Ölüme yaklaşan hasta ne hisseder, ne yaşar, ne ister?

Ölümcül hastalık haberi hastaya nasıl verilmeli? Haberi alan hasta hangi matem süreçlerinden geçer, hangi duygularla başa çıkmaya çalışır? Hasta yakınları ve sağlık ekipleri hastaya nasıl destek olabilir? Prof. Dr. Erol Göka yazdı.

Son yıllarda tıp alanında önemli gelişmeler yaşanmasına rağmen hâlâ bazı hastalıklar ölümcül olmaya devam ediyor. Tıbbi teknolojilerde ne kadar ileri gidersek gidelim (tabii ki gidelim), insan ömrü ne kadar uzarsa uzasın (tabii ki uzasın), ölüm en nihai gerçek olma konumunu sürdürüyor, sürdürecek. Ölümcül hastalıklar, psikolojik ve fizyolojik olarak, hem hasta ve ailesi hem de sağlık ekibi açısından zorlayıcı durumlar.

Günümüzde yaşamın son döneminde bulunan hastalara sunulan sağlık hizmetinin “düşmanla savaşma” mantığı ile yapılandırılması nedeniyle ölümcül hastalıkların kabullenilmesinde güçlükler yaşanıyor, biraz da bu nedenle ölüm süreci herkes için daha acı verici oluyor. Bu gerçek artık fark edilmeye başlandığı için son dönem hastalarına nasıl bir tıbbi hizmet ve bakım hizmeti sunulması gerektiği, tüm dünyanın dikkatini çevirdiği bir konu hâline geliyor.

Modern zamanların ölüm anlayışından, ölümü kaçılması, saklanılması gereken bir olguymuş gibi gören bakıştan modern tıp da ziyadesiyle etkileniyor. Araştırmalar, sağlık çalışanlarının, özellikle hekimlerin ölüme karşı en çok inkâr tutumu gösterenler arasında bulunduklarını ortaya koyuyor.

Ölümcül hastalık haberi hastaya nasıl verilmeli?

Sağlık personeli ve hekimler, incitmek ve tedirgin etmek kaygısıyla ölmekte olan hastalarla konuşmaktan çoğu kez kaçınıyor, kanser gibi hastalıkları hastalara söylememe yoluna gidiyorlar. Diğer tıp dallarında çalışan hekimlerin, bu tür hastalık haberlerini vermek için psikiyatri hekimlerinden yardım istedikleri bile oluyor.

Oysa bunlar, hekimlik mesleğinin uygulamasında sıkça karşılaşılan ve bu mesleği icra eden herkesin bilmesi gereken hususlar. Ama ölüm ve hayat konusunda belli bir kavrayışı olmayan, ölüm bilinci geliştirmemiş insanların sağlık personeli, hatta hekim olsalar bile doğru tutumu hayata geçirmelerinde zorluklar olacağı açık.

Aslında ölümle veya ölümcül bir hastalıkla karşılaşıldığında ne yapılması gerektiği belli: Gerçeği uygun bir dille ve o kültüre en uygun üslupla anlatmak, açıklamak; mesleki ve insani tavrı birleştirebilmek… Doğru tutum, hastalık tanısını ve tedavi amacıyla yapılacakları, izleme sürecini sağlık durumu elveriyorsa hastaya ve/veya hastanın izin verdiği birinci dereceden yakınına söylemek, her aşamada hastanın rızasını alarak takip ve tedaviyi sürdürmektir. Ancak bu, gerçekçi olmak adına insancıl olmaktan vazgeçmek demek değildir.

Kötü haberin nasıl verileceği, hangi ortamda kimlerin yanında hastaya duyurulması gerektiği hakkında bir eğitim alınması, kaş yapayım derken göz çıkarılmaması şarttır. Yine doğru tutum, sözüm ona gerçekçi ve ilkeli olmak adına, insanların canını yakmak, mücadele azimlerini kırmak anlamına da gelmiyor. Hastalık tanısı hakkında en gerçek bilgiyi almak hastanın en doğal hakkı, ama bunun en insani koşullarda nasıl söylenmesi gerektiğini, kötü haberin ardından insanlarda ne tür tepkiler gelişeceğini ve matem sürecinin nasıl yol alacağını bilmek de hekimin görevi.

Sağlık personelinin yaşadığı güçlükler, ölümcül hastalıkların hastaya söylenmesinin nasıl olması gerektiğiyle ilgili değerlendirmeler bir yana, nasıl hepimiz ölüyorsak hepimizin ölümcül bir hastalığa yakalanma ihtimali de var; kimse hastalıkların tümüne bağışık ve ölümden muaf değil. Bu nedenle biz ya da bir yakınımız ölümcül bir hastalığa yakalandığında neler yaşanacağını ve ne yapılması gerektiğini bilmek hepimiz için işe yarar.

“Son” yani “terminal” dönemdeki hasta, yaşamının son günlerini yaşayan, ölmek üzere olan hasta anlamına gelir. Bu durumdaki hastaların yaşadıkları en önemli ruhsal sıkıntılar, başkalarına yük olmak, ölürken fiziksel ve zihinsel yeteneklerinin kaybolacağı düşüncesi, ölümün ağrılı ve zor geleceği şeklinde bir beklenti yaşamak ve önemli yaşam hedeflerini başaramadan erken ölme korkusu olabilir.

Sonraki yazılarda bir yakınımızı kaybettiğimizde yaşadığımız matem sürecini ayrıntılı biçimde ele almayı düşünüyorum. Bu sürecin benzerini sağlığını büyük ölçüde kaybetmiş ve ölüme yaklaşmış bu insanlar da yaşarlar. Kısaca bakalım.

Matem sürecinin birinci evresi: İnkar ve yalıtma dönemi

Matem sürecinin birinci evresi olan “inkâr ve yalıtma” döneminde, ölümcül hastalığa yakalandığını öğrenen kişi öleceğine inanmaz ve bir yanlışlık olduğunu ümit eder. Zihinsel olarak yaşananları fark etse de genellikle duygusal olarak reddeden bir konumdadır. İnsan, ölüme yakın olduğu haberini aldığında bunu kabullenemez, “Hayır, bir karışıklık olmalı,” diye inkâr ederek tepki verir. Doktor doktor dolaşarak tahlilleri, tetkikleri yinelemeye çalışır. Terleme veya bulantı gibi fiziksel belirtiler gösterebilir. Şok edici habere inkâr şeklinde verilen bu tepkiler, aslında tampon görevini üstlenir; hastanın kendini toparlanmasına, zamanla diğer savunma düzeneklerinin harekete geçmesine imkân sağlar.

Bu aşama genellikle kısa sürer ve yerini kısmi kabule bırakır ama bazı kişilerde istisnai olarak çok uzayabilir, tedavi edilmesi gereken bir hastalık hâlini alabilir.

Bazı kişiler ise yadsımadan ziyade yalıtma tepkisi verebilir, bazen hiçbir şey yokmuş, hatta hastalığı tamamen kabul etmiş ama umursamıyormuş gibi davranabilirler. Aynı günde değişik zamanlarda kendi sağlığından, hastalığından, ölüme yaklaşmış olduğundan ve hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığından bahsedebilir. Bir bakarsınız her şeye hazırdır, bir bakarsınız hiçbir şeyi taşıyamayacak kadar bırakmış durumda.

Bu dönemde hastanın sosyal desteklerinin arttırılması, tedavi süreci hakkında bilgilendirilmesi, inkâr davranışına karşı anlayışlı bir tavır takınılması, haklı bulunması ve ona zaman tanınması gerekir. Gerçekleri açıklayan ama aynı zamanda hastanın tepkilerini de kabul eden, anlayışla karşılayan bir tutum, hastanın başına geleni anlaması ve bir an önce mücadele ruhuna kavuşabilmesi için çok önemlidir.

İkinci aşama: Kızgınlık – öfke evresi

İkinci aşamada “kızgınlık-öfke evresi” gelir. Hasta daha yapacak çok şey varken ölmeyi haksızlık olarak görür, sürekli “Neden ben?” diye sorup durur, kafası hep bu soruyla meşguldür. Şu duyguya kapılabilir: “Neden ben? Böyle bir sonu benden çok hak edenler var! Etrafta öyle kötü insanlar var ki neden benim yerime onlar ölmüyorlar?” Ölümün kişinin hayatını yıkma ihtimali bir gerçeklik olarak karşısında belirdiğinde öfke, kıskançlık, gücenme ve acı duyguları ortaya çıkar.

Bazen hastalığın bir ceza olarak verildiği düşüncesiyle öfkesini kendine yöneltir, “Çünkü ben bu hastalığı hak ettim” diye düşünmeye başlar. Hayatı kontrol ettiğini düşündüğü tüm güçlere (Tanrı, devlet, patron vs.) karşı şiddetli bir öfke içinde olabilir. Hem hasta, hem yakınları hem de bakım verenler açısından yoğun bir öfkenin görüldüğü bu aşamayla baş etmek, inkâr aşamasına göre çok daha zordur. Hastanın öfkesi çevresine de yönelebilir; ailesine, hekimlere, hemşirelere sürekli sitemkâr sözler söyleyebilir.

Bu evrede yaşanan öfke, çok iyi ele alınmak ve çözümlenmek zorundadır. Aksi hâlde sonradan kişinin ayrıca depresyona girmesine neden olur ki, depresyon, en az ölümcül hastalığın kendisi kadar yıkım yapan ve tedaviyi zorlaştıran bir rahatsızlıktır. Bu dönemde hastanın kendi yaşamını daha fazla denetleme çabası anlayışla karşılanmalı, öfkesine öfkeyle karşılık verilmemeli, öfkelenmesine neden olan durumlarla ilgilenilmeli, anlaşıldığı belli edilmelidir.

Matem yaşayan insanın öfkesi karşısında metaneti korumada bize en büyük yardımcı, bu hâlin geçici olduğunu bilmemizdir. En şiddetli dalgalanmalardan sonra bile durulmamış hiçbir denizin olmaması gibi, en şiddetli öfkeden sonra yatışmamış, sakinleşmemiş kimse yoktur. Acı haberi aldıktan sonra matem sürecine giren ve öfke yaşayan kişiye metanet ve anlayışla davranılabilirse, sağlık personeli ve yakınları bu tutumu gösterebilirse, matem süreci boyunca herkese çok gerekli olacak güven ortamı sağlanabilir. Hastanın hem kendisine hem de yakınlarına ve sağlık personeline güveni güçlendirilebilir.

Üçüncü evre: Pazarlık etme

Üçüncü evre “pazarlık etme”dir. Bu aşamada insan, bir tür uzlaşma yapmaya, kaçınılmaz sonu hiç değilse biraz olsun ertelemeye çalışır. Bunun için, Tanrı’yla ya da başka büyük bir güçle sağlıklı ya da uzun bir hayat için anlaşma yapma girişiminde bulunur.

Bu pazarlığın başlangıcında hasta, çok zayıf konumda olduğundan isteklerinde çok ısrarcı değildir, giderek geri adım atar, hatta “Hiç değilse biraz olsun” diyecek kadar geri gidebilir. Bu aşamada verilen tepkiler, istekleri büyükleri tarafından kabul edilmeyen çocuğun gösterdiği tutumlara benzer. Eğer bir taviz koparabilirse, bunu diğerleri izler. Bazen de çaresizlik ve umutsuzluk duygularına karşı çocukça bir güçlülük duygusu içine girebilir. Bu çocuksu güçlülük hissi sayesinde, kaybettiklerini geri getirebileceği ya da gerçeği değiştirebileceği duygusuna kapılabilir.

Bu aşamadaki temel düşünce, “Evet, başıma gelenleri kabul edeceğim ama bazı şartlarım olacak!” şeklindedir. Eğer hastalığı şifa bulursa şuralara şu tür yardımlar yapacak, gerekirse kendisini Yaratıcı’ya adayacaktır. Psikolojik olarak bu türden pazarlık ifadeleri aslında basit bir suçluluk duygusundan bile kaynaklanıyor olabilir.

Sonuç olarak bu aşama, insanın başına gelen ağır bir durumu kabul edebilmesi için atılmış önemli bir adımdır. Kim ne derse desin, artık durum kabul edilmeye ve yeni hayatın koşulları gözden geçirilmeye başlanmıştır.

Eğer hastayı tedavi edenler ve yakınları, bu zorlu ama bir bakıma da zorunlu üç aşamaya katlanabilir, hastanın sorularına uygun cevaplar verip onu anlamaya çalışırlarsa, kabullenme çok daha kolay gerçekleşecek, gereksiz tartışmalarla, duygu ve enerji harcamalarıyla vakit kaybedilmeyecektir.

Dördüncü evre: Derin kayıp duygusu ve depresyon

Matem sürecinin dördüncü evresinde depresyon belirtileri görüldüğü için bu evre “depresyon” diye anılır ama elbette burada kastedilen hastalık olarak depresyon değildir. Bireyin fiziksel durumu kötüleştikçe, hastalığın ciddiyetini inkâr etme, öfke ve pazarlık anlamsız hâle gelir; derin kayıp duygusu ve depresyon ortaya çıkmaya başlar.

Depresif belirtilerin nedenleri arasında hastalığın aileye ve bireye getirdiği maddi zorlukların yaşattığı suçluluk duygusu, hastalığın yaptığı yıkım nedeniyle önceki işlevselliğin yitirilmesi ve yaklaşan ölümün farkına varılması bulunur.

Kişi, sonunda kaybı tam olarak fark ve kabul ettiğinde sukûnet, geri çekilme ve melankoli yaşamaya başlayabilir. Ne olduğunu bilmekte, hastalığın kendisinde yaptığı yıkımı görmekte, artık eskisi gibi olmadığını ve ölüme doğru gittiğini anlamaktadır. Öfke ve hiddetin, bitmek bilmeyen pazarlık girişimlerinin yerini derin bir yokluk hissi almıştır. Ortaya çıkan tam bir depresyon tablosudur. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi, matem sürecinin depresyon aşamasında görülen tabloyu, bir hastalık olarak depresyondan ayırt etmek gerekir. Hastalık olarak depresyonda insanın kendisini suçlama eğiliminin fazla olması ve özsaygısının azalması ayırıcı tanıda işe yarayabilir. Yine de matemle depresyonu ayırt etmek bazen imkânsızdır.

Matem sırasında depresyonu andıran belirtiler uzun sürdüğünde, yerleştiğinde ve insanın işine gücüne, toplumsal yaşamını sürdürmesine engel olacak kadar şiddetli olduğunda tedavi gerekebilir. Ama çoğu kimsenin mateminde bu depresyon benzeri yaşantılar kısa sürer; yakınlarının matem yaşayan kişiye sevgi ve şefkatle yaklaşmaları, saçını okşamak, elini tutmak, onunla oturup vakit geçirmek gibi acısını paylaştıklarını gösteren bir yaklaşım içinde olmaları, tez zamanda toparlanmasını sağlayabilir.

Bu dönemde hastanın duygularını ifade etmesine imkân verilmeli, hasta etkili bir şekilde, yani can kulağıyla dinlenerek desteklenmelidir. Hastanın kendisini suçlamasının önüne geçen bir danışmanlık hizmeti de elzemdir. İzin verici ve destekleyici tutum, “kabullenme” evresine geçişi hızlandıracaktır.

Matem sürecinde son evre: Kabullenme

Matem sürecinde son evre “kabullenme”dir. Önceki dört evre atlatılabilmişse, araya ölüm veya başka bir olumsuz yaşantı girmemişse hasta mevcut durumu kabul etmeye, kendisini kaçınılmaz ölüme ve ölüm sonrası hayata hazırlamaya başlar. Gerçeği kabullendikçe, bir yandan yakınlarıyla, yaşadığı dünya hayatıyla vedalaşırken bir yandan da yeni bir dünyaya “hoş bulduk” der gibi olur.

Başına gelenleri anlayıp durumunu kabullendikçe daha gerçekçi davranmaya, yarım kalan işlerini düzene sokmaya, yakınlarına ölümünden sonra ne yapacaklarını anlatmaya başlar.

Dünya hayatından, sevdiklerinden ayrılacağını bildiği için hüzünlüdür. Yorgun ve hâlsizdir, sık sık uyku ihtiyacı duyar. Çoğu zaman yaklaşan sonunu düşünür, duygusal bir vakum yaşar gibidir. Artık ölmeye hazır olduğundan, dışarıdan yapılacak müdahaleleri kendisini huzur içinde ölmekten alıkoyacağı düşüncesiyle engellemek isteyebilir. Ama bu tamamen hazır oluş ve kabullenme hâli bile, kendisini kurtaracak yeni bir keşif için umutlanmasına, bir mucize beklemesine engel değildir.

Artık matem sürecinin sonuna gelen hastanın, kendisini bırakmasının önüne geçilmesi, tedavi programlarına mümkün olduğunca katılmasının sağlanması için cesaretlendirilmesi gerekir. Kabullenme ve kaderine rıza göstermenin asla şartlara boyun eğmek, mücadeleden vazgeçmek anlamına gelmediğini hem hasta, hem bakım verenler hem de hasta yakınları anlamalı, içlerine sindirmelidir. Umut, tüm ömrümüz boyunca hepimize, her zaman lazımdır; umut kapısı hiç kapanmamalı, umut ışığı asla söndürülmemelidir.

Hem ölümcül hastalığı olan insanlar ve yakınları hem de onlarla çalışan tedavi ekibi ve bakım verenler, gerçekten çok zor durumdadır. Hastalar, tedavi ve bakım ekipleri, hasta yakınları, bu zorluğu bilerek birbirlerine karşı davranışlarını ayarlarlarsa aralarındaki muhtemel çatışma kaynaklarına karşı da bir önlem geliştirme şansı yakalayabilirler. Bu sayede herkes, dikkatini daha çok hastanın umudunu ve yaşam kalitesini artırmaya, ruhsal acısını azaltmaya sevk edebilir.

“İyi bir ölüm” için ne gerekli?

Son dönem hastalarının ve yakınlarının “iyi bir ölüm” için en çok talep ettikleri hususların neler olduğunu araştırmalar ortaya koyuyor. Şimdi sıralayacağımız araştırma sonuçları, gerçekten de ölümcül hastalara karşı davranışlarımızı ayarlarken hepimize yol gösterici nitelikte.

Ölümcül hastalar ve yakınları, öncelikle ağrının, acının ve belirtilerin etkin bir biçimde tedavi edilmesini, hiç değilse yatıştırılmasını istiyorlar. Tedavi ekibinin her kararının kendilerine açıkça bildirildikten sonra uygulanmasından yanalar. Yararsız tedavilerle ölüm sürecinin uzatılmamasını, hastaya gereksiz acı çektirilmemesini, sahte umut yaşatılmamasını diliyorlar.

Ölüm için hazırlanabilmeyi, vedalaşabilmeyi, yakınlarıyla zaman geçirebilmeyi talep ediyorlar. Geçip giden hayatlarının muhasebesini yapabilmeyi, yaşamı gözden geçirebilmeyi istiyorlar.

Her türlü tıbbi uygulama ve girişimde kişilik bütünlüklerine saygı gösterilmesini bekliyorlar. Ölümcül hastalar, insan olmanın erdemlerini de hep muhafaza ediyorlar, diğer insanlara (hediyeler, zaman ya da bilgi paylaşımı) katkıda bulunabilmeyi arzuluyorlar.

Son söz olarak, Fransız psikanalist Françoise Dolto’nun ölümcül hastalarla iletişime bakışıyla bitirmemize izin verin. Dolto, yaşam var olduğu sürece, insanın başkalarıyla, diğer insanlarla, canlı, cansız her şeyle iletişim umudunun olduğuna inananlardandır. Ayrıca ölülerle iletişimimizin de psikolojik bakımdan sürdüğüne inanır. Hayattayken birbiriyle iyi iletişim kurabilen iki kişiden biri ölse bile hayatta kalanın bir şekilde onunla iletişim kurmaya devam ettiğini iddia eder ve şöyle der: “Geride kalan kişi sevdiği varlığın son günlerinde ona iyi davranmışsa bu iletişim devam etmekle kalmaz aynı zamanda yaşayan kişiye hayata bağlanma gücü verir.”

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 18 Aralık 2025’te yayımlanmıştır.

Erol Göka
Erol Göka
Prof. Dr. Erol Göka - Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi'nde "Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu" olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, "Hayatın Anlamı Var Mı?", “Yalnızlık ve Umut” ve "Kalpten" psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Ölüme yaklaşan hasta ne hisseder, ne yaşar, ne ister?

Ölümcül hastalık haberi hastaya nasıl verilmeli? Haberi alan hasta hangi matem süreçlerinden geçer, hangi duygularla başa çıkmaya çalışır? Hasta yakınları ve sağlık ekipleri hastaya nasıl destek olabilir? Prof. Dr. Erol Göka yazdı.

Son yıllarda tıp alanında önemli gelişmeler yaşanmasına rağmen hâlâ bazı hastalıklar ölümcül olmaya devam ediyor. Tıbbi teknolojilerde ne kadar ileri gidersek gidelim (tabii ki gidelim), insan ömrü ne kadar uzarsa uzasın (tabii ki uzasın), ölüm en nihai gerçek olma konumunu sürdürüyor, sürdürecek. Ölümcül hastalıklar, psikolojik ve fizyolojik olarak, hem hasta ve ailesi hem de sağlık ekibi açısından zorlayıcı durumlar.

Günümüzde yaşamın son döneminde bulunan hastalara sunulan sağlık hizmetinin “düşmanla savaşma” mantığı ile yapılandırılması nedeniyle ölümcül hastalıkların kabullenilmesinde güçlükler yaşanıyor, biraz da bu nedenle ölüm süreci herkes için daha acı verici oluyor. Bu gerçek artık fark edilmeye başlandığı için son dönem hastalarına nasıl bir tıbbi hizmet ve bakım hizmeti sunulması gerektiği, tüm dünyanın dikkatini çevirdiği bir konu hâline geliyor.

Modern zamanların ölüm anlayışından, ölümü kaçılması, saklanılması gereken bir olguymuş gibi gören bakıştan modern tıp da ziyadesiyle etkileniyor. Araştırmalar, sağlık çalışanlarının, özellikle hekimlerin ölüme karşı en çok inkâr tutumu gösterenler arasında bulunduklarını ortaya koyuyor.

Ölümcül hastalık haberi hastaya nasıl verilmeli?

Sağlık personeli ve hekimler, incitmek ve tedirgin etmek kaygısıyla ölmekte olan hastalarla konuşmaktan çoğu kez kaçınıyor, kanser gibi hastalıkları hastalara söylememe yoluna gidiyorlar. Diğer tıp dallarında çalışan hekimlerin, bu tür hastalık haberlerini vermek için psikiyatri hekimlerinden yardım istedikleri bile oluyor.

Oysa bunlar, hekimlik mesleğinin uygulamasında sıkça karşılaşılan ve bu mesleği icra eden herkesin bilmesi gereken hususlar. Ama ölüm ve hayat konusunda belli bir kavrayışı olmayan, ölüm bilinci geliştirmemiş insanların sağlık personeli, hatta hekim olsalar bile doğru tutumu hayata geçirmelerinde zorluklar olacağı açık.

Aslında ölümle veya ölümcül bir hastalıkla karşılaşıldığında ne yapılması gerektiği belli: Gerçeği uygun bir dille ve o kültüre en uygun üslupla anlatmak, açıklamak; mesleki ve insani tavrı birleştirebilmek… Doğru tutum, hastalık tanısını ve tedavi amacıyla yapılacakları, izleme sürecini sağlık durumu elveriyorsa hastaya ve/veya hastanın izin verdiği birinci dereceden yakınına söylemek, her aşamada hastanın rızasını alarak takip ve tedaviyi sürdürmektir. Ancak bu, gerçekçi olmak adına insancıl olmaktan vazgeçmek demek değildir.

Kötü haberin nasıl verileceği, hangi ortamda kimlerin yanında hastaya duyurulması gerektiği hakkında bir eğitim alınması, kaş yapayım derken göz çıkarılmaması şarttır. Yine doğru tutum, sözüm ona gerçekçi ve ilkeli olmak adına, insanların canını yakmak, mücadele azimlerini kırmak anlamına da gelmiyor. Hastalık tanısı hakkında en gerçek bilgiyi almak hastanın en doğal hakkı, ama bunun en insani koşullarda nasıl söylenmesi gerektiğini, kötü haberin ardından insanlarda ne tür tepkiler gelişeceğini ve matem sürecinin nasıl yol alacağını bilmek de hekimin görevi.

Sağlık personelinin yaşadığı güçlükler, ölümcül hastalıkların hastaya söylenmesinin nasıl olması gerektiğiyle ilgili değerlendirmeler bir yana, nasıl hepimiz ölüyorsak hepimizin ölümcül bir hastalığa yakalanma ihtimali de var; kimse hastalıkların tümüne bağışık ve ölümden muaf değil. Bu nedenle biz ya da bir yakınımız ölümcül bir hastalığa yakalandığında neler yaşanacağını ve ne yapılması gerektiğini bilmek hepimiz için işe yarar.

“Son” yani “terminal” dönemdeki hasta, yaşamının son günlerini yaşayan, ölmek üzere olan hasta anlamına gelir. Bu durumdaki hastaların yaşadıkları en önemli ruhsal sıkıntılar, başkalarına yük olmak, ölürken fiziksel ve zihinsel yeteneklerinin kaybolacağı düşüncesi, ölümün ağrılı ve zor geleceği şeklinde bir beklenti yaşamak ve önemli yaşam hedeflerini başaramadan erken ölme korkusu olabilir.

Sonraki yazılarda bir yakınımızı kaybettiğimizde yaşadığımız matem sürecini ayrıntılı biçimde ele almayı düşünüyorum. Bu sürecin benzerini sağlığını büyük ölçüde kaybetmiş ve ölüme yaklaşmış bu insanlar da yaşarlar. Kısaca bakalım.

Matem sürecinin birinci evresi: İnkar ve yalıtma dönemi

Matem sürecinin birinci evresi olan “inkâr ve yalıtma” döneminde, ölümcül hastalığa yakalandığını öğrenen kişi öleceğine inanmaz ve bir yanlışlık olduğunu ümit eder. Zihinsel olarak yaşananları fark etse de genellikle duygusal olarak reddeden bir konumdadır. İnsan, ölüme yakın olduğu haberini aldığında bunu kabullenemez, “Hayır, bir karışıklık olmalı,” diye inkâr ederek tepki verir. Doktor doktor dolaşarak tahlilleri, tetkikleri yinelemeye çalışır. Terleme veya bulantı gibi fiziksel belirtiler gösterebilir. Şok edici habere inkâr şeklinde verilen bu tepkiler, aslında tampon görevini üstlenir; hastanın kendini toparlanmasına, zamanla diğer savunma düzeneklerinin harekete geçmesine imkân sağlar.

Bu aşama genellikle kısa sürer ve yerini kısmi kabule bırakır ama bazı kişilerde istisnai olarak çok uzayabilir, tedavi edilmesi gereken bir hastalık hâlini alabilir.

Bazı kişiler ise yadsımadan ziyade yalıtma tepkisi verebilir, bazen hiçbir şey yokmuş, hatta hastalığı tamamen kabul etmiş ama umursamıyormuş gibi davranabilirler. Aynı günde değişik zamanlarda kendi sağlığından, hastalığından, ölüme yaklaşmış olduğundan ve hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığından bahsedebilir. Bir bakarsınız her şeye hazırdır, bir bakarsınız hiçbir şeyi taşıyamayacak kadar bırakmış durumda.

Bu dönemde hastanın sosyal desteklerinin arttırılması, tedavi süreci hakkında bilgilendirilmesi, inkâr davranışına karşı anlayışlı bir tavır takınılması, haklı bulunması ve ona zaman tanınması gerekir. Gerçekleri açıklayan ama aynı zamanda hastanın tepkilerini de kabul eden, anlayışla karşılayan bir tutum, hastanın başına geleni anlaması ve bir an önce mücadele ruhuna kavuşabilmesi için çok önemlidir.

İkinci aşama: Kızgınlık – öfke evresi

İkinci aşamada “kızgınlık-öfke evresi” gelir. Hasta daha yapacak çok şey varken ölmeyi haksızlık olarak görür, sürekli “Neden ben?” diye sorup durur, kafası hep bu soruyla meşguldür. Şu duyguya kapılabilir: “Neden ben? Böyle bir sonu benden çok hak edenler var! Etrafta öyle kötü insanlar var ki neden benim yerime onlar ölmüyorlar?” Ölümün kişinin hayatını yıkma ihtimali bir gerçeklik olarak karşısında belirdiğinde öfke, kıskançlık, gücenme ve acı duyguları ortaya çıkar.

Bazen hastalığın bir ceza olarak verildiği düşüncesiyle öfkesini kendine yöneltir, “Çünkü ben bu hastalığı hak ettim” diye düşünmeye başlar. Hayatı kontrol ettiğini düşündüğü tüm güçlere (Tanrı, devlet, patron vs.) karşı şiddetli bir öfke içinde olabilir. Hem hasta, hem yakınları hem de bakım verenler açısından yoğun bir öfkenin görüldüğü bu aşamayla baş etmek, inkâr aşamasına göre çok daha zordur. Hastanın öfkesi çevresine de yönelebilir; ailesine, hekimlere, hemşirelere sürekli sitemkâr sözler söyleyebilir.

Bu evrede yaşanan öfke, çok iyi ele alınmak ve çözümlenmek zorundadır. Aksi hâlde sonradan kişinin ayrıca depresyona girmesine neden olur ki, depresyon, en az ölümcül hastalığın kendisi kadar yıkım yapan ve tedaviyi zorlaştıran bir rahatsızlıktır. Bu dönemde hastanın kendi yaşamını daha fazla denetleme çabası anlayışla karşılanmalı, öfkesine öfkeyle karşılık verilmemeli, öfkelenmesine neden olan durumlarla ilgilenilmeli, anlaşıldığı belli edilmelidir.

Matem yaşayan insanın öfkesi karşısında metaneti korumada bize en büyük yardımcı, bu hâlin geçici olduğunu bilmemizdir. En şiddetli dalgalanmalardan sonra bile durulmamış hiçbir denizin olmaması gibi, en şiddetli öfkeden sonra yatışmamış, sakinleşmemiş kimse yoktur. Acı haberi aldıktan sonra matem sürecine giren ve öfke yaşayan kişiye metanet ve anlayışla davranılabilirse, sağlık personeli ve yakınları bu tutumu gösterebilirse, matem süreci boyunca herkese çok gerekli olacak güven ortamı sağlanabilir. Hastanın hem kendisine hem de yakınlarına ve sağlık personeline güveni güçlendirilebilir.

Üçüncü evre: Pazarlık etme

Üçüncü evre “pazarlık etme”dir. Bu aşamada insan, bir tür uzlaşma yapmaya, kaçınılmaz sonu hiç değilse biraz olsun ertelemeye çalışır. Bunun için, Tanrı’yla ya da başka büyük bir güçle sağlıklı ya da uzun bir hayat için anlaşma yapma girişiminde bulunur.

Bu pazarlığın başlangıcında hasta, çok zayıf konumda olduğundan isteklerinde çok ısrarcı değildir, giderek geri adım atar, hatta “Hiç değilse biraz olsun” diyecek kadar geri gidebilir. Bu aşamada verilen tepkiler, istekleri büyükleri tarafından kabul edilmeyen çocuğun gösterdiği tutumlara benzer. Eğer bir taviz koparabilirse, bunu diğerleri izler. Bazen de çaresizlik ve umutsuzluk duygularına karşı çocukça bir güçlülük duygusu içine girebilir. Bu çocuksu güçlülük hissi sayesinde, kaybettiklerini geri getirebileceği ya da gerçeği değiştirebileceği duygusuna kapılabilir.

Bu aşamadaki temel düşünce, “Evet, başıma gelenleri kabul edeceğim ama bazı şartlarım olacak!” şeklindedir. Eğer hastalığı şifa bulursa şuralara şu tür yardımlar yapacak, gerekirse kendisini Yaratıcı’ya adayacaktır. Psikolojik olarak bu türden pazarlık ifadeleri aslında basit bir suçluluk duygusundan bile kaynaklanıyor olabilir.

Sonuç olarak bu aşama, insanın başına gelen ağır bir durumu kabul edebilmesi için atılmış önemli bir adımdır. Kim ne derse desin, artık durum kabul edilmeye ve yeni hayatın koşulları gözden geçirilmeye başlanmıştır.

Eğer hastayı tedavi edenler ve yakınları, bu zorlu ama bir bakıma da zorunlu üç aşamaya katlanabilir, hastanın sorularına uygun cevaplar verip onu anlamaya çalışırlarsa, kabullenme çok daha kolay gerçekleşecek, gereksiz tartışmalarla, duygu ve enerji harcamalarıyla vakit kaybedilmeyecektir.

Dördüncü evre: Derin kayıp duygusu ve depresyon

Matem sürecinin dördüncü evresinde depresyon belirtileri görüldüğü için bu evre “depresyon” diye anılır ama elbette burada kastedilen hastalık olarak depresyon değildir. Bireyin fiziksel durumu kötüleştikçe, hastalığın ciddiyetini inkâr etme, öfke ve pazarlık anlamsız hâle gelir; derin kayıp duygusu ve depresyon ortaya çıkmaya başlar.

Depresif belirtilerin nedenleri arasında hastalığın aileye ve bireye getirdiği maddi zorlukların yaşattığı suçluluk duygusu, hastalığın yaptığı yıkım nedeniyle önceki işlevselliğin yitirilmesi ve yaklaşan ölümün farkına varılması bulunur.

Kişi, sonunda kaybı tam olarak fark ve kabul ettiğinde sukûnet, geri çekilme ve melankoli yaşamaya başlayabilir. Ne olduğunu bilmekte, hastalığın kendisinde yaptığı yıkımı görmekte, artık eskisi gibi olmadığını ve ölüme doğru gittiğini anlamaktadır. Öfke ve hiddetin, bitmek bilmeyen pazarlık girişimlerinin yerini derin bir yokluk hissi almıştır. Ortaya çıkan tam bir depresyon tablosudur. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi, matem sürecinin depresyon aşamasında görülen tabloyu, bir hastalık olarak depresyondan ayırt etmek gerekir. Hastalık olarak depresyonda insanın kendisini suçlama eğiliminin fazla olması ve özsaygısının azalması ayırıcı tanıda işe yarayabilir. Yine de matemle depresyonu ayırt etmek bazen imkânsızdır.

Matem sırasında depresyonu andıran belirtiler uzun sürdüğünde, yerleştiğinde ve insanın işine gücüne, toplumsal yaşamını sürdürmesine engel olacak kadar şiddetli olduğunda tedavi gerekebilir. Ama çoğu kimsenin mateminde bu depresyon benzeri yaşantılar kısa sürer; yakınlarının matem yaşayan kişiye sevgi ve şefkatle yaklaşmaları, saçını okşamak, elini tutmak, onunla oturup vakit geçirmek gibi acısını paylaştıklarını gösteren bir yaklaşım içinde olmaları, tez zamanda toparlanmasını sağlayabilir.

Bu dönemde hastanın duygularını ifade etmesine imkân verilmeli, hasta etkili bir şekilde, yani can kulağıyla dinlenerek desteklenmelidir. Hastanın kendisini suçlamasının önüne geçen bir danışmanlık hizmeti de elzemdir. İzin verici ve destekleyici tutum, “kabullenme” evresine geçişi hızlandıracaktır.

Matem sürecinde son evre: Kabullenme

Matem sürecinde son evre “kabullenme”dir. Önceki dört evre atlatılabilmişse, araya ölüm veya başka bir olumsuz yaşantı girmemişse hasta mevcut durumu kabul etmeye, kendisini kaçınılmaz ölüme ve ölüm sonrası hayata hazırlamaya başlar. Gerçeği kabullendikçe, bir yandan yakınlarıyla, yaşadığı dünya hayatıyla vedalaşırken bir yandan da yeni bir dünyaya “hoş bulduk” der gibi olur.

Başına gelenleri anlayıp durumunu kabullendikçe daha gerçekçi davranmaya, yarım kalan işlerini düzene sokmaya, yakınlarına ölümünden sonra ne yapacaklarını anlatmaya başlar.

Dünya hayatından, sevdiklerinden ayrılacağını bildiği için hüzünlüdür. Yorgun ve hâlsizdir, sık sık uyku ihtiyacı duyar. Çoğu zaman yaklaşan sonunu düşünür, duygusal bir vakum yaşar gibidir. Artık ölmeye hazır olduğundan, dışarıdan yapılacak müdahaleleri kendisini huzur içinde ölmekten alıkoyacağı düşüncesiyle engellemek isteyebilir. Ama bu tamamen hazır oluş ve kabullenme hâli bile, kendisini kurtaracak yeni bir keşif için umutlanmasına, bir mucize beklemesine engel değildir.

Artık matem sürecinin sonuna gelen hastanın, kendisini bırakmasının önüne geçilmesi, tedavi programlarına mümkün olduğunca katılmasının sağlanması için cesaretlendirilmesi gerekir. Kabullenme ve kaderine rıza göstermenin asla şartlara boyun eğmek, mücadeleden vazgeçmek anlamına gelmediğini hem hasta, hem bakım verenler hem de hasta yakınları anlamalı, içlerine sindirmelidir. Umut, tüm ömrümüz boyunca hepimize, her zaman lazımdır; umut kapısı hiç kapanmamalı, umut ışığı asla söndürülmemelidir.

Hem ölümcül hastalığı olan insanlar ve yakınları hem de onlarla çalışan tedavi ekibi ve bakım verenler, gerçekten çok zor durumdadır. Hastalar, tedavi ve bakım ekipleri, hasta yakınları, bu zorluğu bilerek birbirlerine karşı davranışlarını ayarlarlarsa aralarındaki muhtemel çatışma kaynaklarına karşı da bir önlem geliştirme şansı yakalayabilirler. Bu sayede herkes, dikkatini daha çok hastanın umudunu ve yaşam kalitesini artırmaya, ruhsal acısını azaltmaya sevk edebilir.

“İyi bir ölüm” için ne gerekli?

Son dönem hastalarının ve yakınlarının “iyi bir ölüm” için en çok talep ettikleri hususların neler olduğunu araştırmalar ortaya koyuyor. Şimdi sıralayacağımız araştırma sonuçları, gerçekten de ölümcül hastalara karşı davranışlarımızı ayarlarken hepimize yol gösterici nitelikte.

Ölümcül hastalar ve yakınları, öncelikle ağrının, acının ve belirtilerin etkin bir biçimde tedavi edilmesini, hiç değilse yatıştırılmasını istiyorlar. Tedavi ekibinin her kararının kendilerine açıkça bildirildikten sonra uygulanmasından yanalar. Yararsız tedavilerle ölüm sürecinin uzatılmamasını, hastaya gereksiz acı çektirilmemesini, sahte umut yaşatılmamasını diliyorlar.

Ölüm için hazırlanabilmeyi, vedalaşabilmeyi, yakınlarıyla zaman geçirebilmeyi talep ediyorlar. Geçip giden hayatlarının muhasebesini yapabilmeyi, yaşamı gözden geçirebilmeyi istiyorlar.

Her türlü tıbbi uygulama ve girişimde kişilik bütünlüklerine saygı gösterilmesini bekliyorlar. Ölümcül hastalar, insan olmanın erdemlerini de hep muhafaza ediyorlar, diğer insanlara (hediyeler, zaman ya da bilgi paylaşımı) katkıda bulunabilmeyi arzuluyorlar.

Son söz olarak, Fransız psikanalist Françoise Dolto’nun ölümcül hastalarla iletişime bakışıyla bitirmemize izin verin. Dolto, yaşam var olduğu sürece, insanın başkalarıyla, diğer insanlarla, canlı, cansız her şeyle iletişim umudunun olduğuna inananlardandır. Ayrıca ölülerle iletişimimizin de psikolojik bakımdan sürdüğüne inanır. Hayattayken birbiriyle iyi iletişim kurabilen iki kişiden biri ölse bile hayatta kalanın bir şekilde onunla iletişim kurmaya devam ettiğini iddia eder ve şöyle der: “Geride kalan kişi sevdiği varlığın son günlerinde ona iyi davranmışsa bu iletişim devam etmekle kalmaz aynı zamanda yaşayan kişiye hayata bağlanma gücü verir.”

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 18 Aralık 2025’te yayımlanmıştır.

Erol Göka
Erol Göka
Prof. Dr. Erol Göka - Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi'nde "Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu" olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, "Hayatın Anlamı Var Mı?", “Yalnızlık ve Umut” ve "Kalpten" psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x