Bugün bizim uygarlık ya da medeniyet dediğimiz devasa kurulumların oluşmasının temelinde “yürümek” vardır. İnsan atalarımızın yerleşik yaşama geçmesinin tarihi taş çatlasa 20 bin yıl civarındadır. Öncesi hep yürümek, sonrası da binlerce asır yürümektir.
Tarih yazıcılarının mevcut tanımlarına bakarsak: Avrupalı çiftçilerin atalarının bir kolu Anadolu ve Balkanları yürüyerek aşmış ve bugünkü Avrupa’nın temellerini atmıştır. Tekerlek henüz tedavülde değil tabii.
Atalarımızın diğer kolunun Akdeniz üzerinden, kendi yaptıkları yelkensiz, dümensiz sallarla Avrupa’ya geçtiklerinin en belirgin izleri Girit arkeolojisinde bulundu. Bu salların tarihi yaklaşık 8 bin 500 ile 9 bin yıla tekabül ediyor. Sonra yine durmadan yürümüşler.
Mesela bizim Şanlıurfa’daki Göbeklitepe, Karahantepe ve akranları (12 bin ile 10 bin yıl arası) olan arkeolojik alanlar, Afrika ve Ortadoğu üzerinden yürüyerek gelen kavimlerin burayı durmaya, yaşamaya değer bulduklarını gösteriyor.
Durmaya başlayan atalarımız tohumu keşfediyor; takibinde de buğdayın ve diğer tahılların evcilleşmesinin tarihi başlıyor. Tohum; evet tohum, insanın mucizelerle buluşmasının ve asırlarca diyardan diyara yürümesinin yeni nedeni oluyor.
Yürümek aramanın ta kendidir
Yürümek, yürümenin felsefesine ilişkin sohbetler, benim aklımda bu hayal edilmesi güç yürümekli zamanları canlandırma çabalarını kamçılıyor. O zaman diyorum ki: Yürümek aramanın ta kendisidir!
İnsan soyunun “uzun durmaklı” zamanları art arda teknolojik devrimler ve o devrimlerin çağlarını getirdi. Ve bizim dilimizdeki “yürümek” sözcüğü, kentli insanların bir kısmında “Trekking”e dönüştü. Bu, en son teknolojik çağla birlikte oldu.
Trekking sözcüğünün İngilizceye girme tarihi berrakça söylenemiyor, ancak bizde 1990’lı yıllarda kullanılmaya başlandığını biliyoruz: “Zor doğa koşullarında, spor için yürümek”… Ah, unutmadan, sözcük İngilizceden önce, Hollandacaya uğramış. Treken imiş, yani “çekmek, sürüklemek.”
Trekkingin felsefesi, tarihinde yattığı için bu kadar uzadı söz. Dahası trekkingin zevkleri de bu tarihte gizli olduğu için…
Bir hazlar dünyası…
Kentlerde yaşayan, çalışan insanların büyük çoğunluğu neredeyse kıpırtısız, doğasız, durgundur. Kimimiz otomasyon sistemlerinde günün bilmem kaç saati makinenin bir parçası, bir vidası gibiyiz, kimimiz bilgisayarların ya da başka nedenlerle masaların başında yağ biriktirip kas eritiyoruz. Sonra da “göç, sürgün, uzun yolculuk” anlamına gelen Afrikaans trek sözcüğüne “ing” eki getirip, bir hazlar dünyası tarif ediyoruz. Elbette belli bir kesim için geçerli olan bir hazlar dünyası…
Kabul; bir hazlar dünyasıdır trekking, çünkü alıp gelmeye dönüşmüştür.
Ne alınır allasen trekkingden?
Hemen söyleyeyim: Doğa alınır; temiz nefes alınır; tanışma, dostluk, dayanışma alınır. İnsan doğanın koşullarıyla, yollarla, akarsularla elindeki çok sınırlı araç gereçle baş etmeyi öğrenir.
Bu yüzden trekkingin bırakın yaygınlaşmasını istemek, yaşam tarzlarımızın bir parçası olsun, derim.
Yürümek bir keşiftir
Yürümenin bir yaşam tarzı olmasını bir nedenle daha istiyorum: Burada, Reşat Nuri Güntekin’in Anadolu Notları’ndaki “Andaval II” bölümünde, bir torunla ninenin konuşmasını yardıma çağırmama izin verin:
“— Allah’ı sever misin anneanne?
— Elbette severim.
— Beni sever misin?
— Seni de severim.
— Hangimizi daha çok seversin?
— Elbette Allah’ı severim.
— Anneanne… Allah ölse mi acırsın, ben ölsem mi?
Büyükanne bu tepeden inme sual karşısında şaşırıyor, korkuyor, kızıyor, gülüyor ve daha garibi gözlerinde yaşlar beliriyor… ”
Çünkü sevip okşadığı, oynayıp güldüğü, kokusunu, sıcaklığını bildiği torundan ayrılmak, yaşlı kadın için en az inandığı Allah sevgisi kadar kutsal bir şeyden ayrılmaya denk geliyor.
Ben gidip dokunduğumuz, huyunu-suyunu tattığımız bir yerin bizde bıraktığı değişik izler; yani hatıralar için yürümeyi seçenlerdenim. Değip anlama çabası gösterdiğimiz yerlerin bizdeki sahiplenme gücünü arttırdığına inanırım.
Trekkingle de olsa, doğaya çıkmış insan onun kıymetini, onunla yaşayarak yeniden öğrenebilir ve bu, doğayı betonlaştırmak isteyenler karşısında direnme gücümüzün artmasını sağlayabilir.
Yürümek bir keşiftir. Anlamanın, yenilenmenin, duyguları geliştirmenin keşfi.
Ne var ki trekkingin yaygınlaşması bugünkü çok bilinen işleyişiyle kolay görünmüyor. Zira biraz doğayı tanımış, biraz “rota” dediğimiz yürüyüş güzergâhı bilen insanlar ve kurumlar bunu alınır-satılır bir etkinliğe dönüştürüyor… Bu işleyiş hem çok az insanı kapsıyor hem de kapsadığı insanları birtakım bağımlılık ilişkilerine zorluyor.
Oysa bizler, kendi olanaklarımızı birleştirerek yapabiliriz bunu. Hesapsız, çıkarsız olması gereken bir etkinliği, onun doğasına uygun halde yapabilmenin koşullarını ortaklaşa yaratabiliriz.
Yügür idik, yürür olduk
Bu dediklerimin bir nedeni de trekking etkinliği düzeyenlerin, çoğunlukla durağanlık kaynaklı obezlikle, yeme içme kaynaklı obezliği bir görüp onları “hedef kitle” olarak seçmesi.
Oysa ben Anadolu’daki Yörükleri düşünmeyi öneririm; onlar gibi olmayı… Bir aile, bir kabile gibi ortaklaşıp tası tarağı toplayıp yollara düşelim derim.
Varsa izninizle, yoksa bir korsan eylem yapıp azıcık da sözcüğün yerli halinden söz edeceğim: Yürümek, “hızlı, koşucu” anlamına gelen Eski Türkçe “yügür” sözcüğünden evrilmiştir. Bizim Yörük taifesinin adı da neredeyse Oğuz Türkçesinden beri kullanılan “yügür,” fiilinden Eski Türkçe “uk” ekiyle türetilmiştir.
Türk müziğinde “hızlı tempo” anlamını da “yürük” ya da “yörük” sözcüğüyle karşılamıyor muyuz? Derim ki bir “Yörük Semai” dinlerken düşünelim.
Nelere dikkat etmeli?
Haydi, biraz da teknik konuşalım. Trekking’e yeni başlayanlar nelere dikkat etmeli?
Yaygın olarak yapıldığı gibi bir rotada yürüyecek, bir topluluğa katılacaksanız eğer; rehberlik edecek kişi/ler, yürünecek yolun özelliklerine göre (zorluğu, kolaylığı, su faktörü, yokuş ya da kayalık gibi) donanımlar önerecektir. Bunlara uymak önemlidir.
Yalnız başınıza ya da ailenizle, yakın çevrenizle yürüyecek olursanız, sizden önce o yolu yürümüş olanların deneyimlerine erişmeye çalışın, derim. Coğrafyayı, yaban hayattaki hayvanları, toplulukları, iklim özelliklerini öğrenmediğiniz yerlerde yürümek iyi ya da fena, ama bilmedik, beklenmedik “şakalarla” dolu olabiliyor.
Ancak nereye giderseniz gidin sırt çantanızın olmazsa olmazlarının ilk sırasındakiler şunlardır: Baton (küçülüp büyüyen değnek, sopa), düdük (kaybolduğunuzda ya da başınıza bir şey geldiğinde en uygun manüel haberleşme aletidir), pusula, el veya kafa feneri, su kabı, çakı ya da katlanır küçük bir bıçak, kibrit ya da çakmak ve küçük bir büyüteç (kibrit/çakmak ıslandığında büyüteci güneş ışınına denk getirip yakıcı olarak kullanabiliyoruz)… Giyim kuşam bakımından burada bir şeyler önermek boşuna olur; zira rota ve coğrafya özellikleri belirleyecektir.
Su hayatta kalmayı sağlar
Yeri gelmişken, biraz da yatıya gittiğimiz türünden söz etmeliyim. Doğada yatıya kalmanın başlıca iki türü var: Çadırlı ve çadırsız, yani kendi barınağımızı, doğanın bize sunduğu olanaklarla kendimizin yapması. Bu ikincisini, günübirlik çıkılan yürüyüşler için de öğrenmeliyiz. Çünkü gruptan kopmak, kaybolmak ya da başka bir biçimde yanımızda çadırımız olmadan doğada gecelemek zorunda kalabileceğimiz zamanlar için hazırlıklı olmalıyız.
Önce gittiğimiz ya da kalmak zorunda kaldığımız yerlerdeki su kaynaklarını ve olanaklarını keşfetmeliyiz. Su, başka güçlü bir gıda olmadan da küçümsenmeyecek bir süre için yaşamda kalmayı sağlar. Su kaynağı yoksa, uzaksa su devşirmeyi öğrenmeliyiz. Akla ilk gelen ağaçların ve bitkilerin geniş yapraklarında biriken seher çiylerini, şebnemi elinizdeki uygun bir kaba aktarmak ya da içebildiğimiz kadar içmek olmalı. Doğadaki çukurluklarda birikmiş suları, üstümüzdeki giysilerden biriyle süzüp damıtabiliriz. Bulabildiğimizce sulu yemişler yemeliyiz.
Yanımızda çakmak, kibrit gibi nesnelerin olmama ya da ıslanması olasılığına karşı sürtme yöntemiyle ateş yakmayı öğrenmeyi öneririm. Ateş, salt ısınmak ya da pişirmek için elzem değil; doğadaki “yaban” dediğimiz canlı türlere, onların dünyasına bir yabancının geldiğini, ancak bu yabancının yaşama tekniğinin kendilerinden oldukça farklı olduğu haberini vermek için de önemlidir. Bu yaban dostlar için bir de zaman zaman, parmak ıslığı, bağırtı, eldeki araç gereçle gürültü yapmakta yarar var.
Yön için gündüzleri güneş yardım eder. Gece için yol gösterici yıldızların özelliklerini öğrenmeliyiz. Bir de ağaçların yosunlu taraflarının kuzey olduğunu aklımızda tutmalıyız…
Barınmak için önce rüzgârın yönünü saptamalıyız. Bizi rüzgârdan koruyacak her kaya kovuğu, her çukur bir barınak olabilir. Örtünmek için kuru ya da derleyebileceğimiz dallarla kafes örgü yapmak aslında çok zaman almıyor, ancak teknik öğrenmek şart. Bunun üstüne yaprak ve ağaç kabuğu gibi koruyucular döşediğinizde geceyi deliksiz bir uykuyla geçirmesek de donmaktan ve yaban dostlarımızın uyku sırasındaki ziyaretlerinden kurtuluruz.
Bu arada, zamanı ve baltası olanlar kendilerine kulübe de inşa ediyor ve bunun ondan fazla tekniği var.
Çadır, uyku tulumu ve mat
Çadırlı gecelemeler için önce şunu söylemeliyim: Biraz parası olan için günümüzdeki çadır teknolojileri, evleri aratmayacak kadar gelişti. Ancak, hafiflik ve su geçirmezlik ilk şart. Şimdi güneş geçirmeyenleri bile var.
Rahatınıza düşkünseniz, şişme yataktan, şişme mata kadar pek çok seçenek var. Ancak atalık matlar topraktaki soğukla ilişkiyi kesmekte hâlâ aşılabilmiş değil. Bu matlar içlerinde hava olmadığı için soğuğu daha çok engelliyor. Günümüzde bunların da konfor bakımından birçok türü üretiliyor.
Uyku tulumları da bütçeye göre çok seçeneklidir. Kaz tüyü dolgusu olanlar hafiflik ve koruyuculuk bakımından birçok gezginin gözdesidir. Ancak, ben bir canlının yolunmuş tüyleriyle yatmam diyenler, koruyucu özelliği onun çok üstünde malzemeyle yapılan türler arasından birini seçebilir.
Çadır çantasına ne konur?
Sorunun tek bir yanıtı yok. Ancak yukarıda günübirlik yürüyüşler için önerdiğim malzemenin tümü şart. Bunun dışındakileri istekler ve gidilecek yerin özellikleri belirliyor. Çamaşır türleri de öyle. Ancak aklıma gelmişken; suya ve rüzgâr etkilerine dayanıklı bir yağmurluk her koşulda yanınızda olmalıdır.
Çadır yaşamı için pişirme teknolojilerinin ilk sırasında “aygaz” terimiyle anageldiğimiz minnak tüpler var. Ancak bu, doğada ateş yakabilen insanların çoğu için olmazsa olmaz değil. Çay, kahve ve pişirme kapları da çok seçenekli. Ben örneğin küçümen, hafif sıradan bir tencereyle ve sıradan metal bir tabakla bütün pişirme işlerini çözüyorum. Kahveyi ve çayı moka potla hallediyorum. Temizlik işini, otellerden “bir biçimde” bizim eve gelen küçük sabunlar ve şampuanlara havale ediyorum. Gün içinde sıcak ve soğuk içeceğim hep olsun diyenler, termos edinebilir.
Çadır kurulacak yere karar verirken de rüzgârın yönü ilk sıradadır. Çadır kapılarını esme yönüne getirmemek akıllıca oluyor. Yapabildiğimiz kadar düz bir alana yerleşmeliyiz. Zeminde çadırın altını yırtacak sivri taşları, delici kökçükleri, atık nesneleri temizlemeliyiz.
Çadırımızın yanlarına, çadırımızdan bir iki karış mesafeye bir kanal kazmak önemlidir. Kanalımızın suyun gitme “meyil” yönündeki ucu açık ve çadırı en az yarım metre geçiyor olmalı. Bu bizi, beklenmedik şiddetli yağmurların yol açtığı su baskınlarından korur.
Eğer ateş yakıyorsak…
Gölgesine kanıp her ağacın altına çadır kurmak doğru değil. Ormandaysak çok seçeneğimiz olmayabilir. Ancak açık alanlarda, ağaçlar yıldırımların ilk uğraklarından biri olabiliyor.
Akarsu ve deniz kenarlarında su gelgitlerini, kabarmalarını ve taşkınlarını hesap ederek ve yapabildiğimiz kadar iyi mesafeler bırakarak yerleşmeliyiz. Beklenmedik su baskını ve selden korunabilmek için yokuş ve görünümü yokuşa benzeyen kaya diplerine bitişik alanlara konumlanmaktan kaçınmalıyız.
Çadır kazıklarını dik değil, iplerin gerilim yönünün tersine hafif yatay, yani “italik” çakmalıyız.
Eğer ateş yakıyorsak, ateşle çadırınız arasında olabilen en uzak mesafeyi seçmeliyiz. Çadır malzemelerinin çok, ama çok hızlı yanma özelliğine sahip olması, en ufak kıvılcımın bile zarar verici olmasına yol açıyor.
Ah, söylememe gerek olmamasını çok isterdim, ama zorundayım. En önemli iz kuralı şudur: Doğada ayak izinden başka iz bırakma!
Bu, en başta endüstriyel çöplerimizi bırakmamak anlamına geliyor.
Trekking rotaları…
Çok sorulan sorulardan biridir: İstanbul’da ve Türkiye’de bilinen en iyi trekking rotaları nereler?
Bunlara birebir yanıt vermekten çekinirim. Örneğin ben bir rota öneririm, ama siz bunu okuduğunuzda, orası bir heyelan nedeniyle kapanmış olur ya da bir inşaat firması orayı villalarla, yürünemeyecek hale getirmiştir. Daha da önemlisi ben insanların kendi rotalarını kendilerinin keşfetmesi taraftarıyım.
Öte yandan sorunun ilk kesiti olan İstanbul için şu kadarını söyleyebilirim: Bolu ile Edirne, Şile ile Akçakoca civarları arasındaki coğrafya kesitleri İstanbul’da yaşayanlar için günübirlik gidilebilecek rotalar sunuyor.
Türkiye için bir yanıt vermem olanaksız. Biraz önce söylediklerimi tekrar olacak, ama belki şöyle bir çözümde anlaşabiliriz: Yaşadığınız, bulunduğunuz yerden başlayın. Kendinize uygun ortaklar, yoldaşlar bulun ve en basit, en kolay rotalar ilk seçenekleriniz olsun. Göreceksiniz ki siz yürüdükçe coğrafyanız, dünyanız, gücünüz genişleyecektir.
“Günün Kapıları” kitabımdaki şu dizelerle eyvallah deyip yürüyeyim:
Mülkten öte nedir ki hayatın sillesi
Ey ölümlü dünya? Sermayesi yol olana
Beklemek, yeni hasarlar demek
Ölümse ölüm! Bırak yürürken gelsin
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 11 Kasım 2022’de yayımlanmıştır.