Tını ve ritimden şifaya “müzik terapisi”

Akşam eve dönünce kulağınıza hoş gelen bir parça dinlemek müzik terapisi sayılır mı? Yahut: Bir düğünde, bir davette göbek atıp kurtları dökmek? Kuşkusuz yararı olsa da bunların ‘terapi’ olarak değerlendirmek mümkün değil. Bu kadim geleneğin kısa tarihini Gökhan Aya yazdı.

Her ne kadar bilişsel bağlamda “müzik” dediğimiz olguyu tanımlayabilsek de insanın belirli frekanslarla arasındaki ilişkinin derinliği, kültürden kültüre bu frekans gruplarının tercih edilme şeklinin değişimi ve bunların kişide yarattığı muhtelif duygu durumlarını yaratan sihir acaba nedir?

Onca teknolojik gelişmenin baş döndürücü bir hızla hayatımızı her gün yeniden şekillendirdiği son bir asır içinde bu sihrin özünü çözebilmiş durumda mıyız? Bu soruya yanıtımız, onca bilimsel gelişmeye rağmen, koca bir “hayır”.

Bu derecede temel bir öz keşif için halen daha yolumuz olsa da kadim zamanlardan bu yana gelen müzikal etkileşim birikiminin batılı ya da doğulu niteliği fark etmeksizin güvenilir bir bilimsel şemsiye altında toparlanmaya çalışıldığı heyecan verici bir süreci yaşadığımız bir dönemde olduğumuz da bir başka gerçek.

Geleneksel müzik terapisi ve kaynakları

Elimize şimdiye dek geçen tarihi belgeler ve yazıtlar antik dönemden bu yana Yunan, Çin, Mısır ve Hindistan’daki nice uygarlıkların, İslam’ın gelişiyle beraber de Müslüman toplumların müziği bir iyileştirme aracı olarak kullandığını açıkça ortaya koyuyor.

Bunların kullandıkları yöntemler ve bu bilgilerin nasıl bir öğreti zinciriyle aktarılmış olduğuna dair etraflı metodolojiyle ilgiliyse maalesef teferruatlı belge ve bulgu eksikliği çekiyoruz.

Yine de bu eski medeniyetlerden başlayıp coğrafyamızda bunun daha yakın tarihte temsilciliğini yapmış Selçuklu ve Osmanlı’ya dek gelen bir ileti hattı olduğu, göçler, savaşlar ve ilhaklar aracılığıyla kadim bilgi ve uygulamaların bir şekilde transfer edilmiş olduğu belli.

Müziğin bir şifa aracı olarak kullanılmasının nasıl keşfedildiği ve hangi ampirik araştırmalarla ilerletildiğini tam olarak bilemiyorsak da bunun Batı’ya göre çok daha büyük oranda Doğu medeniyetlerinde gerçekleştiğini biliyoruz.

Günümüzde “Batı” olarak nitelediğimiz dünya kendisinin bilimsel, felsefi ve politik kökenlerini antik Yunan’a dayandırsa ve o çağları bugünkü gibi bir konumlanmaya eşlemeyi düşünmek ciddi bir anakronik hata olsa da antik Yunan’ı kültürel rengi Doğu özelliklerini haiz bir medeniyet olarak ele almak aslında yanlış olmayacaktır.

Asklepius ve tanrıların müzikteki eli

Çeşitli kaynaklarda antik Yunan’da müziğin depresyon, cinnet, epilepsi, felç, gut, romatizma ve ateşli hastalıklarla veba, kızamık, kuduz gibi hastalıkların tedavilerinde de kullanıldığına dair veriler bulunuyor. Bunların hangisi bir nevi efsane haline gelmiş söylentidir, hangisi somut veridir, ayırt etmek mümkün değil, ama Homeros’un Odysseia’sında da bahsedildiği gibi, müziğin kanama dahil birçok tıbbi rahatsızlığa iyi geldiği iddia edilmiştir.

Hekimlik ve tıp tanrısı olan Asklepius’un adına önce M.Ö. 4. yüzyılda Yunanistan’da bulunan Epidaures’te kurulan “asklepion”un bir uzantısı bugün İzmir sınırları içinde kalan Bergama’ya da kurulmuş ve yoğun şekilde müzikle tedavi yöntemleri uygulanmıştır.

Ancak tabii bu noktada diğer tüm eski uygarlık ve topluluklarda gördüğümüz din ve şifalanma kavramlarının bağlantısından bahsetmemiz gerekiyor. Bu açıdan asklepion’lara zamanının hastanesi deyip geçmek yanlış olacaktır. Hatta bir tedavi merkezinden çok daha fazla bir tapınaktırlar. Hastaların şifalanması için müzik dahil işe yaradığını düşündükleri tüm yöntemler uygulanırken şifalanma sürecinin tanrı Asklepius’un rızası olmadan gerçekleşmediğine inanıldığı için hekimler ayrıca rahip olarak da görev almaktaydılar – ya da bakış açısına göre tam tersi olarak rahipler hekim olarak görev ifa ediyorlardı.

Antik Yunan’dan çok daha önce var olagelmiş bir başka kaynak da antik Mısır’dır. Ses dalgalarının akustik gücüne dair kapsamı halen daha tam olarak çözülememiş birçok keşif yapmış olan Mısırlılar “tonlama” adını verdikleri bir yöntemle hasta tedavi etmekteydiler. Hastalıkların önemli bir bölümünün bedensel rezonansın bozulmasından ileri geldiğini düşünen Mısırlılar bedenin armonik akış yollarının düzeltilmesiyle kişinin şifalandığına ikna olmuşlardı ve bunu konunun uzmanı rahipler mihmandarlığında yapıyorlardı.

Yüzyıllardan bu yana Orta ve Kuzey Asya’da çeşitli rahatsızlıklar için hem ezgi hem de ritim yoğunluklu olarak müziği kullanan şamanların bir hekimden ziyade (bölgeden bölgeye farklılık gösteren) değişik inanç sistemlerine göre spiritüel bağlantılar kuran kişiler olması da bir tesadüf değildir. Müziğin geldiği kanalın şifalanmaya izin veren kaynak olduğuna inanılır ve bu kaynakla iletişim için sadece doğru müziğe değil bir aracıya, dolayısıyla şamana ihtiyaç vardır,

Anadolu ve Yakın Doğu coğrafyasında ise müzikle tedavi konusunda yazılar bırakmış isimlerin başında Farabi, İhvân-ı Safa (Safa Kardeşler) ve İbni Sina gelir. Konuyla ilgili ilk derli toplu bahisleri ayrıca El Kindi’nin (9. yüzyıl) risalelerinde görürüz. Tüm bu isimler izledikleri metodolojiyi bir nebze de olsa anlattıkları olağanüstü faydalı kaynaklar olmuşlardır.

Tüm bu eserlerden anladığımızsa çok geniş bir coğrafyada hem miras devralınan bir bilgi birikimiyle hem de öncü bir grup hekimin kendi buluşları ile bin yılı aşan bir süre boyunca müzikle tedavi yöntemleri geliştirildiği ve uygulandığıdır.

Müziğin insan üstündeki tesirinde zirve: Hindistan örneği

Orta Asya’dan güneye, Anadolu ve Orta Doğu’dan da daha doğuya doğru ilerlediğimizdeyse birbirinden farklılık gösteren hem Kuzey Hindistan hem de Güney Hindistan müzik geleneklerinde müziğin spiritüel ve fiziksel boyutlarda aldığı görevin zirveye çıktığını görüyoruz. Yunanistan ve Balkanlardan başlayıp bir kolye gibi Anadolu, (Kuzey Afrika dahil) Orta Doğu, İran, Afganistan ve Hindistan’ın Bengal ülkesine kadar uzanan makamsal müzik coğrafyasında raga (veya raag) adlı temelde makam müziği ailesinden olan müzikal kodların hayatın birebir içinde olduğu Hindistan kültürü, müziği binyıllar boyunca sadece kişisel bir şifalanma yöntemi olarak değil, doğal döngülere bir uyumlanma modeli olarak da kullandı.

Türk klasik musikisinin ilk birkaç yüzyılı içinde de gördüğümüz (maalesef gel zaman git zaman unutulmuş olan) makamların değişik ruh durumlarıyla, günün saatleri, mevsimler ve hatta hava durumlarıyla bağlantılandırılması Hindistan’da raga öğretilerinin aktarımında olağanüstü önemli görülmüştür. Türk müziğinin tarihi izleğindeki kadar bir erozyona uğramasa da günümüz Hindistan’ında da eskisi kadar önemsenmemekle beraber bu müziğin yaşayan büyük üstatları belirli raga’ları belirli mevsim ve saatlerin dışında icra etmemeye halen daha özen gösterirler. Gecenin ileri saatlerinde iyi ve derinden icra edilen belirli raga’ların davetsiz birtakım ruhani ziyaretçileri getirebileceğine veya kurak mevsimde bazı raga’ların yağmur yağdırabileceğine inanılır; sayısız vakıadan bahsedilir, şahitlikler gösterilir. Bu denli derin şekilde kültürün içine işleyen müziğin bir tedavi ve terapi aracı olarak kullanılması da tabii ki kaçınılmazdır.

Müzik ve sağlık arasındaki ilişkiyi ele alan en eski Hint eserlerinden Sangita Makaranda’da örneğin heptatonik özellikli raga’ların ömür uzatmak için, pentatonik özellikli raga’ların fiziksel hastalıkların tedavisinde olduğu kadar ayrıca düşman def etmek gibi işler için kullanıldığı yazar. Lakin tabii ki şifa müziğin kuru kuru kullanımıyla gelmez. Mutlak surette çeşitli dua veya kutsal metin resitasyonlarıyla taçlandırılmalıdır.

Tek sesli bir müzik olmasına rağmen kendi seyir hali içinde son derece komplike olabilen raga’ların dışında belirli mono tonların da şifalandırıcı ve meditatif gücüne inanılır. Evrenin yaratılış anındaki ses olduğu savlanan “om” hecesinin seslendirilmesi ve çeşitli ünlü harflerin uzun süreli seslendirme tekniklerinin fayda ve hikmetleri Hindistan geleneksel ses terapi yöntemleri arasında büyük önem görür.

Hindistan coğrafyasının olağanüstü büyüklüğü içindeki kavimsel zenginlik sayısız savaş ve ilhakla yüzyıllar içinde çeşitli toplumsal değişimlere uğramakla beraber, bazı inatçı kültürel öğeler bu yeni gelen etkilerin altında ezilmek yerine bunları dönüştürmüşlerdir. Uzun süre Hindu, Jain ve Budist prenslikler tarafından yönetildikten sonra kuzeyden gelen ve Çağatay Türklerine ait bir kolun lideri olan Timur’un varislerinden Babür Şah tarafından 16. yüzyılın başında istila edilen Hindistan’ın büyük bir Müslümanlaşma dönemi geçirmesinden sonra müzik ve müziğe bağlı tüm öğeler de ilginç bir uyumlanma süreci geçirir. İnanışlarında ısrarcı olan Hindu, Jain ve Budistlerin büyük bir bölümü güneye göçe zorlanırken bu sefer kuzeyden gelenlerin Orta Asya’dan getirdikleri gelenek, İslam âlimlerinin buluşları ve var olagelen Hindu kökenli raga bazlı gelenek birleşir, kompozit bir müzikal tedavi lügati oluşur.

Velhasıl kelam, müziğin psikolojik ve fizyolojik problemlerin giderilmesinde kullanılması yüzyıllar boyunca dinlerle ve diğer ruhani inanış sistemleriyle öyle ya da böyle iç içe olmuş, birbirinden tamamen bağımsız düşünülmemiştir.

Gelenekselden modern ve seküler müzik terapisine

Tüm bu yoğun inanç bazlı tarihine rağmen günümüzdeki modern müzik terapisi tabii ki seküler bir bilim dalı olarak kök salmaktadır. Bugün kabul ettiğimiz ve Batı kaynaklı olan bilimsel ilkelere bağlı araştırmalar bazında müzik terapisini geliştirmeye uygun teknolojilerin de ilk kez ortaya çıkmasının yanında müzik terapisinin aniden denebilecek bir ivmeyle gündeme gelmesinin bir başka önemli sebebi de İkinci Dünya Savaşı’nın doğurduğu korkunç yıkımın ardından ortaya çıkan devasa psikolojik ve psikiyatrik problemlerle başa çıkabilmek için tüm olanakların seferber edilmesiydi. Batıda tamamen dışlanan veya hiç başvurulmayan bir yöntem olmamakla birlikte kullanılan müzikal terapi öğelerinin beyin nöroplastisitesine somut etkilerini 20. yüzyılın ikinci yarısından önce teknolojik olarak ölçmek mümkün değildi. Bu dönemle beraber müzik terapisi akademik bir alan haline gelmeye başladı.

Bu noktada belki de müzik terapisinin bu bağlamda ne ifade ettiğinin altını çizmemiz gerekiyor. Yorgun bir günün ardından eve gelindiğinde açılan bir müziğin kişiye dinlendirici gelmesi, bir düğün veya toplantıda çalınan müziklerle dans etmek veya işten arta kalan zamanda gidilen bir perküsyon kursu gibi “Kurtlarımı döküyorum, bana iyi geliyor” dedirten aktiviteler tabii ki yadsınamaz faydalarıyla ufak terapötik deneyimler olsalar da bunlara dair terapi kavramını kullanmayı biraz günlük dilin informal havası içinde görmek, “müzik terapisi” terimini ise ayrı ve daha akademik bir noktaya koymak daha doğru olacaktır. Çünkü günümüzde müzik terapisi bahsettiğimiz tarzda bir geçici rahatlamayı değil, beyin fonksiyonlarının müzikle olan ilişkisini ele alıyor ve otizmden demansa, çeşitli kazalar sonucu gerçekleşmiş nörolojik işlev bozukluklarının tedavisi veya iyileştirilmesinden müziğin kan dolaşımına olan etkilerine kadar son derece geniş bir yelpaze ile ilgileniyor; ABD, Türkiye ve birçok ülkede konuyla ilgili lisanslı eğitmenler tarafından uygulaması yapılıyor. Ritim, ezgi ve sözlerin değişik bireylerde oluşturduğu etkiler, beynin muhtelif bölgelerinin çalınan veya icra edilen parçaya verdiği tepkiler, bunların hangisinin çeşitli nörolojik işlevi nasıl etkilediği karşılaştırmalı olarak veri tabanlarında işleniyor. Kişilerin inanç dünyalarından bağımsız olarak modern metotlar kullanılıyor.

Tüm dünyada bu konuyla ilgili ciddi çalışmalar yapılıyor olsa da alınacak daha çok yol olduğu belli. Türkiye’de bu konuda uzun yıllar boyunca en görünür ve dikkate değer çalışmalar TÜMATA (Türk Musikisini Araştırma ve Tanıtma Grubu) kurucusu ve ömrünü Türk müziği dünyasını her yönüyle araştırmaya adamış Yrd. Doç. Dr. Rahmi Oruç Güvenç öncülüğünde geleneksel yöntemler izlenerek yapıldı. Batılı anlamda uygulamalar ve buna yönelik çalışmaların başlaması ve hız alması 2000’li yılları buldu. Biraz geç kalınmış olsa da konuya olan bu iki farklı yaklaşımın kendi kadim kültüründe bu yöntemlerin olduğu coğrafyamızda buluşmasının çok olumlu sonuçlar doğuracağını düşünüyorum. Bu alanda atılacak her adım müziğin o hâlâ çözemediğimiz mistik özünün ve üzerimizdeki tesirinin kaynaklarını deşifre etmemizde büyük ilerleme sağlayacaktır.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 18 Ekim 2024’te yayımlanmıştır.

Gökhan Aya
Gökhan Aya
GÖKHAN AYA – Müzisyen, radyocu, yazar ve koleksiyoncu. 1976'da İzmir'de doğdu. Ortaokul ve lise yıllarında müzik yazarlığına başladı. İzmir Radyo Aktif'te radyoculuk yaptı. 1994'te İstanbul'a yerleştikten sonra Açık Radyo'da on yıl boyunca radyo programcılığına devam etti. 1998'de Ada Müzik yayınlarından “Bir Cem Karaca Kitabı” ve “Bir Erkin Koray Kitabı” isimli biyografi çalışmaları yayınlandı. Amatör müzisyenlik yaptı. 1997'den itibaren Türkiye ve dünya çapında otuza yakın ülkede plakçılık faaliyetinde bulundu. Halen daha plakçılık yapmakta ve müzik araştırmalarına devam etmekte…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Tını ve ritimden şifaya “müzik terapisi”

Akşam eve dönünce kulağınıza hoş gelen bir parça dinlemek müzik terapisi sayılır mı? Yahut: Bir düğünde, bir davette göbek atıp kurtları dökmek? Kuşkusuz yararı olsa da bunların ‘terapi’ olarak değerlendirmek mümkün değil. Bu kadim geleneğin kısa tarihini Gökhan Aya yazdı.

Her ne kadar bilişsel bağlamda “müzik” dediğimiz olguyu tanımlayabilsek de insanın belirli frekanslarla arasındaki ilişkinin derinliği, kültürden kültüre bu frekans gruplarının tercih edilme şeklinin değişimi ve bunların kişide yarattığı muhtelif duygu durumlarını yaratan sihir acaba nedir?

Onca teknolojik gelişmenin baş döndürücü bir hızla hayatımızı her gün yeniden şekillendirdiği son bir asır içinde bu sihrin özünü çözebilmiş durumda mıyız? Bu soruya yanıtımız, onca bilimsel gelişmeye rağmen, koca bir “hayır”.

Bu derecede temel bir öz keşif için halen daha yolumuz olsa da kadim zamanlardan bu yana gelen müzikal etkileşim birikiminin batılı ya da doğulu niteliği fark etmeksizin güvenilir bir bilimsel şemsiye altında toparlanmaya çalışıldığı heyecan verici bir süreci yaşadığımız bir dönemde olduğumuz da bir başka gerçek.

Geleneksel müzik terapisi ve kaynakları

Elimize şimdiye dek geçen tarihi belgeler ve yazıtlar antik dönemden bu yana Yunan, Çin, Mısır ve Hindistan’daki nice uygarlıkların, İslam’ın gelişiyle beraber de Müslüman toplumların müziği bir iyileştirme aracı olarak kullandığını açıkça ortaya koyuyor.

Bunların kullandıkları yöntemler ve bu bilgilerin nasıl bir öğreti zinciriyle aktarılmış olduğuna dair etraflı metodolojiyle ilgiliyse maalesef teferruatlı belge ve bulgu eksikliği çekiyoruz.

Yine de bu eski medeniyetlerden başlayıp coğrafyamızda bunun daha yakın tarihte temsilciliğini yapmış Selçuklu ve Osmanlı’ya dek gelen bir ileti hattı olduğu, göçler, savaşlar ve ilhaklar aracılığıyla kadim bilgi ve uygulamaların bir şekilde transfer edilmiş olduğu belli.

Müziğin bir şifa aracı olarak kullanılmasının nasıl keşfedildiği ve hangi ampirik araştırmalarla ilerletildiğini tam olarak bilemiyorsak da bunun Batı’ya göre çok daha büyük oranda Doğu medeniyetlerinde gerçekleştiğini biliyoruz.

Günümüzde “Batı” olarak nitelediğimiz dünya kendisinin bilimsel, felsefi ve politik kökenlerini antik Yunan’a dayandırsa ve o çağları bugünkü gibi bir konumlanmaya eşlemeyi düşünmek ciddi bir anakronik hata olsa da antik Yunan’ı kültürel rengi Doğu özelliklerini haiz bir medeniyet olarak ele almak aslında yanlış olmayacaktır.

Asklepius ve tanrıların müzikteki eli

Çeşitli kaynaklarda antik Yunan’da müziğin depresyon, cinnet, epilepsi, felç, gut, romatizma ve ateşli hastalıklarla veba, kızamık, kuduz gibi hastalıkların tedavilerinde de kullanıldığına dair veriler bulunuyor. Bunların hangisi bir nevi efsane haline gelmiş söylentidir, hangisi somut veridir, ayırt etmek mümkün değil, ama Homeros’un Odysseia’sında da bahsedildiği gibi, müziğin kanama dahil birçok tıbbi rahatsızlığa iyi geldiği iddia edilmiştir.

Hekimlik ve tıp tanrısı olan Asklepius’un adına önce M.Ö. 4. yüzyılda Yunanistan’da bulunan Epidaures’te kurulan “asklepion”un bir uzantısı bugün İzmir sınırları içinde kalan Bergama’ya da kurulmuş ve yoğun şekilde müzikle tedavi yöntemleri uygulanmıştır.

Ancak tabii bu noktada diğer tüm eski uygarlık ve topluluklarda gördüğümüz din ve şifalanma kavramlarının bağlantısından bahsetmemiz gerekiyor. Bu açıdan asklepion’lara zamanının hastanesi deyip geçmek yanlış olacaktır. Hatta bir tedavi merkezinden çok daha fazla bir tapınaktırlar. Hastaların şifalanması için müzik dahil işe yaradığını düşündükleri tüm yöntemler uygulanırken şifalanma sürecinin tanrı Asklepius’un rızası olmadan gerçekleşmediğine inanıldığı için hekimler ayrıca rahip olarak da görev almaktaydılar – ya da bakış açısına göre tam tersi olarak rahipler hekim olarak görev ifa ediyorlardı.

Antik Yunan’dan çok daha önce var olagelmiş bir başka kaynak da antik Mısır’dır. Ses dalgalarının akustik gücüne dair kapsamı halen daha tam olarak çözülememiş birçok keşif yapmış olan Mısırlılar “tonlama” adını verdikleri bir yöntemle hasta tedavi etmekteydiler. Hastalıkların önemli bir bölümünün bedensel rezonansın bozulmasından ileri geldiğini düşünen Mısırlılar bedenin armonik akış yollarının düzeltilmesiyle kişinin şifalandığına ikna olmuşlardı ve bunu konunun uzmanı rahipler mihmandarlığında yapıyorlardı.

Yüzyıllardan bu yana Orta ve Kuzey Asya’da çeşitli rahatsızlıklar için hem ezgi hem de ritim yoğunluklu olarak müziği kullanan şamanların bir hekimden ziyade (bölgeden bölgeye farklılık gösteren) değişik inanç sistemlerine göre spiritüel bağlantılar kuran kişiler olması da bir tesadüf değildir. Müziğin geldiği kanalın şifalanmaya izin veren kaynak olduğuna inanılır ve bu kaynakla iletişim için sadece doğru müziğe değil bir aracıya, dolayısıyla şamana ihtiyaç vardır,

Anadolu ve Yakın Doğu coğrafyasında ise müzikle tedavi konusunda yazılar bırakmış isimlerin başında Farabi, İhvân-ı Safa (Safa Kardeşler) ve İbni Sina gelir. Konuyla ilgili ilk derli toplu bahisleri ayrıca El Kindi’nin (9. yüzyıl) risalelerinde görürüz. Tüm bu isimler izledikleri metodolojiyi bir nebze de olsa anlattıkları olağanüstü faydalı kaynaklar olmuşlardır.

Tüm bu eserlerden anladığımızsa çok geniş bir coğrafyada hem miras devralınan bir bilgi birikimiyle hem de öncü bir grup hekimin kendi buluşları ile bin yılı aşan bir süre boyunca müzikle tedavi yöntemleri geliştirildiği ve uygulandığıdır.

Müziğin insan üstündeki tesirinde zirve: Hindistan örneği

Orta Asya’dan güneye, Anadolu ve Orta Doğu’dan da daha doğuya doğru ilerlediğimizdeyse birbirinden farklılık gösteren hem Kuzey Hindistan hem de Güney Hindistan müzik geleneklerinde müziğin spiritüel ve fiziksel boyutlarda aldığı görevin zirveye çıktığını görüyoruz. Yunanistan ve Balkanlardan başlayıp bir kolye gibi Anadolu, (Kuzey Afrika dahil) Orta Doğu, İran, Afganistan ve Hindistan’ın Bengal ülkesine kadar uzanan makamsal müzik coğrafyasında raga (veya raag) adlı temelde makam müziği ailesinden olan müzikal kodların hayatın birebir içinde olduğu Hindistan kültürü, müziği binyıllar boyunca sadece kişisel bir şifalanma yöntemi olarak değil, doğal döngülere bir uyumlanma modeli olarak da kullandı.

Türk klasik musikisinin ilk birkaç yüzyılı içinde de gördüğümüz (maalesef gel zaman git zaman unutulmuş olan) makamların değişik ruh durumlarıyla, günün saatleri, mevsimler ve hatta hava durumlarıyla bağlantılandırılması Hindistan’da raga öğretilerinin aktarımında olağanüstü önemli görülmüştür. Türk müziğinin tarihi izleğindeki kadar bir erozyona uğramasa da günümüz Hindistan’ında da eskisi kadar önemsenmemekle beraber bu müziğin yaşayan büyük üstatları belirli raga’ları belirli mevsim ve saatlerin dışında icra etmemeye halen daha özen gösterirler. Gecenin ileri saatlerinde iyi ve derinden icra edilen belirli raga’ların davetsiz birtakım ruhani ziyaretçileri getirebileceğine veya kurak mevsimde bazı raga’ların yağmur yağdırabileceğine inanılır; sayısız vakıadan bahsedilir, şahitlikler gösterilir. Bu denli derin şekilde kültürün içine işleyen müziğin bir tedavi ve terapi aracı olarak kullanılması da tabii ki kaçınılmazdır.

Müzik ve sağlık arasındaki ilişkiyi ele alan en eski Hint eserlerinden Sangita Makaranda’da örneğin heptatonik özellikli raga’ların ömür uzatmak için, pentatonik özellikli raga’ların fiziksel hastalıkların tedavisinde olduğu kadar ayrıca düşman def etmek gibi işler için kullanıldığı yazar. Lakin tabii ki şifa müziğin kuru kuru kullanımıyla gelmez. Mutlak surette çeşitli dua veya kutsal metin resitasyonlarıyla taçlandırılmalıdır.

Tek sesli bir müzik olmasına rağmen kendi seyir hali içinde son derece komplike olabilen raga’ların dışında belirli mono tonların da şifalandırıcı ve meditatif gücüne inanılır. Evrenin yaratılış anındaki ses olduğu savlanan “om” hecesinin seslendirilmesi ve çeşitli ünlü harflerin uzun süreli seslendirme tekniklerinin fayda ve hikmetleri Hindistan geleneksel ses terapi yöntemleri arasında büyük önem görür.

Hindistan coğrafyasının olağanüstü büyüklüğü içindeki kavimsel zenginlik sayısız savaş ve ilhakla yüzyıllar içinde çeşitli toplumsal değişimlere uğramakla beraber, bazı inatçı kültürel öğeler bu yeni gelen etkilerin altında ezilmek yerine bunları dönüştürmüşlerdir. Uzun süre Hindu, Jain ve Budist prenslikler tarafından yönetildikten sonra kuzeyden gelen ve Çağatay Türklerine ait bir kolun lideri olan Timur’un varislerinden Babür Şah tarafından 16. yüzyılın başında istila edilen Hindistan’ın büyük bir Müslümanlaşma dönemi geçirmesinden sonra müzik ve müziğe bağlı tüm öğeler de ilginç bir uyumlanma süreci geçirir. İnanışlarında ısrarcı olan Hindu, Jain ve Budistlerin büyük bir bölümü güneye göçe zorlanırken bu sefer kuzeyden gelenlerin Orta Asya’dan getirdikleri gelenek, İslam âlimlerinin buluşları ve var olagelen Hindu kökenli raga bazlı gelenek birleşir, kompozit bir müzikal tedavi lügati oluşur.

Velhasıl kelam, müziğin psikolojik ve fizyolojik problemlerin giderilmesinde kullanılması yüzyıllar boyunca dinlerle ve diğer ruhani inanış sistemleriyle öyle ya da böyle iç içe olmuş, birbirinden tamamen bağımsız düşünülmemiştir.

Gelenekselden modern ve seküler müzik terapisine

Tüm bu yoğun inanç bazlı tarihine rağmen günümüzdeki modern müzik terapisi tabii ki seküler bir bilim dalı olarak kök salmaktadır. Bugün kabul ettiğimiz ve Batı kaynaklı olan bilimsel ilkelere bağlı araştırmalar bazında müzik terapisini geliştirmeye uygun teknolojilerin de ilk kez ortaya çıkmasının yanında müzik terapisinin aniden denebilecek bir ivmeyle gündeme gelmesinin bir başka önemli sebebi de İkinci Dünya Savaşı’nın doğurduğu korkunç yıkımın ardından ortaya çıkan devasa psikolojik ve psikiyatrik problemlerle başa çıkabilmek için tüm olanakların seferber edilmesiydi. Batıda tamamen dışlanan veya hiç başvurulmayan bir yöntem olmamakla birlikte kullanılan müzikal terapi öğelerinin beyin nöroplastisitesine somut etkilerini 20. yüzyılın ikinci yarısından önce teknolojik olarak ölçmek mümkün değildi. Bu dönemle beraber müzik terapisi akademik bir alan haline gelmeye başladı.

Bu noktada belki de müzik terapisinin bu bağlamda ne ifade ettiğinin altını çizmemiz gerekiyor. Yorgun bir günün ardından eve gelindiğinde açılan bir müziğin kişiye dinlendirici gelmesi, bir düğün veya toplantıda çalınan müziklerle dans etmek veya işten arta kalan zamanda gidilen bir perküsyon kursu gibi “Kurtlarımı döküyorum, bana iyi geliyor” dedirten aktiviteler tabii ki yadsınamaz faydalarıyla ufak terapötik deneyimler olsalar da bunlara dair terapi kavramını kullanmayı biraz günlük dilin informal havası içinde görmek, “müzik terapisi” terimini ise ayrı ve daha akademik bir noktaya koymak daha doğru olacaktır. Çünkü günümüzde müzik terapisi bahsettiğimiz tarzda bir geçici rahatlamayı değil, beyin fonksiyonlarının müzikle olan ilişkisini ele alıyor ve otizmden demansa, çeşitli kazalar sonucu gerçekleşmiş nörolojik işlev bozukluklarının tedavisi veya iyileştirilmesinden müziğin kan dolaşımına olan etkilerine kadar son derece geniş bir yelpaze ile ilgileniyor; ABD, Türkiye ve birçok ülkede konuyla ilgili lisanslı eğitmenler tarafından uygulaması yapılıyor. Ritim, ezgi ve sözlerin değişik bireylerde oluşturduğu etkiler, beynin muhtelif bölgelerinin çalınan veya icra edilen parçaya verdiği tepkiler, bunların hangisinin çeşitli nörolojik işlevi nasıl etkilediği karşılaştırmalı olarak veri tabanlarında işleniyor. Kişilerin inanç dünyalarından bağımsız olarak modern metotlar kullanılıyor.

Tüm dünyada bu konuyla ilgili ciddi çalışmalar yapılıyor olsa da alınacak daha çok yol olduğu belli. Türkiye’de bu konuda uzun yıllar boyunca en görünür ve dikkate değer çalışmalar TÜMATA (Türk Musikisini Araştırma ve Tanıtma Grubu) kurucusu ve ömrünü Türk müziği dünyasını her yönüyle araştırmaya adamış Yrd. Doç. Dr. Rahmi Oruç Güvenç öncülüğünde geleneksel yöntemler izlenerek yapıldı. Batılı anlamda uygulamalar ve buna yönelik çalışmaların başlaması ve hız alması 2000’li yılları buldu. Biraz geç kalınmış olsa da konuya olan bu iki farklı yaklaşımın kendi kadim kültüründe bu yöntemlerin olduğu coğrafyamızda buluşmasının çok olumlu sonuçlar doğuracağını düşünüyorum. Bu alanda atılacak her adım müziğin o hâlâ çözemediğimiz mistik özünün ve üzerimizdeki tesirinin kaynaklarını deşifre etmemizde büyük ilerleme sağlayacaktır.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 18 Ekim 2024’te yayımlanmıştır.

Gökhan Aya
Gökhan Aya
GÖKHAN AYA – Müzisyen, radyocu, yazar ve koleksiyoncu. 1976'da İzmir'de doğdu. Ortaokul ve lise yıllarında müzik yazarlığına başladı. İzmir Radyo Aktif'te radyoculuk yaptı. 1994'te İstanbul'a yerleştikten sonra Açık Radyo'da on yıl boyunca radyo programcılığına devam etti. 1998'de Ada Müzik yayınlarından “Bir Cem Karaca Kitabı” ve “Bir Erkin Koray Kitabı” isimli biyografi çalışmaları yayınlandı. Amatör müzisyenlik yaptı. 1997'den itibaren Türkiye ve dünya çapında otuza yakın ülkede plakçılık faaliyetinde bulundu. Halen daha plakçılık yapmakta ve müzik araştırmalarına devam etmekte…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x