Alaturka, alafranga, arabesk: Türkiye’de müzik zevki nasıl şekillendi?

Türk müziği hangi dönüşümlerden geçti? Alaturka ve alafranga arasındaki çizgi nerede başlıyor, nerede bitiyor? Atatürk’ün müzik devrimi neyi amaçladı, neyi başardı? Arabesk nasıl doğdu, neden dönüşüme uğradı? Gelenek, modernite ve taklit arasında müziğimiz hangi yolu takip ediyor? Müziği hissetmek, anlamak, beğenmek… Peki, ‘beğeni’ dediğimiz şey nedir? Hüseyin Kalyan yazdı.

Davulu her gece durmaz döverler
Dönerler ta güneş doğana kadar
Fırtına bozkırda gök gibi gürler
Yolları toz duman boğana kadar¹

İnsan olmasaydı da müzik olurdu, fakat müzik olmasaydı insan olmazdı, şeklindeki kanaatimi serdederek konuya girmeyi deneyeceğim!

Belli ki bir döngüye/ritme sahip olan her şey o döngüdeki her iki devir arasında bir dizi ses de yaymak zorunda; zorunda, çünkü hareket etmekte; hareket etmekte, çünkü buna mahkûm! Hakikat bizi böyle düşünmeye zorlamakta. Zira hareket olmaksızın olmayacak şeylerin başında zaman gelir. Ve zamanın (hareket, ritim ve zorunlu olarak sesin) olmadığı bir varoluş imkânsız gibi görünmekte.

Beğeni üzerine

Eğer duygularımızı neşe, huzur ve keder varyantları olarak ele alabilir ve müzikteki melodilerin, ritimlerin ve sözlerin bizi dün, bugün ve yarına bağlanan hayalî ya da hakiki yaşantılara götürdüğünü varsayarsak ‘beğeni’ dediğimiz kavram konusunda düşünceyi açmanın ve ilerletmenin yollarından birini bulmuş sayılırız.

Beğeniyi neyin ya da nelerin birleşiminin oluşturduğunu belirlemek ise çetin iş. İnsanda kalp ritmi,  nefes süresi, duyma eşiği, görme kapasitesi, tat ve koku alma kabiliyeti, anlama hüneri gibi unsurlar beğeni meselesinin esaslarıymış gibi geliyor bana. İki kalp atımı arasındaki süre altı saat olsa yahut günde ortalama bir nefes almak bize kafi olsa çok muhtemeldir ki bizi sarmayacak, bizim beğenimizi kazanmayacaktı herhangi bir müzik eseri nasılsa!

Fakat beğeniye temel teşkil eden unsurlar diye zikrettiğim unsurların her birinin geliştirilebileceği, orta ve ortalama kapasitenin hayli üzerine çıkabileceği ve zaten de bundan dolayı son derece sofistike müziklerin/eserlerin ortaya çıktığı, bu durumun yalnızca müzikte değil beğeniye konu olabilecek her alanda böyle olduğu unutulmamalı.

Zihnimizdeki ve ruhumuzdaki değerlerin öncelik ve yoğunluk sırası, beğeniye konu olan şeyin unsurlarındaki ağırlık sırası ile ne derece uyumluysa, zevk alma ve mükemmelliğe ulaşma durumu da o ölçüde belirlenir.

Dense ki müzik, mânânın en mukavim taşıyıcısıdır, belki hata olmaz! Bu yüzden, var olduğu süre boyunca insan, sesleri ezgilerle, ezgileri ritimlerle ve bu ikisini anlamla/sözle buluşturarak kendini ifade etmeyi en üstte tutmak zorunluluğunu hissetmiş, bu uğurda ilerlemiştir.

Unutmadan!.. Ses tellerin varsa müzik yapıyorsun!

Başlayalım

Her damlası bir derya olan Türk müziğinin süreç ve kapsam bakımından mümkün oldukça daraltmaksızın bu hususta ufuk oluşturma çabam kesinlikle sonuçsuz kalırdı doğrusu. Neyse ki bu yazının başlığı Türk müziğinin hangi boyutunu konuştuğumuzu açık etmekte.

Alaturka

Ahmet Adnan Saygun, “Pentatonik müzik, Türk’ün müzikteki damgasıdır” ifadesini kullanmış olsa da bugün “Alla Turca” (Türk Tarzı) olarak anacağımız müzik, Türklerin en eski çağlarından gelen ve bugün türküler yoluyla son derece kuvvetli bir temel olarak kültürümüzdeki yerini koruyan, makamsal özellikleri bünyesinde barındırmakla birlikte yine pentatonik vasıflarından da ayrılmamış olan Türk Halk Müziği (türkülerimiz) değil, ilk defa İtalyan asıllı Fransız besteci Giovanni Battista Lulli’nin (ö. 1687), Molière’in Kibarlık Budalası için yaptığı müzikte kullandığı, XVIII. yüzyılın Alman bestecilerinin severek aynı şekilde kullanmayı sürdürdüğü, Tanzimat döneminde ise bizim bambaşka bir anlamda (kendi yaptığımız Türk makam müziğine verdiğimiz ad olarak) kullandığımız “alaturka” müzik kavramının içinden -daha ziyade Tanzimat dönemi ve sonrasında özellikle Hacı Ârif Bey’le- sıyrılıp özerkliğini ilan eden şarkı formu hakkında olacaktır.

Alaturka şarkılar, sözsüz olarak icra edildiklerinde rahatlıkla Fars, Arap ve Bizans/Yunan makam müzikleriyle -ortalama bir kulak için- neredeyse aynıymış gibi duyulurlar. Sebebi var. Türklerin kulakları yüzlerce, binlerce yıl türkülerinin yanı sıra bu milletlere özgü müziği ve onun makamını duydular. Türkler, bu milletlerin enstrümanlarını da öğrenip çaldılar.

Dede

Bugünkü yaygın algılanışıyla alaturka müzik dediğimizde, hâlâ popülerliğini koruyan örnekler arasında Dede Efendi’nin kimi bestelerini anmak gerek kanaatindeyim: Yine Bir Gülnihal, Mah Yüzüne Âşıkânım, Ey Büt-i Nev Edâ, Yüzündür Cihanı Münevver Eden, Şu Karşıki Dağda Bir Yeşil Çadır…

“Sanatta irâde-i hümâyun olmaz”

Anlatılır ki, “… bir defasında padişah (II. Abdülhamit) birkaç yeni şarkısını bizzat Ârif Bey’den dinlemek istemiş, fakat bestekâr hastalığını ileri sürerek özür dilemişti. Padişahın bestekârı tekrar çağırtması üzerine de mâbeyinciye, “Sanatta irâde-i hümâyun olmaz” dedikten sonra II. Abdülhamid’in babasından ve amcasından daha fazla rağbet gördüğünü söylemişti. Bunun üzerine padişah bestekârın Muzıka-yi Hümâyun’daki odasında hapsedilmesini emretti.”

Hamâmîzâde İsmâil Dede’den sonra XIX. yüzyılın en büyük bestekârı ve özellikle şarkı formunda Türk mûsikisinin en önde gelen sanatkârı kabul edilmiştir.²

Her biri birer dev olan Zekâi Dede, Tanburî Cemil Bey, Münir Nurettin Selçuk için sanırım ‘som şanslılar’ denebilir.

Arûz’un yavaşça yıkılışı

Aruz vezninden serbest müstezata, oradan serbest şiire doğru akan merkez Türk şiirinin seyri alaturka müziğin birinci kaybıdır. Mukadderât gibi görünen bu seyir aslen söze yaslanan -ritimller/usûller bakımından- Türk müziğinin en önemli kan kaybı olmuştur.

Bunun üzerine Atatürk’ün -tıpkı II. Mahmut gibi- modernleşme arzusu ve devrimleri eklenmiş, ancak ya Atatürk Türk müziğinin teknik gereklerini (tonal ve makamsal müziğin farklarını) anlamamış ya da danıştığı müzisyenler bu farkları yeterince açıklayamamıştır.

Romantik (Batı form ve çalgılarını da olabildiğince içeren) evreden çoksesli evreye geçme aşamasında Türk müziği -alaturka müzik- mevlevihânelerin de Atatürk tarafından kapatılmış olmasıyla büyük bir irtifâ kaybı yaşamıştır. Sonraki evrede Klasik Türk müziği/Sanat Müziği/Alaturka Müzik konservatuarlarda ancak 1975 yılında İTÜ’de kendine yeniden bir yer bulabilecektir.

Türk beşlerinin, ziyadesiyle Türk halk müziği üzerine çoksesli ve senfonik olarak bestelediği eserler, Türkiye halkının müzik beğenisinde yeterince yer edinebilmiş değildir. Atatürk yaptığı, yapmak istediği bu büyük müzik devrimine rağmen, yaşadığı süre boyunca ne dem kederlense, ne dem coşsa, ne dem huzuru hissetse zihnini daima Türk sanat ve Türk halk müziğine teslim etmek gereğini duymuştur.

Vesayetin erken çöküşü

Türlü sebeplerle Türkiye erken bir evrede -eğitim hamlesini kemâle erdiremeden-  çok partili rejime geçmek durumunda kaldı. Sonrası popülist liderler ve genel (kaçınılmaz) olarak popülizm sebebiyle hemen her alanda yaşanan ‘kische’liğin/sığlığın, alaturka müziğe sirayeti söz konusu oldu. Derken piyasa!..

Bugün alaturka müzik/Türk sanat müziği, Türkiye’de hâlâ büyük bir sevgi, saygı ve ilgi görmektedir. Konservatuarlarda Türk müziği bölümleri son derece yaygınlaşmıştır.

Alafranga

19. yüzyılda II. Mahmut eski orduyu dağıtıp yerine kurduğu yeni ordu ile birlikte Avrupa asıllı asker eğitim programı uygulanmaya başlamıştı. II. Mahmut’un daveti ile İstanbul’a gelen Giuesppe Donizetti 17 Eylül 1828’de görevine başladı. Artık devlet merkezinde Batı tarzı bir orkestra vardı!

Genel olarak 19. yüzyılda Tanzimat dönemi ile birlikte Batı müziği, Osmanlı toplumunda daha fazla yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu dönemde kurulan okullarda Batı müziği dersleri verilmiş, konserler düzenlenmiş ve Batılı müzisyenler İstanbul’a gelerek konserler vermişlerdir.

Cumhuriyet

Atatürk’ün önderliğinde yapılan müzik devrimi ile Batı müziği, Türk toplumunda daha da yaygınlaşmış ve desteklenmiştir.

Fakat librettoda, “Aldı kopuzu Dedé Korkut” denildiği yerde, bunu besteleyen müzisyen “Kopuz İçin Bir Deyiş” vb. bir bölüm yazmayıp da bir Batı enstrümanıyla orayı doldurursa buna Türk operası denilebilir mi? Belki!..

Adapte

Avrupa’da popüler olmuş şarkılara Türkçe sözler yazarak oluşturulan ve Türkçe Sözlü Hafif Müzik olarak adlandırılan müzik, daha sonra müzikleri de yer yer yerli olabilen Türk pop müziğine dönüşmüştür. Doksanlardan sonra etkilenme merkezi daha çok Amerika olmuştur.

Alafranga minvalinde düşünürsek günümüzde artık Türkiye’de kökeni Amerika olmayan popüler müzik türü neredeyse yoktur, diyebiliriz. Bu müzik modasına da belki Amerikânî³ müzik ya da USAesk müzik demek yerinde olur!

Arabesk

Altmışlarda ve yetmişlerde yaşanan köyden kente yoğun göç, ne köylü ne kentli diyebileceğimiz, türküden göçmüş, şarkıya ise erememiş varoşları ve onların müzik beğenisini yaratmıştır. Arabesk!

Aşk acısı, ayrılık, yoksulluk ve hayatın zorlukları gibi konular, Arabesk müziğin temel temaları olmuştur.

Arabesk müzikte şarkı ve türkü arasında kalan teknik yapı esas olarak sazların ve vokalin Arap müziğinin icrâ tavrına yaklaştığı yerde tanımını bulur.

Nağmelerde mevcut hece bağları yumuşak geçişlerle ve ağlak bir hisle ifade edilir.

Arabesk müzik iki binli yıllarda müstakil kuvvetini kaybetmeye başlamış ve diğer müzik türlerinin içine yerleşerek yaşamını sürdürmeye çalışmıştır.

Günümüz

Devlet okullarında artık her kademedeki müzik derslerinde Batı müzik teorisinin yanı sıra Türk müziği hem teori (makam ve usul bilgisi) hem de şarkı ve türkü örnekleri bakımından yer alır. Bu durum giderek geliştirilir. Devlet konservatuvarlarının yaklaşık yarısında Türk müziği eğitimi verilir. Konser salonlarında, müzik derneklerinde ve eğlence mekânlarında oldukça canlı bir şekilde alaturka müzik icrası sürmektedir.

Askerî ve dinî merkezlerde eski yerini alması zor gibi göründüğünden dolayı alaturka/Türk müziği kanaatimce yoluna şarkı ve ilahi formlarını merkeze alarak devam edecektir. Bu noktada güçlü eserlerin yeniden ve yeniden ortaya çıkması ise bana göre hece ölçüsünün aruza yakın formlarında da ustalaşmış gerek halk ozanlarının gerekse merkez şairlerinin arasından bu bahsettiğim formlarda üst düzey eserler ortaya koyacak şahsiyetlerin yetişebilmesi, var olanların ise kadrinin bilinmesi yoluyla mümkün olabilecektir.

Eskiden taklit yoluyla ilerleyen müzik türleri ise en iyi bildikleri yoldan, taklitten ilerlemeyi sürdürecekler, dünyanın dört bir yanında şöhret kazanmış eserleri bir yolla popüler müzik meydanına taşıma işlevini gerçekleştireceklerdir. Mısır, Fransa ya da Amerika… Tutmuşsa topla!

Duppba dupbaa

Duppba dupbaa

Bir çare

Ben, her ne kadar yapay zekânın bir proje dahilinde Türk makam müziği konusunda özel olarak planlı bir biçimde geliştirilmese de, zamanla bu müziği sevenlerin komutlarına maruz kaldıkça bu müzikle ilgili çok şey öğrenebileceği, öğrendiklerinden yola çıkarak bu müziğin kuramsal bilgisine hakim olacağı ve hatta yeni makamlar, usuller ve bu müziğe uygun enstrümanlar önerme konusunda oldukça mahir bir pozisyona gelebileceği kanaatinde olsam da –bu işin uzamasına tahammülüm olmadığından olsa gerek- yapay zekânın bir an evvel Türk müziği konusunda uzman bir ekip tarafından programlanmasının ve eğitilmesinin yararlı olacağını düşünmekteyim.

Sonrasında bu tarzı sürdürmek, yalnızca bu tarzın teorik bilgisine sahip bir avuç insana değil, herkese açık hale gelebilecektir.

 Ve hülasa…

Müziği bir başka hizâdan duyanları anmadan gitmeyelim! Bu oran hemen hemen her çağda, hemen hemen her toplumda, hemen hemen aynı oranda var olmuş gibi geliyor bana!

Dede’nin çağında, onun eserlerinden zevk duyanların Türkiye’deki tüm müzik dinleyicilerine oranı neydi acaba?

Düştük mü gerçekten, yoksa, dalda mıyız hâlâ?..

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 21 Şubat 2025’te yayımlanmıştır.

Kaynak ve Alıntılar

1- Dr. Yusuf Gedikli, İlk ve Orta Çağlar Türk Şiiri (İki bin yıl kadar önce Türk hakanına gelin edilmiş bir Çinli prensesin Türklerden bahsettiği şiirinden bir dörtlük)

2- Bekir Sıtkı Sezgin, Hacı Ârif Bey, İslam Ansiklopedisi

3-  Bu kavram, kızım Bilge Şule Kalyan’a aittir.

4- Cinuçen Tanrıkorur, Alaturka Maddesi, İslam Ansiklopedisi

5- https://guzelsanatlar.ktb.gov.tr TR-3691/beste.html

Hüseyin Kalyan
Hüseyin Kalyan
Hüseyin Kalyan – Şair, yazar ve eğitmen. 1973 Düzce doğumlu. İstanbul’da müzik öğretmenliği yapıyor. Kendi şarkıları ve deyişleri var. Deyişlerinde “Etrâkî” mahlasını kullanıyor. Şiirleri “Varlık” ve “Mühür” dergilerinde yayımlandı. Başlıca eserleri: “Tiratlar”, “Boşluğun Kapıları”, “Cümleler Kitabı” ve “Exodus”…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Alaturka, alafranga, arabesk: Türkiye’de müzik zevki nasıl şekillendi?

Türk müziği hangi dönüşümlerden geçti? Alaturka ve alafranga arasındaki çizgi nerede başlıyor, nerede bitiyor? Atatürk’ün müzik devrimi neyi amaçladı, neyi başardı? Arabesk nasıl doğdu, neden dönüşüme uğradı? Gelenek, modernite ve taklit arasında müziğimiz hangi yolu takip ediyor? Müziği hissetmek, anlamak, beğenmek… Peki, ‘beğeni’ dediğimiz şey nedir? Hüseyin Kalyan yazdı.

Davulu her gece durmaz döverler
Dönerler ta güneş doğana kadar
Fırtına bozkırda gök gibi gürler
Yolları toz duman boğana kadar¹

İnsan olmasaydı da müzik olurdu, fakat müzik olmasaydı insan olmazdı, şeklindeki kanaatimi serdederek konuya girmeyi deneyeceğim!

Belli ki bir döngüye/ritme sahip olan her şey o döngüdeki her iki devir arasında bir dizi ses de yaymak zorunda; zorunda, çünkü hareket etmekte; hareket etmekte, çünkü buna mahkûm! Hakikat bizi böyle düşünmeye zorlamakta. Zira hareket olmaksızın olmayacak şeylerin başında zaman gelir. Ve zamanın (hareket, ritim ve zorunlu olarak sesin) olmadığı bir varoluş imkânsız gibi görünmekte.

Beğeni üzerine

Eğer duygularımızı neşe, huzur ve keder varyantları olarak ele alabilir ve müzikteki melodilerin, ritimlerin ve sözlerin bizi dün, bugün ve yarına bağlanan hayalî ya da hakiki yaşantılara götürdüğünü varsayarsak ‘beğeni’ dediğimiz kavram konusunda düşünceyi açmanın ve ilerletmenin yollarından birini bulmuş sayılırız.

Beğeniyi neyin ya da nelerin birleşiminin oluşturduğunu belirlemek ise çetin iş. İnsanda kalp ritmi,  nefes süresi, duyma eşiği, görme kapasitesi, tat ve koku alma kabiliyeti, anlama hüneri gibi unsurlar beğeni meselesinin esaslarıymış gibi geliyor bana. İki kalp atımı arasındaki süre altı saat olsa yahut günde ortalama bir nefes almak bize kafi olsa çok muhtemeldir ki bizi sarmayacak, bizim beğenimizi kazanmayacaktı herhangi bir müzik eseri nasılsa!

Fakat beğeniye temel teşkil eden unsurlar diye zikrettiğim unsurların her birinin geliştirilebileceği, orta ve ortalama kapasitenin hayli üzerine çıkabileceği ve zaten de bundan dolayı son derece sofistike müziklerin/eserlerin ortaya çıktığı, bu durumun yalnızca müzikte değil beğeniye konu olabilecek her alanda böyle olduğu unutulmamalı.

Zihnimizdeki ve ruhumuzdaki değerlerin öncelik ve yoğunluk sırası, beğeniye konu olan şeyin unsurlarındaki ağırlık sırası ile ne derece uyumluysa, zevk alma ve mükemmelliğe ulaşma durumu da o ölçüde belirlenir.

Dense ki müzik, mânânın en mukavim taşıyıcısıdır, belki hata olmaz! Bu yüzden, var olduğu süre boyunca insan, sesleri ezgilerle, ezgileri ritimlerle ve bu ikisini anlamla/sözle buluşturarak kendini ifade etmeyi en üstte tutmak zorunluluğunu hissetmiş, bu uğurda ilerlemiştir.

Unutmadan!.. Ses tellerin varsa müzik yapıyorsun!

Başlayalım

Her damlası bir derya olan Türk müziğinin süreç ve kapsam bakımından mümkün oldukça daraltmaksızın bu hususta ufuk oluşturma çabam kesinlikle sonuçsuz kalırdı doğrusu. Neyse ki bu yazının başlığı Türk müziğinin hangi boyutunu konuştuğumuzu açık etmekte.

Alaturka

Ahmet Adnan Saygun, “Pentatonik müzik, Türk’ün müzikteki damgasıdır” ifadesini kullanmış olsa da bugün “Alla Turca” (Türk Tarzı) olarak anacağımız müzik, Türklerin en eski çağlarından gelen ve bugün türküler yoluyla son derece kuvvetli bir temel olarak kültürümüzdeki yerini koruyan, makamsal özellikleri bünyesinde barındırmakla birlikte yine pentatonik vasıflarından da ayrılmamış olan Türk Halk Müziği (türkülerimiz) değil, ilk defa İtalyan asıllı Fransız besteci Giovanni Battista Lulli’nin (ö. 1687), Molière’in Kibarlık Budalası için yaptığı müzikte kullandığı, XVIII. yüzyılın Alman bestecilerinin severek aynı şekilde kullanmayı sürdürdüğü, Tanzimat döneminde ise bizim bambaşka bir anlamda (kendi yaptığımız Türk makam müziğine verdiğimiz ad olarak) kullandığımız “alaturka” müzik kavramının içinden -daha ziyade Tanzimat dönemi ve sonrasında özellikle Hacı Ârif Bey’le- sıyrılıp özerkliğini ilan eden şarkı formu hakkında olacaktır.

Alaturka şarkılar, sözsüz olarak icra edildiklerinde rahatlıkla Fars, Arap ve Bizans/Yunan makam müzikleriyle -ortalama bir kulak için- neredeyse aynıymış gibi duyulurlar. Sebebi var. Türklerin kulakları yüzlerce, binlerce yıl türkülerinin yanı sıra bu milletlere özgü müziği ve onun makamını duydular. Türkler, bu milletlerin enstrümanlarını da öğrenip çaldılar.

Dede

Bugünkü yaygın algılanışıyla alaturka müzik dediğimizde, hâlâ popülerliğini koruyan örnekler arasında Dede Efendi’nin kimi bestelerini anmak gerek kanaatindeyim: Yine Bir Gülnihal, Mah Yüzüne Âşıkânım, Ey Büt-i Nev Edâ, Yüzündür Cihanı Münevver Eden, Şu Karşıki Dağda Bir Yeşil Çadır…

“Sanatta irâde-i hümâyun olmaz”

Anlatılır ki, “… bir defasında padişah (II. Abdülhamit) birkaç yeni şarkısını bizzat Ârif Bey’den dinlemek istemiş, fakat bestekâr hastalığını ileri sürerek özür dilemişti. Padişahın bestekârı tekrar çağırtması üzerine de mâbeyinciye, “Sanatta irâde-i hümâyun olmaz” dedikten sonra II. Abdülhamid’in babasından ve amcasından daha fazla rağbet gördüğünü söylemişti. Bunun üzerine padişah bestekârın Muzıka-yi Hümâyun’daki odasında hapsedilmesini emretti.”

Hamâmîzâde İsmâil Dede’den sonra XIX. yüzyılın en büyük bestekârı ve özellikle şarkı formunda Türk mûsikisinin en önde gelen sanatkârı kabul edilmiştir.²

Her biri birer dev olan Zekâi Dede, Tanburî Cemil Bey, Münir Nurettin Selçuk için sanırım ‘som şanslılar’ denebilir.

Arûz’un yavaşça yıkılışı

Aruz vezninden serbest müstezata, oradan serbest şiire doğru akan merkez Türk şiirinin seyri alaturka müziğin birinci kaybıdır. Mukadderât gibi görünen bu seyir aslen söze yaslanan -ritimller/usûller bakımından- Türk müziğinin en önemli kan kaybı olmuştur.

Bunun üzerine Atatürk’ün -tıpkı II. Mahmut gibi- modernleşme arzusu ve devrimleri eklenmiş, ancak ya Atatürk Türk müziğinin teknik gereklerini (tonal ve makamsal müziğin farklarını) anlamamış ya da danıştığı müzisyenler bu farkları yeterince açıklayamamıştır.

Romantik (Batı form ve çalgılarını da olabildiğince içeren) evreden çoksesli evreye geçme aşamasında Türk müziği -alaturka müzik- mevlevihânelerin de Atatürk tarafından kapatılmış olmasıyla büyük bir irtifâ kaybı yaşamıştır. Sonraki evrede Klasik Türk müziği/Sanat Müziği/Alaturka Müzik konservatuarlarda ancak 1975 yılında İTÜ’de kendine yeniden bir yer bulabilecektir.

Türk beşlerinin, ziyadesiyle Türk halk müziği üzerine çoksesli ve senfonik olarak bestelediği eserler, Türkiye halkının müzik beğenisinde yeterince yer edinebilmiş değildir. Atatürk yaptığı, yapmak istediği bu büyük müzik devrimine rağmen, yaşadığı süre boyunca ne dem kederlense, ne dem coşsa, ne dem huzuru hissetse zihnini daima Türk sanat ve Türk halk müziğine teslim etmek gereğini duymuştur.

Vesayetin erken çöküşü

Türlü sebeplerle Türkiye erken bir evrede -eğitim hamlesini kemâle erdiremeden-  çok partili rejime geçmek durumunda kaldı. Sonrası popülist liderler ve genel (kaçınılmaz) olarak popülizm sebebiyle hemen her alanda yaşanan ‘kische’liğin/sığlığın, alaturka müziğe sirayeti söz konusu oldu. Derken piyasa!..

Bugün alaturka müzik/Türk sanat müziği, Türkiye’de hâlâ büyük bir sevgi, saygı ve ilgi görmektedir. Konservatuarlarda Türk müziği bölümleri son derece yaygınlaşmıştır.

Alafranga

19. yüzyılda II. Mahmut eski orduyu dağıtıp yerine kurduğu yeni ordu ile birlikte Avrupa asıllı asker eğitim programı uygulanmaya başlamıştı. II. Mahmut’un daveti ile İstanbul’a gelen Giuesppe Donizetti 17 Eylül 1828’de görevine başladı. Artık devlet merkezinde Batı tarzı bir orkestra vardı!

Genel olarak 19. yüzyılda Tanzimat dönemi ile birlikte Batı müziği, Osmanlı toplumunda daha fazla yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu dönemde kurulan okullarda Batı müziği dersleri verilmiş, konserler düzenlenmiş ve Batılı müzisyenler İstanbul’a gelerek konserler vermişlerdir.

Cumhuriyet

Atatürk’ün önderliğinde yapılan müzik devrimi ile Batı müziği, Türk toplumunda daha da yaygınlaşmış ve desteklenmiştir.

Fakat librettoda, “Aldı kopuzu Dedé Korkut” denildiği yerde, bunu besteleyen müzisyen “Kopuz İçin Bir Deyiş” vb. bir bölüm yazmayıp da bir Batı enstrümanıyla orayı doldurursa buna Türk operası denilebilir mi? Belki!..

Adapte

Avrupa’da popüler olmuş şarkılara Türkçe sözler yazarak oluşturulan ve Türkçe Sözlü Hafif Müzik olarak adlandırılan müzik, daha sonra müzikleri de yer yer yerli olabilen Türk pop müziğine dönüşmüştür. Doksanlardan sonra etkilenme merkezi daha çok Amerika olmuştur.

Alafranga minvalinde düşünürsek günümüzde artık Türkiye’de kökeni Amerika olmayan popüler müzik türü neredeyse yoktur, diyebiliriz. Bu müzik modasına da belki Amerikânî³ müzik ya da USAesk müzik demek yerinde olur!

Arabesk

Altmışlarda ve yetmişlerde yaşanan köyden kente yoğun göç, ne köylü ne kentli diyebileceğimiz, türküden göçmüş, şarkıya ise erememiş varoşları ve onların müzik beğenisini yaratmıştır. Arabesk!

Aşk acısı, ayrılık, yoksulluk ve hayatın zorlukları gibi konular, Arabesk müziğin temel temaları olmuştur.

Arabesk müzikte şarkı ve türkü arasında kalan teknik yapı esas olarak sazların ve vokalin Arap müziğinin icrâ tavrına yaklaştığı yerde tanımını bulur.

Nağmelerde mevcut hece bağları yumuşak geçişlerle ve ağlak bir hisle ifade edilir.

Arabesk müzik iki binli yıllarda müstakil kuvvetini kaybetmeye başlamış ve diğer müzik türlerinin içine yerleşerek yaşamını sürdürmeye çalışmıştır.

Günümüz

Devlet okullarında artık her kademedeki müzik derslerinde Batı müzik teorisinin yanı sıra Türk müziği hem teori (makam ve usul bilgisi) hem de şarkı ve türkü örnekleri bakımından yer alır. Bu durum giderek geliştirilir. Devlet konservatuvarlarının yaklaşık yarısında Türk müziği eğitimi verilir. Konser salonlarında, müzik derneklerinde ve eğlence mekânlarında oldukça canlı bir şekilde alaturka müzik icrası sürmektedir.

Askerî ve dinî merkezlerde eski yerini alması zor gibi göründüğünden dolayı alaturka/Türk müziği kanaatimce yoluna şarkı ve ilahi formlarını merkeze alarak devam edecektir. Bu noktada güçlü eserlerin yeniden ve yeniden ortaya çıkması ise bana göre hece ölçüsünün aruza yakın formlarında da ustalaşmış gerek halk ozanlarının gerekse merkez şairlerinin arasından bu bahsettiğim formlarda üst düzey eserler ortaya koyacak şahsiyetlerin yetişebilmesi, var olanların ise kadrinin bilinmesi yoluyla mümkün olabilecektir.

Eskiden taklit yoluyla ilerleyen müzik türleri ise en iyi bildikleri yoldan, taklitten ilerlemeyi sürdürecekler, dünyanın dört bir yanında şöhret kazanmış eserleri bir yolla popüler müzik meydanına taşıma işlevini gerçekleştireceklerdir. Mısır, Fransa ya da Amerika… Tutmuşsa topla!

Duppba dupbaa

Duppba dupbaa

Bir çare

Ben, her ne kadar yapay zekânın bir proje dahilinde Türk makam müziği konusunda özel olarak planlı bir biçimde geliştirilmese de, zamanla bu müziği sevenlerin komutlarına maruz kaldıkça bu müzikle ilgili çok şey öğrenebileceği, öğrendiklerinden yola çıkarak bu müziğin kuramsal bilgisine hakim olacağı ve hatta yeni makamlar, usuller ve bu müziğe uygun enstrümanlar önerme konusunda oldukça mahir bir pozisyona gelebileceği kanaatinde olsam da –bu işin uzamasına tahammülüm olmadığından olsa gerek- yapay zekânın bir an evvel Türk müziği konusunda uzman bir ekip tarafından programlanmasının ve eğitilmesinin yararlı olacağını düşünmekteyim.

Sonrasında bu tarzı sürdürmek, yalnızca bu tarzın teorik bilgisine sahip bir avuç insana değil, herkese açık hale gelebilecektir.

 Ve hülasa…

Müziği bir başka hizâdan duyanları anmadan gitmeyelim! Bu oran hemen hemen her çağda, hemen hemen her toplumda, hemen hemen aynı oranda var olmuş gibi geliyor bana!

Dede’nin çağında, onun eserlerinden zevk duyanların Türkiye’deki tüm müzik dinleyicilerine oranı neydi acaba?

Düştük mü gerçekten, yoksa, dalda mıyız hâlâ?..

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 21 Şubat 2025’te yayımlanmıştır.

Kaynak ve Alıntılar

1- Dr. Yusuf Gedikli, İlk ve Orta Çağlar Türk Şiiri (İki bin yıl kadar önce Türk hakanına gelin edilmiş bir Çinli prensesin Türklerden bahsettiği şiirinden bir dörtlük)

2- Bekir Sıtkı Sezgin, Hacı Ârif Bey, İslam Ansiklopedisi

3-  Bu kavram, kızım Bilge Şule Kalyan’a aittir.

4- Cinuçen Tanrıkorur, Alaturka Maddesi, İslam Ansiklopedisi

5- https://guzelsanatlar.ktb.gov.tr TR-3691/beste.html

Hüseyin Kalyan
Hüseyin Kalyan
Hüseyin Kalyan – Şair, yazar ve eğitmen. 1973 Düzce doğumlu. İstanbul’da müzik öğretmenliği yapıyor. Kendi şarkıları ve deyişleri var. Deyişlerinde “Etrâkî” mahlasını kullanıyor. Şiirleri “Varlık” ve “Mühür” dergilerinde yayımlandı. Başlıca eserleri: “Tiratlar”, “Boşluğun Kapıları”, “Cümleler Kitabı” ve “Exodus”…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x