Hava çok güzel, dışarı çıktınız, ormanda dolaşıyorsunuz ve birden yağmur başlıyor, şimşeklerin sesiyle irkiliyorsunuz ve yolunuzu kaybediyorsunuz. Ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. Ne düşünürsünüz?
Telaşlanırsınız, paniklersiniz, sonra kendinize gelip, aklınızı başınıza toplayıp, sığınacak bir yer ararsınız. Bir ağaç kovuğu? Yok yok, ya yıldırım düşerse? Mağara? Hah o tamam, güvenli, keşke yoluma çıksa…
Tesadüf bu ya, o gün şanslı gününüzdesinizdir, dileğiniz gerçekleşir, mağara karşınıza çıkıverir. Ürkek adımlarla yaklaşırsınız, içeride kış uykusuna yatmış bir ayı ailesi olabilir mi, diye aklınıza geliverir hemen. Gayet doğal değil mi? Çocukken kitaplarda böyle hikâyelerle büyütüldünüz çünkü. Baktınız ki ayılar, yoklar, sadece o kitaplardaki hikâyelerin kahramanlarıymış onlar. Derin bir nefes alıp durursunuz.
Sonra aklınıza ilk insanlar gelir. Onlar da aynen böyle yaşamıyorlar mıydı dersiniz? Doğanın bir parçası olarak. Karıncalardan, kuşlardan, kış uykusundaki ayılardan farkı olmaksızın o ormanda yaşayan her canlı eşit değil miydi? Oradaki tüm canlılar sınırını koruyordu ve önlemini alıyordu. Birbirine ve sonradan dünyaya gelecek, orada yaşayacak olan diğer canlılara saygı gösteriyordu. Hâlâ süregelen günümüzdeki kabile yaşamları da aynı şekilde değil mi?
Peki, ne oldu da her şey birdenbire değişerek insanın hâkimiyet kurduğu bir düzene evrildi? Bu düzenin içerisinde ne doğru ne yanlış, günümüzde neler oluyor? Atmosferdeki tehlike çanlarının sesini duymaya başladık mı? Başladık.
Gezegenimiz günden güne ısınıyor, buzullar eriyor ve eriyen buzullarla su seviyesi yükseliyor mu? Evet. İklimler yer değiştirmeye başladı mı? Evet. Kaynaklar tükeniyor mu? Evet.
Dünya bunları ilk defa mı yaşıyor? Hayır. O kadar yaşlı ki, defalarca yaşamış.
Üzerinden pek çok canlı topluluğu, kültürler, gelmiş geçmiş. Ortalama bir insan boyunun 1.65m olduğunu düşünürsek, insandan 24 kat büyük dinozorlar yaşamış. Böceklerin büyüklüğü insanlar kadarmış. Var olmuşlar, yaşamışlar ve sonra yok olmuşlar. İnsan da onlardan ‘sadece’ biri.
İnsanı yutup geçmez mi bu gezegen? Gayet de güzel yutar, zekâsıyla her şeyi yapabileceğini düşünen insan, kendi elleriyle kendi felaketini hazırladığının farkında mı?
İşte o mağaranın girişinde, çılgın yağmur eşliğinde bunlar gelip geçiyor aklınızdan, film şeridi gibi ve niye bunları düşünüyorum ben şimdi diyorsunuz kendi kendinize. Sonra şu soruyu soruyorsunuz. İnsanın bu dünyadaki varlığı bir başka şekilde mümkün olamaz mı? Gezegendeki diğer varlıklara saygılı, kendi özüne ve kendinden olanlara saygılı, el ele, birlik içinde bir dünya olamaz mı? Neden olmasın?
İşte tüm bu düşünceler sizi eninde sonunda 1970’li yılların sonunda, Avusturalya’da, öğretim görevlisi Bill Mollison ve doktora öğrencisi David Holmgren’in ortaya attığı permakültür kavramıyla tanıştırır.
İnsanın yeryüzündeki mevcudiyeti ve kalıcılık
İnsanın yeryüzündeki mevcudiyeti, dirençli (İngilizce kökü, permanent – perma), kalıcı, sağlam bir şekilde olamaz mı? Böyle olması için neye ihtiyacı var? Yaşamaya. Yaşamak için neye ihtiyacı var? Oksijene (temiz havaya), temiz suya, enerjiye, enerji için besine, iki kelâm edeceği, bir arada ayakta kalabileceği diğer insanlara ve barınmaya ihtiyacı var. Dünyada kapladığı yer bunlar için ve bu kadar. Daha fazlası, insanı insanlığından sorgulayan ögelere dönüşmüş zaman içerisinde. Hava ve su dünyadaki kaynaklar.
Su kapalı döngüde. Yani bir zamanlar dinozorların, şu anda da bizim ve diğer canlıların yediği, içtiği, tuvaletini yaptığı su ile bardağımızdaki su aynı. Atmosferden dışarıya su girmiyor ve de çıkmıyor. Gezegendeki tüm su miktarının %2,5’i (10.633.450 km3) tatlı su ve bu miktarın ancak %0.03’ü içilebilir kalitede. Biz bu suyu sonsuz bir kaynak gibi tüketiyor, kirletiyoruz.
Besin demiştik. Besinimiz ne? Bitkiler ya da o bitkilerle beslenen hayvanlar. Bitkiler nerede yaşıyor? Suda ya da toprakta. Yürüyüp bir yerden bir yere gidebiliyorlar mı? Ayakları var mı? Uçuyorlar mı? Hayır. Kökleri ile toprağa ya da başka bir bitkiye tutunmak zorundalar. O zaman, insanın dünya üzerindeki varlığı toprakla ve toprak üzerinde yaptıkları ile birebir bağlantılı. İnsan yiyeceğini elde edebilmek için ne yapıyor? Tarım. İnsanın yaşadığı alandaki sistemi kurgulayabilmesi için, dışarıya bağımlı olmaması gerek. Yaptığı şeyin sürdürülebilir olması gerek.
Sürdürülebilir sistemler ise ne hayal ne de imkansız. Ömrü boyunca bakımı ve ömrünün sonunda yenilenmesi için gerekli enerjiyi üretebilen sistemler sürdürülebilir. Atalarımızın söylediği gibi ‘Taşıma su ile değirmen dönmez.’ En yakınımızdaki örnek, ormanlar. E hikâyenin başında biz de ormanda değil miydik zaten?
Bizi kurtaracak olan, günümüzde unuttuğumuz dili yeniden hatırlamak
Etrafımıza baksak, ormanın bizimle konuştuğu bir dil var. Dünyaya ilk ayak bastığımızda bildiğimiz ama günümüzde unuttuğumuz bir dil. Örüntü dili.
O sistemin içerisine parçası olmayan bir şeyi soktuğunuzda ya dönüşüyor, orayla uyumlu hale geliyor ya da yok oluyor. O zaman biz bu dünyada kalmak istiyorsak, içinde bulduğumuz sisteme uyumlu yerleşim birimleri ve faaliyetler tasarlamalıyız.
Permakültür hangi kelimelerden oluşuyordu, Permanent (kalıcı, dirençli) ve kültür. Kültür kelimesinin kökü ‘Cultura’ Latince, inşa etmek, süslemek, bakmak. Türk Dil Kurumunda kültür, “tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü” olarak açıklanıyor.
Yani permakültür, insanın kültürel ve yeryüzünde kalıcı faaliyetleri ile doğrudan bağlantılı. Bu yüzden permanent agriculture yani kalıcı tarım olarak açıklayanlar da var. Ancak doğrudan bir tarım sistemi değil.
Permakültür; etik temelli ve sürdürülebilir insan yerleşimleri tasarımı bilimi olarak tanımlanıyor.
Nasıl bir yaşam alanı olmalı?
Öyle bir yaşam alanı tasarımı olmalı ki insan, etrafına zarar vermesin, kirletmesin, diğer canlılarla etkileşiminde sorun olmasın, varlığı bütünlük içinde olsun ve atık yaratmasın. Buna ulaşmak için de böyle bir tasarımın üç ana etik ilkesi var.
Bunlardan ilki, dünyayı gözetmek yani içerisinde yaşadığı gezegenin düzenini bozacak hareketlerden sakınmak.
İkincisi, insanı gözetmek yani birlikte yaşadığı topluluğa zarar verecek, düzenini bozacak davranış ve hareketlerden sakınmak
Üçüncü ilke ise adil paylaşım yani ihtiyaç fazlasının paylaşımı/nüfus ve tüketime sınır getirmek. İnsanın dünyadaki varlığı ile kullanmış olduğu kaynaklardan elde ettiği semereyi paylaşmak ve atık haline dönüştürmeden yeniden sistemin içerisine katmak. Meselâ kompost yapmak, topraktan aldığını, toprağa geri vermek. Meselâ zekât vermek, ihtiyacı olandan fazlasını ihtiyacı olanlarla paylaşmak. Meselâ çocuğunun küçülen kıyafetini bir başka çocuğa vermek ve böylece o kıyafetin üretilmesi için kullanılan kaynakların daha az tüketilmesini sağlamak.
Bu ilkelere göre yaşam ve permakültür tasarımı; insanların, maddi olmayan ihtiyaçlarını, doğal ekosistemlerin işleyişini örnek alarak, parçası oldukları doğaya ve üzerinde yaşadıkları dünyaya, zarar vererek değil, yarar sağlayarak karşılamalarını olanaklı kılar.
Bu yaklaşım soruna değil çözüme, olumsuza değil olumluya odaklanır.
Permakültür yaklaşımını benimsemek zor mu?
Permakültür, sadece yiyecek yetiştirmek, sadece tarla bahçe işleri ile uğraşmak ya da tarım yapmak değil. Odağında insan var; insan, ev, hava, su, iklim, toprak, topluluklar, kadim bilgiler, hava olayları ve daha fazlası bu tasarımın bileşenleri arasında.
Permakültür ilkelerini benimseyerek hayatlarını devam ettirmek şüphesiz çok önemli ve değerli. Bunun bir adım sonrası ise permakültür tasarımcısı olmak.
Permakültür kavramını geliştiren ve ömrü boyunca doğayı korumayla ilgili pek çok çalışma yapan Bill Mollison, bu kişilere rehberlik yapması açısından Bir Tasarımcının El Kitabı (A Designers’ Manual) adlı bir kitap yazmış.
Bu kitabın özeti şeklinde hazırlanmış bir müfredatla gerçekleştirilen 72 saatlik eğitimi tamamlayanlara Permakültür Tasarımcısı unvanı verilir ve sadece bu kişiler arazi, çiftlik, ev, fabrika gibi çeşitli yaşam alanlarında Permakültür Tasarımı yapmaya yetkin olurlar. Üzerinde çalıştıkları alanlarda, var olan sistemleri zarar vermeyecek şekilde, enerji verimli hale dönüştürmeye çalışırlar.
Aslında bu eğitimin her ayağı da daha sürdürülebilir bir dünyanın pratiklerine örnektir. 72 saat, Mollison’un insanların dünyaya zararlı etkilerinin her geçen gün arttığını görmesinden ötürü zaman kaybetmeme esasına göre belirlenmiştir.
Eğitim ücreti de, eğitim ihtiyacı olanlarda aciliyet durumuna göre Robin Hood misali olandan olmayana varılacak bir denge ile planlanmıştır, Mollison kazancın ihtiyacından fazlasını 3. etik ilke olan adil paylaşıma uygun olarak başka bir yerde kullanmıştır.
Permakültürün ilkeleri
Permakültür tasarımınında David Holmgren’in geliştirdiği ilkeleri1 kullanmak mümkün:
- Gözlemle ve etkileşim kur
- Enerjiyi yakala ve depola
- Semere elde et
- Kendi düzenini kur ve geri bildirim kabul et
- Yenilenebilir kaynaklar ile hizmetleri kullan ve değer ver
- Atık üretme
- Örüntüden detaya doğru tasarla
- Ayırmak yerine birleştir
- Küçük ve yavaş çözümler kullan
- Çeşitliliği kullan ve değer ver
- Kenarları kullan ve marjinale değer ver
- Yaratıcılığı kullan ve değişime cevap ver
Şehirde permakültür ne kadar ve nasıl mümkün?
Permakültür, sürdürülebilir yaşam yerleşkeleri tasarımı bilimi demiştik. Bu yaşam alanlarının İstanbul gibi bir metropolde olduğunu düşünün. TUİK 2021 yılı verilerine göre, Türkiye nüfusu 84 milyon 680 bin 273 kişi. Bu nüfusun 15 milyon 840 bin 900 kişisi İstanbul’da yaşıyor yani 5’te 1’i.
İstanbul’da oturanlar evlerinde ekolojik dönüşüme girseler, ağlar ve bağlar kurmak üzere, yaşam biçimlerini dönüştürmek üzerine permakültür tasarımcılarından yardım alsalar ya da kendileri permakültür tasarımcısı olsalar, şehir ‘karbon negatiften’ ‘karbon pozitif’ hedefine doğru hızlı adımlarla ilerleyebilir.
Karbon pozitife geçmek büyük iddia olsa da en azından yol kat edebilir. Atıkları çevreyi kirletmeyen, enerji için dışarı bağımlı olmayan, kendi yiyeceğinin bir kısmını dar alanlarda da olsa yetiştirmeyi bilen, işe giderken daha paylaşımcı ya da enerji tüketimini en aza indiren bisiklet, araba paylaşımı gibi yöntemler seçen insanlardan neden oluşmasın ve neden kaynakları tüketen yerine, türetici olmasın İstanbul’da yaşayanlar?
O eski güzelim mahalle kültürünü düşünün. Tansiyonu çıkan bir teyzenin, tıp fakültesi öğrencisi komşusunun kapısını çalıp “Oğlum, bir tansiyonuma bakıversene” dediği günlerden, ne olmuş da bir tansiyon baktırmak için günlük çalışma ücretimizin yarısından fazlasını ödediğimiz özel hastane kültürüne geçmişiz ya da komşudan 1 fincan şeker istemek yerine kurye ile kapımıza şeker getirtmeye başlamışız? Dönüp bunları hatırlamalı ve o ağları yeniden kurmaya çalışmalıyız aslında.
Bunları hatırlamamız, yeni nesillere de aktarabilmemiz gerek. Güvenlikli siteler içerisine kendimizi ‘güvenlik korkusu’ ile hapsetmişken, yeni nesil psikolojik sağlık sorunlarını da yaşamaya başladık. Gıdamıza doğru kaynaklardan ulaşamamak da beraberinde fiziki sağlık sorunlarını getiriyor. Bunların devası bile bu sistemdeki değişimi başlatıyor.
Türkiye’de permakültüre ilgi nasıl?
Ülkemizde permakültür tasarımına olan ilgi 2000’li yılların başına dayanır.
Ankara’da Hocamköy ve ardından da Güneşköy ilk ekoköy denemeleriydi, böylece permakültür konusu gündeme geldi ve permakültür ile ilgili ilk hareketler böyle başladı.
Bu konudaki ilk kurs 1997’de Maxx Lindegger tarafından verildi. 2010 yılında ise Marmariç’de Türkiye Permakültür Araştırma Enstitüsü kuruldu.
2011 yılında Permablitz İstanbul grubu, 2013 yılında İstanbul Permakültür Kolektifi ‘şehirde permakültür tasarımı mümkün’ düşüncesi ile yola çıktılar.
Ankara’da Kır Çocukları ve onların Güdül’de yaptığı çalışmalar bu konudaki isteği daha da arttırdı.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 20 Mayıs 2022’de yayımlanmıştır.