Çocukluğumun en güzel yılları Bursa’da geçti. Anne tarafından köklerimin bulunduğu ve hâlâ memleketim saydığım Bursa 1970 ve 80’lerde her şeyiyle orta çapta bir Avrupa şehrine benziyordu. Belirgin bir ortasınıfı vardı, fakiri vardı ama azdı. Balkan göçleri ile şehre becerileri olan insan gücü yerleşmişti ve gelenekler kuşaktan kuşağa aktarılıyordu. Yeni kurulmuş olan Tofaş ve Oyak Renault Fabrikaları ile mühendis, muhasebeci, tekniker gibi yetişmiş insanı, doktoru, eczacısı, mimarı hatta yabancı dilde kitapları satan kitapçısı, fotoğraf stüdyosu sahibi ismen bilinen bir şehirdi. En unutamadığım anım, ilkokul servisimizde (o zaman da vardı) Marco ve Enrico isminde iki İtalyan okul arkadaşımızın varlığı. Tofaş Fabrikasında mühendis olan anne ve babaları ile Bursa’ya yerleşen Marco ve Enrico bizim gibi Türkçe konuşurdu. İlkokul ve lisede Yahudi sınıf arkadaşlarımız vardı ve onların isimleri de bayramları da bizler için çok normaldi.
1990’lı yıllarla birlikte şehir önce yemyeşil deniz gibi önümüzde uzanan ovaya doğru büyüdü. Yüksek katlı betonlaşma ovayı yuttu, sonra da Batı’ya doğru ilerleyerek bambaşka bir Bursa yarattı. Bursa artık geri dönülemez biçimde İstanbul ve İzmir aksına entegre olmuş bir “yarı şehir” gibi.
Geçen haftasonu yemyeşil dağları, Osmanlı’nın ilk ve “kadim” başkentini sarsan yangınların ardından Bursa’yı yeniden konuşmak ve belki de bu yangını bir fırsata çevirmek gerekir. Çünkü en muhafazakar bilinen Bursa’nın dağ köylüsünün bile canı pahasına ağaçları, ormanları, hayvanları koruduğunu gördük.
Bursa Tahtakale Buluşmaları adı altında yıllardır Bursa’yı konuşan ve anlatan iki genç araştırmacı Cihan Taşan ve Samet Altıntaş, şehirdeki yıllara yayılan değişimi izleyicileri ile paylaşıyor ve şehrin tarihi kültürünü İstanbul’un büyük medya hegemonyasına rağmen kayda geçiriyorlar. [1] Bu ekipten Samet Altıntaş ile yaptığım Youtube yayınında, kendisinin gözünden üç kırılma anlarını dinledim.[2]
· 1855 Depremi: Mustafakemalpaşa merkez üslü deprem Bursa Ulucami’nin neredeyse hiç kubbesinin kalmayacağı kadar kuvvetliymiş. Şehrin kendini toparlaması için Ahmet Vefik Paşa şehircilik perspektifi getirmiş ve biraz da olsa Bursa korunabilmiş.
· 1958 Kapalıçarşı Yangını: Şehrin kaderini değiştiren, esnafın sosyal hayatın tarumar olduğu yangında Bursa’nın ipekçilik, incir, zeytin gibi geleneksel gelir kaynakları da artık tarih olmuş. İtalyan mimar Luigi Piccinato şehre yeni bir plan yapmış ama 27 Mayıs 1960 sonrası o da rafa kalkmış.
· 1961 ve sonrasında sanayileşmenin başlangıcı: Fabrikaların ovaya inmesi, şehre işçi göçünün başlaması, tarımın artık tamamen çeperlerde ve köyde kalması ile hava kirliliği arttı ve varoşlaşma ile şehrin artık tamamen “Yeşil” rüyasını yitirdi.
Bursa Anadolu Lisesi’nden sınıf arkadaşım ve kuşaklar boyu Bursa’lı Feyyaz Zorlubilek ise “sanayi ovayı yedi” fikrine şu şekilde itiraz etti:
“Bugün ovada kurulmuş gibi görünebilir. Fakat o tarihte Yalakçayır olarak geçen neredeyse bataklık bir bölge. (Bunun bile aslında ekosisteme büyük katkısı var) Ama önemli olan sanayi gelmeden altyapısının planlamasının yapılmış olmasıdır. Bursa o açıdan bir ilktir. Yani bütün suçu sanayileşmeye atamayız.”
Şehrin son yıllarda kötü şöhretli binaları arasında yer alan Doğanbey TOKİ apartmanları için de Samet Altıntaş, “onlar neredeyse delirmekte olan bir şehrin başında taşıdığı huniler gibiler. Her şey çok daha derinde ve uzun zamandır devam ediyor” dedi.
Peki ama hiç mi yok çaresi? Yeniden Yeşil Bursa hayali kuramaz mıyız? Bir imparatorluk başkenti, inşaat, endüstri ve kimyasal kirliliğe teslim olmadan, turizm, tarım ve tarih ile kendini yeniden küllerinden doğuramaz mı? Uludağ’ı, su kaynaklarını, doğasını koruyarak yeniden bir cazibe merkezi olması imkansız mı?
Atatürk’ün açılışını yaptığı Merinos Fabrikasının binası çevresinde oluşturulan Kongre ve Müze yerleşkesinde Şubat Ayında yapılan Bursa Turizminde Kültürel Sürdürülebilirlik Çalıştayı[3] büyüklerimizden dinlediğim Bursa’yı yeniden hayatlarımıza getirmenin ilk adımı gibi ferahlatıcıydı.
Velhasıl Bursa su’dan ibarettir de, o su nerede?
Evliya Çelebi’nin her yerinden su fışkırdığını anlattığı Bursa, hâlâ kuvvetli bir tarım potansiyelini, seçkin ürün geleneğini barındırıyor. Ama kentleşmenin ve vahşi inşaatlaşmanın özellikle kentin tarihi dokusuna yaptığı hasar çok belirgin. Öyle ki, çocukluğumun geleneği olan hamam, kaplıca gibi büyük turizm potansiyeli barındıran konular neredeyse kentin gündeminden çıkmış gibiydi. Şifalı sular konusunda öncülüğü Afyon’a, Kızılcahamam’a kaptıran Bursa, İstanbul’la olan yakınlığını daha doğru değerlendirmenin yollarını bulmalı.
İskender Kebap’a teslim olmak mı? Yeni tatlar aramak mı?
Meyvesi, sebzesi hep bol olan bir yerdi Bursa. Balık da yenirdi, et de. Sahil hattında Girit mübadillerinin getirdiği bir meze kültürü vardı, Rumeli’den gelen kuvvetli bir mutfak geleneği de. Oysa Bursa’lı turizmciler ve seyahat acenteleri İstanbul’dan gelen günlük “kebap turlarına” teslim olduklarını, Ulu Cami-İskender Kebap-Yeşil Türbe üçgenine hapsolan Bursa kültürünün çok daha iyisini hak ettiğinin altını çiziyorlar. Neyse ki, şehrin ileri gelenleri de Turizm Geliştirme Ajansı da meseleye uyanmış ve Bursa mutfağını korumak ve daha cazip hale getirmenin yollarını arıyorlar.
Yaşayan İnsan Hazineleri, ipek ve çini üretimi
Bursa’da büyüyen bir çocuk olarak Koza Han’da çuvallarla koza gördüğümü hatırlıyorum. Çok değil 30 yıl önce bile bu şehirde dut ağaçları vardı, İpek böcekçiliği yapılırdı, çarşıya giden bir çocuk ellediği kumaşın pamuk mu, ipek mi, sentetik mi olduğunu bilirdi. 26-27 Şubat’ta yapılan çalıştayın en heyecan verici bölümleri uzmanların desteği ile yapılan Bursa İpeği üretim kapasitesini belirleme oturumları, İpek Rotası’nın duraklarını belirleme çalışmaları ve çini rotalarının oluşturulmasıydı. Bir şehrin bin yıllık hafızasındaki zanaatkarlık yepyeni bir ruhla yeniden şekillenebiliyor. Dahası hâlâ bu işi yapan, bilen ve öğretmek isteyen ustaların varlığı ile yeniden köklenmek yepyeni bir ruhla tazelenmek artık mümkün.
Karagöz ve Hacivat’ın Yunan adalarında bile popüler “stand-up” showlara dönüşürken biz bu iki önemli siyasi hiciv figürünü folklorik, klişe tiplere indirgemekle yetiniyoruz. Allahtan Şinasi Çelikkol gibi değerlerimiz UNESCO Yaşayan İnsan Hazinesi olarak hâlâ meseleyi sahiplenip anlatmaya, kuşaktan kuşağa aktarmaya devam ediyorlar.
İstanbul’dan başka bir şehir: Bursa
Taht-ı Kadim Bursa, otobandan hızla geçilip gidilecek kadar önemsiz olamaz. Osmanlıyı, Türk’ü anlamak için Bursa’yı çok daha iyi anlamak ve anlatmak gerekiyor. Büyükşehir Belediyesi başlattığı bu adımı, Sürdürülebilir Turizm Koordinasyon Merkezi ile desteklemiş. Merkezin bütün paydaşları bir araya getirebilmesi çok önemli ve mutlak şart olmalı. İstanbul’dan ayrışabilen bir Bursa çok daha parlak ve cazip olacaktır.
Somuncu Baba’nın bizlere mirasıdır
Harmancık ve Gürsu yangınlarının Bursa’lıya ve ülkenin kalanına hatırlattığı bir gerçek var. Uludağ Bursa’dır. Ve Uludağ olmazsa, ağaçlar olmazsa su da olmaz, kar da olmaz, bitki de, kayak da, hayat da. Somuncu Baba’nın “Daima yeşil kalsın” dediği Bursa için Bursa’da kazanan, Bursa’da yaşayan herkesin elini taşın altına koyması şart.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 1 Ağustos 2025’te yayımlanmıştır.
[1] https://www.youtube.com/channel/UCEvVSOSh9utoG8jL7ksFSBg
[2] https://www.youtube.com/watch?v=ZloSRFzJOxg&t=32s