Türk edebiyatında “korku” türü, hayli zengin bir sözlü-görsel kültür varlığının mevcudiyetine karşın 1930’lardaki kıpırdanması haricinde 2000’lere kadar neredeyse ölü durumda kalmıştır. Bu zaman aralığında bilimkurgu ve fantastik edebiyat alanına dahil edilebilecek başka eserler kaleme alınmışsa da korku türünde bazı dergi ve kitap çevirileri dışında pek bir hareketlilik söz konusu değildir. 70’leri takiben televizyon ve sinemadaki kimi yapımların etkisiyle, 80-90 aralığında bu türlerin etkisiyle inceden yazılmaya başlanan “korku” türünde, internet dönemiyle birlikte ciddi bir hareketlilik görülür. Peki, bu süreç nasıl seyretmiş ve Türk edebiyatında “korku” nasıl varlık göstermiştir? Meseleye en başından başlamalı…
Tanzimat öncesi: Korkulu anlatılar ve tasvirler
Batı edebiyatında (Avrupa ve Amerika) “korku türü”nün ballad’lardan, “elf anlatıları”na, cadı masallarından “hayalet hikâyeleri”ne uzanan, bunlardan ilhamla ortaya çıkan “gotik edebiyat” ve nihayetinde “korku edebiyatı” dönemlerindeki akış malumdur, burada korku imgelerini takip ve tahlil edebiliyoruz. Kendi edebiyatımızda da korku imgelerinin hem sözlü hem de görsel olarak izlerini Tanzimat öncesi dönemde sürebiliyoruz. Bunları kabaca; halk hikâyeleri ile meddah hikâyeleri, Divan Edebiyatı, Karagöz-Hacivat Fasılları ve memoratlar-halk inanışları şeklinde dört kategori altında inceleyebiliriz.
Kahvehanelerde, evlerde meddah ve kıssahan denilen hikâyecilerin kendi üsluplarıyla canlandırarak anlattığı, büyük oranda eski dönemlerde “esatir” olarak isimlendirilen mitik zamanlarda yaşanmış kahramanlıklar ve İslam literatüründeki kahramanlık anlatılarına dayanan hikâyeler, meddah üslubunun yazılı anlamda da temsilcileri sayılabilecek Evliya Çelebi ve Cinânî gibi isimlerin eserlerinden, 1800’lü yılların sonundaki “taş baskı” kitaplara kısmen yazıya da geçirilmiştir. Seyfizülyezen hikâyesi, Zaloğlu Rüstem, Seyfülmülk hikâyesi, Şahmeran hikâyesi, Ebu Müslim Horasani cenkleri, Hz. Hamza ve Hz. Ali cenkleri eski harflerle de, Cumhuriyet döneminde Latin harfleriyle de defalarca muhtelif yayınevlerince basılmıştır. Sıklıkla yüksek zümre edebiyatı gibi görülseler de halk arasında da okunan, bilinen örnekleri olan klasik dönemin hakim edebiyat türü olan “divan şiirleri” de bir fon, dekor olarak kullansa da içerdiği doğaüstü ve folklorik unsurlarla epey mühim bir yere sahiptir. Halkbilimde doğaüstü varlık ve olay anlatıları olan “memoratlar” ve halk inanışları da, günümüze dek kulaktan kulağa ağızdan ağıza ulaşabilen motifleriyle korku anlatılarının büyük bir kısmını ihtiva eder. Korku anlatılarımızdan süzülerek Hayal veya Karagöz adlı geleneksel gölge oyunu sanatımıza sirayet eden, cadı, cin, ejderha şeklinde tecessüm etmiş tasvirler, bu folklorik unsurların yer aldığı fantastik Karagöz-Hacivat fasılları da korku anlatılarımızın bir parçasıdır.
Korku anlatıları ve imgeleri, Batı edebiyatında 1700’lü yılların sonuna doğru ortaya çıkan ve 1800’lerde ileride kültleşecek eserlerinin verildiği “gotik” akım sayesinde yazıya geçirilmiştir. Ancak Türk edebiyatına geldiğimizde, bizim korku imgelerimizin yazıya geçirilmesi neredeyse şedit bir mukavemetle karşılaşmıştır. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına doğru batı tarzında edebiyat türlerinin denenip yaygınlaştığı dönemde Türk edebiyatı, “gotik” akıma neden karşı durmuştur?
Tanzimat’tan sonra: Gotik edebiyata “kocakarı masalları” mukavemeti
1797’de Giritli Ali Aziz Efendi’nin Horace Walpole’un “Otranto Şatosu”ndan 30 kadar yıl sonra yazdığı “Muhayyelât”, erken bir tarihte eski halk hikâyeleri geleneği ile Batı edebiyatının nesir tarzını yansıtması açısından önemli bir ilk atılımdır. Bu eser yazıldığı dönemden epey sonra, roman ve öykü türünde eserlerin edebiyatımızda yaygınlık kazanmaya başladığı devrede, 1852-1873 yılları arasında beş defa basılmıştır. Buna karşın eserin olağanüstü olayları önplana çıkaran yapısı devrin Osmanlı kalemlerinin şiddetli tenkitlerine yol açmıştır. Aydınlanma Çağı’na bir karşı tepki olarak da değerlendirilen “gotik edebiyat”ın, devrin Osmanlı yazarları arasında “kocakarı masalları” olarak nitelendirmişler, Namık Kemal’den Ahmet Mithat Efendi’ye, Şemseddin Sami’den Mizancı Murad’a, Nâbizade Nazım’dan Sami Paşazade Sezâi’ye birçok kalem sanatta doğaüstü unsurların kullanılmasına karşı ciddi bir mukavemet göstermişlerdir.
Tanzimat’tan itibaren batı tarzı nesrin, şiirin, tiyatronun ve benzeri ürünler ile doğunun meşhur divan edebiyatı ürünleri arasında bir çatışma cereyan etmiştir. Buna göre Batı tarzı edebiyatı üretip tüketenler, halk yararına ve “gerçekçi” şeyleri anlatacak konuların işlenmesini istemişlerdir. Bu nedenle mistik Divan Edebiyatı’na bu açıdan karşı çıkmışlardır. Aynı dönemde batıda gotik edebiyatın ürünleri görülürken orada da benzeri tepkilerle (ucuz edebiyat) karşılaşılmıştır. Fantastik türü ne Divan çevresinde ne de Batı tarzı edebiyat çevresinde pek tutunamamış, istisnaların yahut marjinallerin denediği, gerçeklerden uzak bir tür hatta “kusur” olarak görülmüştür.
1900’lerden itibaren toplumcu gerçekçi edebiyat çerçevesinde bu ürünlere yönelik önyargılar sürmüştür. Bu sefer de halkı eğitmek maksadıyla tümden masal ve mevhum görülen unsurları öteleyen tavır etkili olmuştur. Bu ortamda, yazarın da okurun da edebiyat dışı, boş, eğlencelik gördüğü fantastik tür, istisnai kalemlerde hayat bulabilmiştir. Kalemi bizde korkuya en yatkın sayılabilecek ilk isim olan Hüseyin Rahmi (Gürpınar) bu sebeple 1910’lara doğru “Gulyabani”, “Cadı” ve “Mezarından Kalkan Şehit” gibi eserlerinde korku unsurlarını işlemiş, ancak buradaki maceraların sonunda hep madrabazlık veya yanlış anlaşılmalar ortaya çıkmış, halkın batıl inançlarının yersizliği gösterilmiştir. Fakat yine de 1920’lere doğru Türk edebiyatında doğrudan korku türüne yaklaşmaya cesaret eden kimi istisnai kalemler çıkmıştır.
Türk Korku Edebiyatı’nın 1930’lardaki ölü doğan atılımı
Gotik edebiyatın ortaya çıkışındaki etkenlerden biri, 1700’lere doğru batı ülkelerinin muhtelif edebiyatlarında benzeri konuların tekrar tekrar işlenmesi neticesinde yazarların ve okurların yeri arayışlarda bulunmasıdır. Benzeri bir durum Türk edebiyatında da vuku bulmuştur. Polisiye dahil birçok türde çeviri ve telif tefrikalar, romanlar neticesinde bazı yazarlar daha farklı türlere merak salmış, bir döneme kadar okurda da karşılığı olmuştur. Selim Nüzhet Gerçek, Claude Farrere’nin “La Maison des Hommes Vivants” adlı romanını, Ahmet Kâmil takma adını kullanarak 1910’ların İstanbul’una uyarlayıp 1921-22’de “Canvermezler Tekkesi”ni yazmıştır. 1928 Ali Rıza Seyfi, Bram Stoker’ın 1897 tarihli meşhur eseri “Dracula”yı, “Kazıklı Voyvoda” adıyla 1920’lerin sonundaki İstanbul’a adapte etmiştir.
Suat Derviş, 1929-1933 yılları arasında korku türünde “Ne Bir Ses Ne Bir Nefes” ve “Onları Ben Öldürdüm” romanlarını, “…Hikâyesi” ve “Bakışlar” adlı öykülerini kaleme almıştır. Nezihe Muhiddin, “Sus Kalbim Sus”, “Benliğim Benimdir!” ve “İstanbul’da Bir Landru” adlarında gotik romanlar yazmıştır. Korkuya en doğrudan yaklaşan isim ise “Bahar Hikâyeleri” içerisindeki muhtelif öyküleriyle günümüze doğru adeta yeniden keşfedilen Kenan Hulusi Koray’dır. Peyami Safa, Server Bedi müstear ismiyle “Selma ve Gölgesi” adlı korku-gizem olarak başlayıp (belki de kimi tenkitlerin tesirinde kalarak) psikolojik gerilim türüne dönüşen bir tefrikayı 1938-1939 arasında Cumhuriyet gazetesinde yazmıştır. Hüseyin Rahmi Gürpınar bile bu dönemde ilk kez “Ölüler Yaşıyor mu?” adıyla tekinsiz bir romana imza atıyor. Yine devrin gazetelerinde kimi paranormal vaka anlatılarının ve korku hikâyelerinin de neşredildiğini, “Kan Emen Hortlak” adıyla Hatice Süreyya’nın Sheridan Le Fanu’nun “Carmilla” adlı vampir novellasını kısaltarak çevirdiğini, hatta dönemin bu korku kıpırtısı sürerken Halit Fahri Ozansoy’un 1937’de Son Posta gazetesinde “Korku ve Dehşet Edebiyatı” başlıklı bir yazı kaleme aldığını sosyal medya üzerinden Kaan Güler vesilesiyle öğrendim.
Ne var ki bu hareketlilik ticari maksatlı tek seferlik atılımlarla, o dönemlerde korkunun edebiyattan kabul edilmemesi gibi sebeplerle ölü doğmuştur. Aynı dönem 1910’ların sonunda Almanya’da “Orkide Bahçesi”, 1920-30’larda Amerika’da “Weird Tales” gibi dergiler çıkmıştır. Bunlardan özellikle “Weird Tales”, korku edebiyatı türünde doğrudan yazılmış ilk eserleri veren kalemleri bir araya getirmiş, 40-50’lerde “Famous Monsters of Filmland” gibi dergilerle, “Eerie” ve “Creepy” gibi korku çizgiromanlarıyla büyümüş ünlü korku yazarlarına, 70’lere doğru Stephen King, Dean Kontz, Peter Straub gibi “korku” türünü bir etiket haline getiren kalemlere ilham vermiştir. Benzeri bir dergi hareketliliği olsa, birkaç kalem bu türde diretse belki de o dönemde bizde de kalıcı hale gelecekti. Peki, bizde korkunun 30’lardan sonraki seyri ne oldu?
Türk Korku Edebiyatı’nın 2000’lerdeki doğuşu
Korku edebiyatımız 40’lara doğru epey uzun ve ağır bir uyku dönemi geçirmiştir. Yine istisnai, “korku”nun etrafından dolanan kimi kıpırtılar görülür. 1950’lerde Kerime Nadir, Hakkari’de Cilo Dağları’nda hortlaklı bir kasrı anlattığı “Dehşet Gecesi” adlı korku romanını kaleme almıştır. Cüneyt Arkın’ın dahi Mayıs 1960’ta “a” dergisinde asıl ismi Fahrettin Cüreklibatır imzasıyla “İnsan Çiti” adlı gotik sayılabilecek türde bir öykü kaleme aldığını, Fatih Altuğ’un bulup Twitter’da paylaşması vesilesi ile öğrenebilmiştik.
Fakat yine de bütünüyle bir sükut söz konusu değildir. 60’lara, 70’lere doğru çeviri korku romanları, korku çizgi romanları (“Korku”, “Süper Korku” vb.) dönemi başlamıştır ki, bu dönem bir de TRT’de ünlü “Star Trek” (Uzay Yolu) dizisinin yayımlanması söz konusudur. Bu devirde inceden bir kıpırtı başlar. Türk Dil Kurumu tarafından çıkarılan Türk Dili dergisinin “Bilim Kurgu” özel sayısı da 1973’te yayımlanmış, “Bilim-Kurgu” özel sayısında Orhan Duru, “science-fiction” sözcüğünün karşılığı olarak “bilim-kurgu”yu önermiş, o günden bu yana bilimkurgu sözcüğü dilimizde kullanılagelmiştir. Yankı Enki ve Hakan Bıçakcı’nın bir podcast yayınlarında dikkat çektikleri üzere korku türünde değerlendirilmese de Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” adlı öykü kitabı da 1975’te çıkmıştır. 80’lere doğru Altın Kitaplar’ın Stephen King çevirilerinin gördüğü ilgi, Dean Koontz başta olmak üzere başka korku yazarlarının eserlerine de çevrilme imkânı tanımış, üstüne TRT’nin verdiği meşhur “Twilight Zone” (Alacakaranlık Kuşağı) dizisi, VHS kaset dönemiyle korku sinemasının yoğun etkisi, derken Türkiye’de ciddi bir ilham rüzgârı esmiştir.
Bu uzun kuluçka döneminde Türk korku edebiyatı bir kere daha 80-90’larda postmodern edebiyat, büyülü gerçekçilik vs. türlerde fantastiğe yönelik bir kıpırdanma göstermiş, doksanlarda ise ciddi bir kırılma yaşanmıştır. Yukarıda bahsettiğim ilham cereyanına maruz kalan kuşak kendi fanzinlerini, dergilerini hazırlamaya başlamış, “Atılgan Bilimkurgu”, “Nostromo” gibi bilimkurgu öykü ve çizgi roman dergileri, “Geceyarısı Sineması” gibi kült ve korku temasını da kapsayan bir sinema dergisi çıkmıştır. Hatta 90’larda İhsan Oktay Anar’ın “Puslu Kıtalar Atlası” ile fantastik türe getirdiği dokunuşun da özel bir etkisi söz konusudur. Ancak korku edebiyatı bu kuluçka dönemini biraz daha sonra, 2000’lerdeki internet çağıyla atlatmıştır. Fantastik edebiyat, bilimkurgu ve korku gibi belli başlı spekülatif türlere yönelik yazarları ve okurları bir araya getiren Xasiork, Lost Library, Periliev, Gizemli.org, Kan Güncesi gibi sitelerden, oluşumlardan yetişen bir jenerasyon yazar ve okur olarak, “çevirisi dururken yerlisi niye okunsun?” denilerek kapılardan çevrilen spekaülatif kurguları basılı camiaya taşımıştır ki, 2010’lara gelindiğinde Türk korku edebiyatının ciddi bir yazar ve okur kitlesi edebiyatta etkisini göstermeye başlamıştır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 25 Haziran 2024’te yayımlanmıştır.