Koronavirüs nedeniyle evde kapalı kaldığımız günler hepimize yeni/eski olanaklar sağladı. Evde kapalı kalmakla azalmayan iş yükü, yorucu olduğu artık bilimsel olarak tespit edilen “online” toplantılar, kahve-kurabiye ikramının maliyetinden kurtulmuş akademik/eğitsel “webinarlar” bunların sadece birkaç tanesi.
Bunlardan belki de en kıymetlisi eski defterleri karıştırmak, yarısı okunmamış ve belki de hiç okunmayacak kütüphane raflarını yeniden düzenlemeye girişmek ve bu esnada da yıllar önce dostluk kurulmuş, çok şey öğrenilmiş ve sonrasında da bayramdan bayrama bile ziyaret etmek ihmal edilmiş gençlik çağının büyük yazarlarıyla yeniden karşılaşmak olmalı.
Bir romanı iki defa okumanın mümkün olmadığı söylenir, çünkü ilk okuyuş sizi değiştirdiği için, ikinci kez okuyan başka bir insandır. Hele iki okuma arasına önemli bir zaman dilimi girmişse, ikinci ve daha deneyimli okuyucu deneyimlerinin ışığında farklı bir roman okuyacak, genç okuyucunun atladığı, kaçırdığı yerlere hayıflanacaktır. Ancak, defalarca farklı zamanlarda okunup her seferinde “haklısın üstad!” dedirten az sayıda da olsa bazı yazarlar var, Kemal Tahir de onlardan biri.
Yersiz yere karantina günleri dediğimiz -çünkü yeni iletişim olanakları sayesinde bilakis hiç olmadığımız kadar kalabalıktık- 2020 yılının ilkbaharı bana gençliğimin bir kahramanı olarak Kemal Tahir’i hatırlattı ve üzerimde bıraktığı izin derinliğini fark etmemi sağladı. 20’li yaşlarda ardı ardına devirdiğim kitaplarından oluşan külliyatını genişleterek yeniden okuma fırsatı bulmakla kalmadım, onu anmak için bir dizi “online” sohbeti de gerçekleştirmek şansına sahip oldum. Ve her seferinde de “haklısın üstad!” dediğimi fark ettim. Sürekli akan-giden zaman içerisinde 40 yıl önce vefat etmiş bir yazarın “haklılığı” belki olumsuz olarak yorumlanabilir, ancak bunu sağlayan Kemal Tahir’in Nostradamus rolü oynaması değil, dünyayı anla(t)masını sağlayan tarihsel bakış açısının yerindeliği. Kemal Tahir -ironiyle zaman zaman Kemal Tarih dendiği de söylenir- Türkiye toplumunu anlamak için tarihi edebiyat kılıfında sunan benzersiz bir yazar ve aydın olarak saygıyı hak ediyor.
Solun dışlağı, sağın ölümünden sonra keşfettiği yazar
Bir kalıbı tekrarlayalım, tek bir Kemal Tahir yok elbette. Basit bir tasnif ile mekânı köy olan romanlarıyla Devlet Ana gibi tarih kuramı kuran kitaplarını aynı rafa koyamayız, keza Esir Şehir Üçlemesi ile tarihi “revize” ettiği Kurt Kanunu ya da Yorgun Savaşçı da farklı Kemal Tahir’in eserleri olarak görülmeli. Tabii, Mayk Hammer yazarı da başka biridir, Halk Plajı’nı da başkası yazmıştır. Ancak on yılları alan bu yazma çabasını ortak paydada buluşturan şey tarihtir diyebiliriz. Romanlarda kahramanlar kendi kaderlerini belirlemek için irade gösteren aktörler olarak tasvir edilmiş olsalar da tarih ve içinde yaşadıkları zaman onları sürükleyip götürmektedir, o açıdan kahramanların çabalarını birer “sızlanma” olarak görmek mümkün olabilir. Çağının büyük tarihçilerinin çalışmalarını okuduğu bilinen ve tarihi de roman kadar kurgusal gören Kemal Tahir’in roman kahramanları tarihin anlatılmasında bazen bir araçtan ileriye gitmeyebilir.
Kemal Tahir, romanlarının bir kısmını zamanının gündemdeki tartışmalarına katılmak için de kullanmasıyla benzersizlik taşır. Özellikle Devlet Ana, Türkiye’deki düşünce ortamının çok alevlendiği, uluslararası sol jargondan analizlerin mebzul miktarda bulunduğu bir dönemde; Türkiye’nin -Osmanlı’nın da diyebiliriz- kendisine özgünlüğünü vurgulamak için yazılan bir çalışma olarak dönemin aydın kitlesinin tepkisini alır. Osmanlı’yı sömürgeci-feodal bir yapıdan çok kendisine has bir “Kerim Devlet” olarak sunma çabası, yazarı aslında ait olduğu sol görüşlü entelektüel camiadan koparır. Oysa Kemal Tahir’in görüşleri CHP’ye yeni bir şekil vermeye ve Anadolu’ya özgü bir sol arayışında olan Bülent Ecevit ve ekibi üzerinde önemli bir iz bırakmıştır bile. Kemal Tahir’in görüşleri daha sonra bu kez siyasi yelpazenin sağı tarafından benimsenecektir, ancak bu 1973’te vefat etmiş yazarımızın yalnızlığına çare olmayacaktır tabii.
Yaşadığı dönemin bir eseri olarak Kemal Tahir
Tıpkı özenerek işlediği kahramanları gibi, Kemal Tahir de yaşadığı dönemin ve tarihin bir eseridir, yalnızlığı da bunun sonucu olacaktır. Bir entelektüel olarak gelişimi, Bourdieu’nün Homo Academicus’unda anlatılan yoldan hayli farklı olur. Öncelikle II. Meşrutiyet ile toplumsal statüsünü kaybetmiş, geçimini ve umudunu Yıldız Sarayı’na bağlamış bir sınıftan gelir (Bir Mülkiyet Kalesi, 1977). Bu açıdan hayat sahnesine iyi bir giriş yaptığını söyleyebiliriz. Dönemin seçkinlerinin çocuklarının okuduğu Galatasaray Lisesi’ne başlar, ancak annesinin vefatından dolayı yarıda bırakır ve hayata atılır (Esir Şehir Üçlemesi, 1956-1971). Eğer bu kırılmayı yaşamamış olsa, o da sınıf arkadaşları gibi kalem emini olup Devlet kademelerinde yükselebilirdi, olmadı. Dizgicilikten gazeteciliğe giriş yapar, Tan gazetesinde yazı işleri müdürlüğüne kadar yükselir. O dönemde hem İzmir Suikasti, Serbest Fırka ve benzeri tarihsel olaylara şahitlik etmekte, hem de gazetecilik sayesinde tanıştığı dönem aydınlarından ilim irfan öğrenmektedir (Yol Ayrımı, 1971, Kurt Kanunu, 1969). Aralarında Nazım Hikmet’in de bulunduğu bu mektepte öğrendikleri yaşamının geri kalanında önemli bir iz bırakır. Ancak içine yeni girdiği entelektüel camiayı yadırgadığı da romanlarında çizdiği entelektüel tiplemelerinden anlaşılır (Yol Ayrımı, 1971), bir yandan da kalemiyle yaşamını kazanmaya çalışır, çoğunlukla da yoksulluk içindedir (Aşk Çetesi, 1937).
Bir başka kırılma olmasaydı, yani Nazım Hikmet ile birlikte Donanma Davası’nda yargılanıp 15 yıl hapis cezasına çarptırılmasaydı, doğuştan gelen sermayelere doğrudan bağlı olan entelektüel hiyerarşinin yetenekli erlerinden biri olacak, Paşalar arasına karışması mümkün olmayacaktı. Nazım Hikmet ile başlayan mahpushane yoldaşlığı sonradan tek başına devam etse de önemli bir kültürel sermaye biriktirmesini sağlar. Öte yandan kendisinin hiç görmediği “Anadolu insanı” ile tanışmasına yol açtığı için de bu hapishane seneleri paha biçilmez bir deneyim olur (Karılar Koğuşu, 1974). 12 yıllık hapis döneminde gezdiği Çankırı, Çorum, Kırşehir, Malatya ve Nevşehir hapishanelerinde her türlü insan ile karşılaşırken, hem romanlarındaki o tatlı şive oyunlarını öğrenir hem de İstanbul-Ankara merkezli anlatılan Osmanlı-Genç Türkiye tarihinin halk gözünden nasıl yorumlandığını fark eder. Bu perspektif farklılığı kısaca “köy romanları” adı verilen dizide, biraz da yorucu olarak anlatılır, bir tür sözel tarih çalışmasının kurgulaştırılmasıdır (Yediçınar Yaylası, Köyün Kamburu, Büyük Mal; 1958-1970).
Tarihin bir cilvesi olarak 1950 Genel Affı ile hapishane yaşamı şimdilik son bulan Kemal Tahir için yeniden kurulması gereken bir hayat bulunmaktadır. Geçim kaygısı, zor elde etmiş olduğu entelektüel statüyü yeniden ele geçirme hedefinin önüne geçer. O statüyü bu kadar kolaylıkla kaybedebilmesi onu dönemin entelektüellerinin bir kısmından köklü bir şekilde ayırır, bir tür erken dönem prekaryasıdır Kemal Tahir. Bu dönemde takma adlarla yazdığı tefrikalar, özellikle Mayk Hammer serileri onun edebi çizgisinin dışında kalsa da örneğin Halk Plajı’nda gerçekçiliği değme mektepli yazardan daha nitelikli kullanır. Mahpus yaşamı ve kendisine benzemeyenlerle yaşadığı karşılaşmalar, dilini daha keskin kılmakla kalmaz, daha “sahici” ama o kadar da hazzedilmeyecek kahramanları çizmesini sağlar. Kemal Tahir’in insanları idealize etmekten uzak bu tavrı özellikle de köyün, köylünün ve eşkıyanın idealize edildiği bir tür halkçılık döneminde rahatsız edici bulunulacaktır (Sağırdere , 1955, Körduman, 1957, Rahmet Yolları Kesti, 1957).
Kemal Tahir’in sola etkisi
Kemal Tahir’in entelektüel olarak hak ettiği statüyü kazanması, toplumsal hareketliliğin hızlandığı 1960’lara denk gelir. Çeşitli ödüllere layık görülen üç romanı (Yorgun Savaşçı, 1965, Devlet Ana, 1967, Kurt Kanunu, 1969) dönemin edebi ve siyasi tartışmalarında odak noktası haline gelir ve çok büyük övgülerden nasiplenir.
Öte yandan sadece romanları değil, sohbet sofraları da ilgi odağıdır ve birçok entelektüel onunla aynı sınıftan gelmese de onun bilgisinden payını almakla övünür. Bülent Ecevit, İsmail Cem, Hulki Aktunç ve Halit Refiğ bu çevrede zaman zaman yer alan isimler olarak sayılır. Ölümünden önceki dönemde geleceğin başbakanı Ecevit ile sık sık fikir alışverişi yaptığı, dolayısıyla 1973 seçimlerinin muzaffer CHP’sinin şekillenmesine katkıda bulunduğu söylenir.
Kemal Tahir yaşamında sahip olmak için çok çaba harcadığı itibara, ölümünden sonra kavuşur. Ancak daha önce de değindiğim üzere bu itibar Devlet Ana ile Marksizm’e, Bozkırdaki Çekirdek ile Halk Partisi’nin jakoben modernizmine, Esir Şehir Üçlemesi’yle Bourdieu’nün deyimiyle sahanın bilgisinden yoksun Batılılaşmacı entelektüellere, Rahmet Yolları Kesti’yle idealize edilmiş saf ve erdemli Anadolu köylüsüne ettiği ihanet nedeniyle aslında doğal bir parçası olduğu sol kamptan gelmez. Tam tersine onun kişiliğinde tarihin kurgu, kurgunun tarih olduğuna inanmaya hazır, önce milliyetçiler, daha sonra da mütedeyyinler ona hak ettiği itibarı sunarlar. O kadar ki, sol içerisinde Kemal Tahir okumamış olmak bir prestij bile sayılabilir.
Kendisinin de sevebileceği bir deyişle bitirelim. Nihai analizde, hangi siyasi görüş sahip çıkarsa çıksın ve ismini ideolojileştirmeye çalışsın, Kemal Tahir entelektüel olarak yalnız biridir. Hayatı boyunca dahil olamayacağı bir entelektüel çevrenin takdirini kazanmayacağının farkına erken dönemde varmış, takdir arayışından vazgeçip bildiğini söylemiş ve söylediğini bilmiş bir romancı olarak hatırlanması gerekir.
Aidiyetlerden, referans noktalarından, dipsiz atıf sarmalları ve başkalarının takdirine bağlı ünvanlardan bağımsız; hayat ile kurgu, tarih ile insan arasındaki daracık yolda yürüyüp durur, bize de kendi okumalarımızı yapacağımız izler bırakır. Şanslıysak tek bir yaşamda o izlerle birden fazla karşılaşır ve tıpkı onun gibi kendi yalnızlığımızda olgunlaşarak yürürüz.