. Ama zaten hep böyle değil midir? Bunun için sanatçı olmanız da gerekmez, içten içe tutuşursunuz, en yakınlarınız bile fark etmez. Selim İleri; Hatırlıyorum’da yazmıştı. Sık sık Kemal Tahir’in evine gittiği dönemde bir gün söz Tanpınar’dan açılır. Selim İleri’nin Tanpınar övgüsü Kemal Tahir’i kızdırır. Yazar, Tanpınar’dan hiçbir şey okumamıştır ve Selim İleri’ye Tanpınar’ın lakabını hatırlatır. Bir tartışma yaşanır. Hikâyenin sonu üzücü. Kemal Tahir vefat ettiğinde, son okuduğu kitap yarısına gelinmiş Huzur’dur. Tanpınar’ın yakın arkadaşı Nurullah Ataç, yazarın kitaplarını okumuş, ama önemsememiştir. Ataç’ın tek başına önemsemeyişi o günlerde maalesef önemli ve bir ölçüde belirleyicidir. Tanpınar görmezden gelinişinde siyasal nedenlerin yattığını düşünmüşse de, bugünden bakınca durumu tek başına açıklamıyor. Yazar, CHP’den bir dönem milletvekili olmuştu ve İsmet İnönü’ye hayrandı. 27 Mayıs darbesi gerçekleşince hem de Cumhuriyet’te, Menderes ve arkadaşlarına dair zehir zemberek açıklamalarda bulunmuş olduğunu da unutmayalım. Tanpınar’ın sağcı bir yazar olduğu yanılsamasını, hele ki kitaplarının çok az okunduğu bir dönemde, yanlış anlaşılmış ‘maziperestliğiyle’ ilişkilendirebilir miyiz? Bence hayır. Uzun zamandır Dergâh Yayınları’nın sahip çıktığı ve tüm eserlerini yayımladığı yazarın önceki yayınevleri kimilerine şaşırtıcı gelebilir. Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün ilk baskıları Remzi Kitabevi’nden, Yaz Yağmuru, Varlık Yayınları’ndan çıkmıştır. Tanpınar günlüklerde, hem sağcılardan hem de solculardan yakınır.
Ya diğer kurbanlar?
Ne yazık ki ülkemizde kendisini iyi bir kitap okuru diye niteleyenlerin birçoğu meraksız okurdur. Bu ‘iyi okur’ların, günümüzde reklâmı yapılmayan yeni yazarları yahut geçmişin gölgesinde unutulmuşları mesai ayırıp keşfetmesi, bu hengâmede eşyanın tabiatına aykırı. Bu koşullarda bundan 30-40 yıl sonrasının sükût suikastı dosyasına günümüzden, yakın geçmişten ve yakın gelecekten yazarlar eklendiğinde kimse şaşırmamalı.
Peki, bu kadar mı? Görmezden gelinmiş daha niceleri yok mu?
Nahid Sırrı Örik, cinsel tercihinden dolayı camiada alaya alınmıştır. İmparatorluk kadar, tek parti rejimini de eleştirmesi, kuşkusuz hiç işine yaramadı. Romanlarından bir bölümü filme alındı, hakkında dosyalar hazırlandı. Ama bugün Sultan Hamid Düşerken haricinde kitaplarının okunmasında dişe dokunur bir sıçrama olmadı. Hele o nev-i şahsına münhasır öykülerinin ne kadar az okunduğunu öğrendiğimde edebiyatımız için üzüldüm.
Asaf Hâlet Çelebi’yi nihayet sahiplendik. Oysa yaşadığı dönemde vapurda sesli okuduğu şiirlerine gülüp geçiyorlarmış.
Öte yanda Sevim Burak, bir külte dönüştü. Sait Faik Öykü Armağanı kendisine verilmediğinde kıyamet kopmuştu. Sevim Burak’ı o dönemde hiç olmazsa edebiyatçılar yalnız bırakmadı. Edebiyatımıza önemli katkılar sağlamış jüri üyelerinden bir kısmının fazla ısınamadığı Yanık Saraylar’ın okur tarafından sessizlikle karşılanması şaşırtıcı değil. İşin doğrusu bugün de tamamen anlaşıldığından emin değilim. Sevim Burak, yazısı kadar ‘en az’ imgesiyle de okuru büyülüyor gibi.
Yusuf Atılgan’ın adı da sükût suikastı bahsinde geçer, ama buna katılmıyorum. Aylak Adam başlangıçta fazla okunmamışsa da edebiyat camiası tarafından ilgiyle karşılanmış, hakkında yazılar yazılmıştır. Anayurt Oteli’nde şansı daha yaver gitti, romanın harikulade film uyarlaması da sağlığında çekildi (1987).
Yıldızlar, aradakiler, karadelikler
Bir de edebiyatımızın karadelikleri var. Onlara sıra gelir mi, açıkçası bu konuda pek ümidim yok. Suat Derviş yıllarca yok sayıldı, bugün tefrikaları gün yüzüne çıkartılıyor. Kuşkusuz önemli bir gelişme. Ama yeterli değil. Popüler edebiyatı Muazzez Tahsin Berkand’ın, Kerime Nadir’in, Mükerrem Kâmil Su’nun düzgün bir Türkçeyle yazılmış ‘steril’ eserlerinden ibaret saymak yahut bu tür romanlarının tamamını salt popüler kültür arkeolojisi için kullanışlı bir alan diyerek geçiştirmek; evet, bu da bilerek yahut bilmeyerek gerçekleştirilen bir sükût suikastı. Kemal M. Altınkaya’nın 1940’larda yazdığı romanlar bir gün fark edilir mi? Nezihe Muhittin’in feminizme katkısı bunca konuşulmuş ve kitaplara konu olmuşken, Fatih-Harbiye’den aşağı kalır yanı olmayan kimi ‘Doğu-Batı’ temalı romanları, ileride okurunu bulabilecek mi? Popüler romanın özellikle 1920’lerden 1940 sonlarına kadar süren ‘altın çağı’nda, bir sürü başyapıt gizlidir diyemem. Ama konuşulmaya ve yer açılmaya değer eserlerin sayısı kesinlikle üçle veya beşle sınırlı değil.
Celalettin Çetin de görmezden gelinmek konusunda ilginç bir örnek. Bugün gazeteci olarak hatırlanır. Birkaç roman yazmıştır, bunlardan ilki dikkate değer özellikler taşır. Saat Altıda Gel, (1965) sanki 1950 Kuşağı’nın usta bir yazarı tarafından kaleme alınmış gibidir. Edebiyatımızın en ayrıksı kadın karakterlerinden birine yer verilmiş, birçok yazarın zorlandığı cinselliğe teyellenen sahneler başarıyla yazılmıştır. Üstelik kitabı dönemin saygın yayınevlerinden Ataç Kitabevi yayımlamıştır. Buna rağmen kitap görülmedi, bugün de yoklar arasında. Daha fazla örnek vermek istemiyorum, çünkü bunun için ayrı bir yazı yazmak gerekir. Anılmayı bekleyen mahzun hayaletlerin sayısını kestiremiyorum.
Görüldüğü gibi sükût suikastının çeşitleri var. Yazar kıskançlığı öngörülebilir, ama tek başına etki alanı az. Daha anlaşılmazı edebiyatçıların, başka bir yazarı, mesela Tanpınar’ı hiç okumadan, üstüne başına, vücut diline, etvarına bakarak, tamamen edebiyat dışı saiklerle hüküm vermeleri. Okurun bazen hazır olmayışı, yetersizliği, ama en çok da meraksızlığı. Birtakım temaların ayrıksı bir biçemle ‘erken’ (Atay) kullanılması, dönemin kültürel ve siyasal iklimiyle (Nahid Sırrı Örik, Reşat Enis) uyuşmazlık.
Günümüzde suikastın yöntemi değişmiştir. Bizzat yazarın, yazar ajanslarıyla kafa kafaya verip kendisini yamyam iştahıyla pazarlaması, henüz çıkmamış kitabına dair ‘övgü yazılarının’ hangi dergilerde yahut gazetelerde yazılacağı, röportajların zamanlaması, kitabın sosyal medyada hangi sitelerde parlatılacağı, bir plan program dâhilinde hazırlanır. Elbette iş bilir yazarların, “ben buradayım okur, beni görmemiş olamazsın” panayırında, sadece kitabını yazıp ahbap-çavuş ilişkilerine gönül indirmeyen birilerinin kaderi de; meraksız okurca görünmemek, fark edilmemek olacaktır.
Peki, suikasta uğrayanlar ne yaptılar?
Tanpınar ne kitaplarında ne de günlüklerinde aynı dönemde yaşadığı, hatta kimi zaman aynı derginin aynı sayısında yazdığı Örik’ten bahsetmez. O günlerin ‘dar alanında’ Örik’i görmemiş, ‘farkı’nı fark etmemiş olması mümkün mü? Örik her nasılsa daha eski kuşaktan bir yazarın, Halid Ziya Uşaklıgil’in dikkatini çekebilmişti.
Ya Oğuz Atay’ın kendi zamanından kimseyi ‘açıkça’ anmaması? O dönemde okuruna kavuşamayan, sükût suikastına uğrayan sadece kendisi miydi? Yahut okurunu bulmuş yazarlar arasında, bu talihi hak etmişler yok muydu?
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 5 Ağustos 2022’de yayımlanmıştır.