17 Ağustos 1999 Marmara Depremi sırasında ne yaptığınızı tam olarak hatırlıyor musunuz? Yaşınız 35’in altındaysa ve depremle ilgili çok ağır bir süreç yaşamadıysanız, hayal meyal hatırlıyorsunuzdur.
O sıralar Türk Psikologlar Derneği İstanbul Şubesi Başkanı’ydım. Elektrikler kesilmişti. Depremin merkezinin İstanbul değil de Adapazarı’ndan Yalova’ya kadar uzanan bölge olduğunu bir amatör telsizciden öğrenmiştik. Deprem bölgesi nüfusu, onlarca yıl boyunca ‘iç göçle’ oluştuğu için tüm Anadolu haberleşmeye çalışıyordu oysa iletişim sistemi göçmüştü, basın kuruluşları da haber veremiyordu. Olayın vahameti ancak sabah anlaşılmaya başlandı.
Bu tip büyük ölçekli travmatik süreçlere psikolojik müdahaleyle ilgili bilgimiz sınırlıydı, deneyimimiz de doğal olarak yoktu fakat çok hızlı hareket etmek zorunda olduğumuzu da biliyorduk. Bu konuda hizmet verecek meslektaşlarımız için sonucu en süratli alacağımızı umduğumuz terapi yaklaşımının programını hızla oluşturduk. Kısa süren bu meslek içi eğitimin hemen ardından da sahaya çıkıp deprem bölgesinde 6 klinik ve Metro Market’in verdiği 500 bin marklık fonla da kalıcı bir merkez kurduk.1
Deprem gece 03.02’de olmuştu (Çalışmalarımız sırasında gecenin üçünden önce uyuyamayan epey sayıda insana rastladık), yarım dakika sürmüştü ve 30 saniyede yaklaşık 600 bin kişi evsiz kalmıştı. Fakat birkaç hafta içinde evsiz insan sayısı hızla 160 bine indi. Yabancı meslektaşlarıma “sizce evsiz kalanların sayısı nasıl bu kadar süratle azalabildi?” diye sorduğumda hiçbiri doğru tahminde bulunamadı. Oysa nedeni çok basitti; evsiz kalan insanların bırakın birinci derece yakınlarını, kuzenleri, uzak akrabaları, hatta neredeyse sadece tanıdıkları ve bildikleri kişiler, deprem bölgesine gelip, kurtulanları ve çoğu zaman ölülerini de memleketlerine götürdüler. Bu durum yalnızca kendiliğinden oluşan bir biçimde kurtulanlara güvenli bir barınma sağlama faaliyeti değildi, sonraki çalışmalarımız gösterdi ki aslında aynı zamanda bir felaket durumunda yapılabilecek en etkin ve yerinde psikolojik müdahalelerden de biriydi.
Travmatik süreçlerin aşılmasında aile bağlarının gücünü görebilmek, tersinden bakarsak da psikolojik ve psikiyatrik sorunların oluşmasında aile içinde yaşanan olumsuz olayların / travmatik süreçlerin rolünü anlamak için yaptığımız 20 Yıl Sonra: 1999 Marmara Depremi Araştırma Projesi’ni iki hafta önce bitirdik.
Tam da bu durumu yani travmatik süreçlerin aşılmasında aile bağlarının gücünü görebilmek, tersinden bakarsak da psikolojik ve psikiyatrik sorunların oluşmasında aile içinde yaşanan olumsuz olayların / travmatik süreçlerin rolünü anlamak için yaptığımız 20 Yıl Sonra: 1999 Marmara Depremi Araştırma Projesi’ni iki hafta önce bitirdik.
Bizi de bazı açılardan şaşırtan araştırma sonuçlarına girmeden önce yukarıda sözünü ettiğim yaklaşımın önemini vurgulayabilmek için kısaca arka planını anlatmak isterim.
Psikolojik sorunların kaynağı travma yaşanan aileler mi?
Ruh hastalıklarının oluşumuyla, çocuk-anne-baba ilişkisi arasında bir bağlantı olduğunu 20. yüzyılın başından beri Sigmund Freud sayesinde biliyoruz ve uzun süredir de onun geliştirdiği psikanaliz yöntemini bazı eksiklikleri olmasına rağmen kullanıyoruz. Aradan geçen zamanda çift ve aile terapisi gibi yöntemleri de geliştirdik.
Ancak yine de psikoterapiler insanlar “hastalandıktan sonra” soruna müdahale edebiliyor ve bu da özellikle gelişmekte olan ülkeler için pahalıya mal oluyor. Dolayısıyla bir süreden beri acaba koruyucu ve önleyici bir tıp ve ruh sağlığı yaklaşımı geliştirilebilir mi, diye sorguluyoruz. Fakat bu arada bebek, çocuk ve ergenlerin anne ve babalarıyla ilişkilerinde olumsuz yaşam olayları ve travmatik süreçlerin psikolojik sorunları nasıl kalıcı hale getirdiğini gösteren araştırmaların sayısı da artıyor.
Bu araştırmalardan biri de 1977’de yapılan ve ACE (Adverse Childhood Experiences: Olumsuz Çocukluk Olayları) olarak bilinen çalışma.2 Bu çalışmada, hastalara tipik bir Amerikan ailesinde görülebilecek 10 travmatik süreçten kaç tanesini yaşadıkları soruldu.
On süreç şunlardan oluşuyordu: Fiziksel istismar, cinsel istismar, duygusal ihmal, fiziksel ihmal, anne-baba tarafından şiddet uygulanması, aile içi kötü madde kullanımı, aile içi zihinsel hastalık, ebeveyn ayrılığı veya boşanma ve son olarak hapiste olma gibi otorite gözetiminde bulunan aile üyesinin varlığı.
Amaç, travmanın ‘dozu ile’ ortaya çıkan rahatsızlığın frekansı ve ağırlığı arasında bir nedensellik bağı olup olmadığına bakmaktı. Araştırmayla ilgili onlarca makale bulmak mümkün ama sonuçların önemini gösterebilmek için birkaç örnek vermek isterim.
Eğer bu on travmadan mesela beşi ailede varsa, o ailenin bireylerinin, bu travmaları yaşamamış bireylere oranla damar yoluyla edinilen madde bağımlılığı edinme riski %4600, aşırı alkol tüketme riski %500, obezite – diyabet hastası olma riski %201, sigara kullanma riski %250, kronik akciğer tıkanıklığı hastalığına yakalanma riski %399 daha fazla olarak tespit edilmişti.
Benzer bir biçimde bu travmaların beşten fazlasını yaşamış bireylerin kanser hastası olma riski de, bu travmaları yaşamamış bireylere göre %157, kalp hastası olma riski %285, felç geçirme riski ise %281 daha fazla.
Yani ailelerde yaşanan olumsuz yaşam olayları ve travmatik süreçler yalnızca ruh sağlığı değil, en ağır pek çok tıbbi hastalıkla da sıkı bir nedensellik ilişkisi içinde.
Bu nedensellik ilişkisinin ortaya koyduğu başka bir gerçek daha var: Artık tıbba ve ruh sağlığına yaklaşımda ciddi bir paradigma değişikliği şart.
Eğer bu on travmadan mesela beşi ailede varsa, o ailenin bireylerinin, bu travmaları yaşamamış bireylere oranla damar yoluyla edinilen madde bağımlılığı edinme riski %4600, aşırı alkol tüketme riski %500, obezite – diyabet hastası olma riski %201, sigara kullanma riski %250, kronik akciğer tıkanıklığı hastalığına yakalanma riski %399 daha fazla olarak tespit edilmişti.
Çok çarpıcı rakamları ortaya koyan çalışma aslında bir çözüm önerisine dair ipucunu da barındırıyor. Çocuklukta, ailede ruh sağlığı gelecekte toplum sağlığı için de önemli bir koşul olarak kabul edilmeli. Belli bir kaynağı veyahut burada söz ettiğimiz tıbbi hastalıkların teşhisi ve tedavisi için kullanılan kaynakların bir kısmını, olumsuz çocukluk olaylarını engellemek ya da etkilerini azaltmak için ayırsak, ileride bu tip tıbbi hastalıklara yakalanan bireylerin sayısını azaltabiliriz.
20 yılda ne değişti?
Marmara Depremi’nin üzerinden geçen 20 yıl içinde seminer, çalıştay, kongre gibi nedenlerle bölgeye gidip geldiğimizde gördüğümüz bir gerçek vardı: Deprem ruhlarda, bedenlerde hâlâ yaşanıyordu. Uyurken ışığı kapamamak, çocuklarıyla, torunlarıyla yatmak, kamyon geçince yerinden fırlamak, felaket filmlerini seyredememek, biraz deprem konuşunca ağlamaklı olmak sıklıkla duyduğumuz şikâyetler demeyeceğim, alışkanlıklardı.
Depremden 20 yıl sonra bile Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) tanısı konulan bireyler var. Elbette, bireylerin tek tek yaşadığı travmanın şiddeti ve dozu farklı; enkaz altında saatler boyu kalanlar da var, evi hiç hasar almamış olanlar da. Fakat yine de aklımızı kurcalayan dev bir soru işareti vardı: Depremi aşağı yukarı aynı şiddette yaşamış bireylerin bazıları travmayı neden çok ağır yaşıyor ve hatta atlatamıyorken, bazıları da nasıl sanki yolda yürürken düşmüş de kalkıp yoluna devam ediyormuş gibi yaşamını sürdürebiliyor?
Bu sorunun yanıtını bulabilmek için deprem bölgesini yaklaşık olarak kapsayan (Adapazarı hariç) ve 400 depremzedeyi içeren bir araştırma yaptık. Bir araştırma firmasının sponsorluğunda, Davranış Bilimleri Enstitüsü’nün uzmanlarınca tasarlanan çalışmayı 15 kişilik bir ekip gerçekleştirdi.
Ailede yaşanmış olumsuz olayların ve travmaların çeşitli ruh hastalıklarına ve tıbbi hastalıklara neden olduğu gerçeğini de göz önüne alarak şu sorunun yanıtını aradık; acaba benzer bir süreç afetler ve felaket durumlarında da geçerli mi? Yani ailede hayatı içindeki olumsuz olaylar ve travmalar, afetler sonrası çıkan travmaları atlatmada ya da atlatamamada da etkili mi?
Şaşırtmayan sonuç
Aslında sonuçların bir kısmı bizi şaşırtmadı; yakınların kaybı, maddi sıkıntı, deprem öncesi ruh sağlığı bozukluğu, deprem sonrası ve mevcut sağlık sorunları gibi değişken faktörler, çeşitli ölçülerde araştırmaya katılanların TSSB semptomlarını, travmayla baş etme kapasitelerini (dayanıklılık) ve mevcut ‘deprem korkularını’ etkiliyor.
Fakat bu değişken faktörlerin dışında, TSSB, dayanıklılık ve deprem korkularının ana belirleyici unsuru aynı: Ailede yaşanan olumsuz yaşam olaylarının ve travmatik süreçlerin dozu-şiddeti ve sürekliliği. Yani depreme, yolda düşmüş de, kalkıp yoluna devam ediyormuş gibi cevap verebilenler, ailelerinde olumsuz yaşam olayları olmayan ya da az sayıda ve kısa süreli yaşamış olanlar.
Sürpriz sonuçlar
Bu araştırmanın beklenmedik sonuçları da oldu. Bunlardan ilki, depremden hemen sonra psikolojik yardım aldığını söyleyenlerin TSSB semptomlarının, böyle bir yardımı almadığını beyan edenlere oranla, az bir farkla da olsa daha yüksek olması. Gerçi aradaki fark az ama yine de şaşırtıcı. Zira deneyimli terapistlerle yapılan müdahalelerin travmatik etkiyi aşmada olumlu katkısının yüksek düzeyde olduğunu yapılan kontrollü araştırmalardan biliyoruz.
Fakat öte yandan depremden hemen sonra alana giden terapistlerin önemli bir kısmının, bu tip travmalara müdahale ile ilgili bir günlük eğitimden sonra alana gittiği de bir gerçek. Profesyonellerin ne tür müdahalelerde bulunduklarını doğal olarak bilmiyoruz ama öyle anlaşılıyor ki, genelde ne yapılmışsa, en azından faydalı olamamış.
Bu araştırmanın beklenmedik sonuçları da oldu. Bunlardan ilki, depremden hemen sonra psikolojik yardım aldığını söyleyenlerin, böyle bir yardımı almadığını beyan edenlere oranla TSSB semptomlarının az bir farkla da olsa daha yüksek olması. Gerçi aradaki fark az ama yine de şaşırtıcı.
Biz bu araştırmada yakınların kaybının ne ölçüde travmanın kalıcılığına katkıda bulunduğunu da öğrenmek istemiştik. Beklediğimiz gibi böyle bir kayıp, travmanın kalıcılığında belirleyici bir faktör ama beklemediğimiz başka bir sonuca daha ulaştık; 2. ve 3. derecede yakınları ölenler, 1. derecede yakınlarını kaybedenlerden daha fazla TSSB semptomu gösteriyor. Bu çarpıcı veriyi ise, ölüm gibi kayıplarda insanın çevresinde başkalarına ihtiyaç duyması, anne – baba – eş – evlat gibi 1. derece yakınların kaybı halinde bile geniş ailenin etrafta olmasının travma semptomlarını azaltmasıyla açıklıyoruz.
Sürpriz olan ya da olmayan bütün sonuçları bir araya topladığımızda çıkardığımız genel kanaat şu; travmanın kalıcılığını önleyen temel faktör aile. Üstelik yalnızca çekirdek aileden de söz etmiyoruz, geniş aile de önemli özellikle de büyük afetler ya da travmalar sonrasında kurulan “yeni yaşama” uyum sürecine yeğenler, kuzenler, dayılar, halalar, uzak akrabalar da büyük katkı sağlıyor, bizi hayata yönlendiriyorlar.
Deprem, vb. travmaları atlatmanın yolu ne?
Aslında bu gibi araştırmaları yapmanın temel nedenlerinden biri de konuyla ilgili politika üretilmesine zemin hazırlamak, böylece koruyucu ve önleyici müdahalelerin zamanında ve gerektiği gibi yapılmasını sağlamaktır. Bu çerçevede anlatmaya çalıştığım araştırmamızdan çıkarılacak sonuçları da şöyle özetleyebilirim:
Felaketlere, her çeşit yakın tarihli travmatik sürece ve bunları yaşayan kişilerin ailelerine acil müdahale programlarını hızla geliştirmek ve yaygınlaştırmak gerekiyor. Zira büyük ölçekli ve yaygın travmalara yol açan olaylar gerçekleştikten sonra bir günde yapılan eğitimlerle alana çıkan profesyonellerin müdahaleleri yardımcı olmuyor ama zamanında etkin müdahale edilememesinin bedeli de toplum için ağır oluyor.
Fakat daha da önemlisi, ailede yaşanan olumsuz yaşam olaylarının ve travmatik süreçlerin pek çok psikolojik ve psikiyatrik soruna yol açtığı artık net olarak araştırmalarla gösteriliyor. Demek ki ruh sağlığı ve tıbbi hastalıklarla ilgili olarak devletin (Sağlık, Aile ve Milli Eğitim Bakanlıkları) ve ruh sağlığı ile ilgili meslek örgütlerinin yeni ve farklı politikalar geliştirmekte gecikmemesi gerekiyor.
Twitter’dan takip edin: @EmreKonuk4346
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 17 Ağustos 2019’da yayımlanmıştır.