Bazıları için COVID-19 sadece virüs değil ‘can sıkıntı salgınına’ da yol açtı. Ne kitap ne film ne video oyunu ne hobi ne de yemek yapmak bu sıkıntıyı gideriyor. 21. yüzyılda kişisel gelişimi sağlayacak, eğlendirecek ya da sadece oyalayacak bunca fırsat varken neden milyonlarca insan can sıkıntısı batağına saplandı? Bu sorunun yanıtını tarihsel, toplumsal ve psikolojik açıdan, The New Yorker dergisi için kaleme aldığı yazıda inceleyen gazeteci – yazar Margaret Talbot işe can sıkıntısının tanımına ilişkin önerileri sıralayarak başlıyor:
“Temelde can sıkıntısı, Tolstoy’un tanımladığı gibi, “arzulara duyulan arzu”dur. Psikanalist Adam Phillips can sıkıntısını “çocukların üzerine serilen kaşındırıcı bir battaniyeye” benzeterek şu tanımı öneriyor: Can sıkıntısı, bir şeylerin başladığı ama hiçbir şeyin harekete geçmediği muallak bir canlılık hali, arzulamayı arzulamak gibi en gülünç ve çelişkili isteği de içeren yaygın huzursuzluk durumudur. Sinirbilimci James Danckert ve psikolog John D. Eastwood, kısa süre önce yayınlanan Kafamın Dışında: Can Sıkıntısının Psikolojisi başlıklı kitaplarında, can sıkıntısını zarifçe bir bilişsel durum, “dilimin ucunda sendromu”na benzer şekilde “Tam olarak ne olduğunu söyleyemesek de bir şeyin eksik olduğu hissi” olarak tanımlıyor.”
Can sıkıntısı vakit ister
Talbot, psikolojik çalışma alanı olarak son yıllarda popülerliği artan can sıkıntısı sorununa sosyologların da eğildiğini söylüyor:
“Can sıkıntısının bir tarihe, bir dizi sosyal belirleyiciye ve özellikle modernite ile sıkı sıkıya bağlı bir ilişkiye sahip olduğu açıkça görülüyor. Boş zaman ise bir ön koşul. Yeterli sayıda insanın doldurmayı gerektiren zamana sahip olması için geçim derdinden kurtulması gerekiyor. Modern kapitalizm, bir zamanlar hemen hemen otomatik olarak bağışlanan manevi anlam kaynaklarının altını oyarken, eğlence ve tüketim maddelerinin artırdı. Hayatın, en azından bazen, eğlenceli ve insanların (kişinin kendisi dahil) ilginç olacağına dair beklentileri yükseltti ve öyle olmadığında hayal kırıklığı da arttı.
Sanayi kentinde iş ve eğlence, geleneksel topluluklarda olmadığı kadar bölünmüştü ve işin kendisi genellikle daha monoton ve düzenliydi. Ayrıca, siyaset bilimci Erik Ringmar’ın (…) belirttiği gibi, can sıkıntısı çoğu zaman dikkatimizi toplamak zorunda kaldığımızda ortaya çıkar ve modern, kentsel toplumda insanoğlunun dikkatini vermesi beklenen çok şey, fabrika sirenleri, okul zilleri, trafik işaretleri, ofis kuralları, bürokratik prosedürler, Zoom toplantıları var.”
Felsefi mesele olarak sıkıntı
Talbot, yazısında filozof ve yazarların can sıkıntısı yorumlarına yer vermeyi de unutmuyor:
“(Alman filozof Artur) Schopenhauer ve (Danimarkalı filozof Soren) Kierkegaard, can sıkıntısını modern yaşama has bir musibet olarak görüyorlardı. On dokuzuncu yüzyıl romanı, kısmen tekdüzelik deneyimine bir panzehir olarak ortaya çıktı ve sık sık olay örgüsünü ilerletti. 1856’da yayınlanan (Gustave Flaubert’in romanı Madam Bovary’nin baş karakteri) Emma Bovary, can sıkıcı kocasından, taşranın varoluşçu sorunlarından, hayatın kendisinden usanmış bir kadın değilse kimdi? (Ivan Goncharov’un aynı adlı romanının baş kahramanı) Oblomov, ailesiyle birlikte kalın bir sessizlik ve çaresizce bulaşıcı esneme nöbetleri içinde zaman geçiren, aşırı derecede eski bir feodal mülkte gereksiz bir adamdı. (…)
Önde gelen can sıkıntısı kuramcılarından biri olan (Alman filozof Martin) Heidegger üç tip can sıkıntısından bahseder: Dünyevi can sıkıntısı (Örneğin tren beklemek); modernite veya herhangi bir özel deneyimle değil, insanlık durumunun kendisiyle ilişkilendirdiği derin bir rahatsızlık ve son olarak bize tamamen tanıdık gelen, isimlendirilemez bir şeyin tarif edilemez eksikliği. (…)
Birinci yüzyılda Seneca, hayatın acımasız döngüselliğini düşünerek yola çıkan, mide bulantısına benzer bir ruh hali olan taedium vitae’yi (yaşamın tekdüzeliği) ortaya attı: “Her şey ne kadar süre aynı olacak? Elbette uyanacağım, uyuyacağım, acıkacağım, üşüyeceğim, sıcak basacak. Sonu yok mu? Her şey döngüsel mi ilerliyor?” (…) (Norveçli filozof) Lars Svendsen Sıkıntının Felsefesi adlı eserinde; can sıkıntısının aslında, yalnızca ‘toplumun üst kademelerini’ rahatsız ediyor gibi göründüğü için bir ‘statü sembolü’ olduğunu öne sürüyor.
Makul geliyor ama bazı öznel monotonluk duygusunun sevinç, korku ya da öfke gibi daha temel bir duygu olduğundan şüpheleniyorum. (…) Son yıllarda, can sıkıntısına benzer bir şeyin varlığı, (…) az uyarılmış hayvanlarda incelenmiş ve kanıtlanmıştı. (…) Peter Toohey Can sıkıntısı: Canlı Bir Tarih adlı kitabında, can sıkıntısının insanlığın temel bir özelliği (veya hatası) olduğunu savunanlarla bunun modernliğin bir yan etkisi olduğunu söyleyenler arasındaki tartışmaya yardımcı bir çözüm sunuyor. İnsanların (ve hayvanların) muhtemelen ara sıra yaşadığı basit can sıkıntısı ile anlık zihinsel yorgunluğun ötesine geçen ve belki de ortaya çıkmayan bir boşluk ve yabancılaşma duygusu olan ‘varoluşsal can sıkıntısı’ arasında ayrım yapmamız gerektiğini savunuyor.”
Çalışmayı özendirmek için mi yaratıldı?
Talbot yazısında Marksist filozofların can sıkıntısına ilişkin yorumuna da yer veriyor.
“Tarihsel olarak, can sıkıntısı için konulan teşhisler, toplumsal (çoğu zaman kapitalizm altındaki yaşam) eleştiri unsurları da içeriyordu. Frankfurt Okulu filozofu Theodor Adorno (…) “Can sıkıntısı, katı iş bölümü ve çalışma baskısı altında bir yaşam işlevidir” diyor. Sözde boş zaman (bizi kapitalist ekonominin soğuk düzenlenmiş iş günüyle uzlaştıran zorunlu hobiler ve tatiller) gerçekten özgür olmadığımızın bir işaretidir.
(Amerikalı antropolog) David Graeber, ses getiren “saçma işler” tezinde, (…) Avrupa ve özellikle Kuzey Amerika’da çok sayıda insanın, tüm çalışma hayatlarını, gerçekten yapılması gerekmediğine gizlice inandıkları görevleri yerine getirerek geçirdiğini öne sürüyor. Sonuç, ruhu boğan bir sefalet olabilir. Graeber, (…), “anlamsızlık kimileri için can sıkıntısını, kimileri için endişeyi şiddetlendirir” diye uyarıyor.”
“Melankoli kadar çekici değil”
“Ancak, sosyalist eleştirmenler can sıkıntısına inandırıcı suçlamalar yöneltseler de birçok insan bu konudaki kendi sıradan deneyimlerini küçümser veya reddeder. Belki bu düzenin hatasıdır ama asıl hata bizde gibi geliyor. Can sıkıntısı, açıkçası pek de karizmatik olmayan bir varoluş halidir. Svendsen, “Can sıkıntısı, melankolinin geleneksel bilgelik, duyarlılık ve güzellikle bağlantılı çekiciliğinden yoksun” diyor. (…)
Depresyonun da can sıkıntısı ile bağlantısı vardır (Amerikalı yazar Andrew Solomon “depresyonun zıttı mutluluk değil, zindeliktir” diye yazmıştı). Ancak depresyon klinik ve kimyasal olarak algılanır ve muhtemelen birçok sosyal ortamda itiraf edilmesi kronik can sıkıntısından daha kolaydır. Eğer sıkıldıysanız, sıkıcı olabilirsiniz.
Psikolog Sandi Mann, 2016 tarihli The Science of Boredom (Can Sıkıntısının Bilimi) adlı kitabında “can sıkıntısının yeni ‘stres’ haline geldiğini savunuyor: Tıpkı bir zamanlar stresi itiraf etmekte tereddüt ettikleri gibi, insanlar can sıkıntısını üstlenmeye isteksiz. (…) Stresli olduğunuzu itiraf etmek, yardıma ihtiyaç duyduğunuz, meşgul olduğunuz ve muhtemelen oldukça önemli bir kişi olduğunuz anlamına gelir. Sıkıldığınızı söylediğinizde ise, (çocukken olduğu gibi ve yapacak pek çok şey varken mızırdandığınız için yetişkinlerin öfkelenmesi gibi) hayal gücü veya inisiyatiften yoksun olduğunuzu veya “tutkularınızı yansıtan bir işe sahip olduğunuz için ne kadar şanlı olduğunuzu” gösterir.”
Laboratuvardaki felsefi sorular
Margaret Talbot, son yıllarda can sıkıntısına ilişkin laboratuar ortamında çok sayıda deney yapıldığını hatırlattıktan sonra bilim adamlarını iki ana görüşte bölündüğünü belirtiyor:
“Can sıkıntısının yorumlanması bir şeydir; ölçümü oldukça farklıdır. (…) Çağdaş can sıkıntısı araştırmacıları, tüm ölçek ve grafiklerinde, filozofları ve sosyal eleştirmenleri meşgul eden aynı varoluşsal sorulardan bazılarını ele alıyorlar. Bir taraf, can sıkıntısının anlam eksikliğinden kaynaklandığını iddia ediyor. Yani, yaptığımız şeyi temelde umursamadığımızda, yaptığımız şeye ilgi gösteremiyoruz. Başka bir düşünce ekolü ise bunun bir dikkat sorunu olduğunu savunuyor. Eğer bir görev bizim için çok zorsa veya çok kolaysa, konsantrasyon dağılıyor ve zihin duruyor. Danckert ve Eastwood, “bir arzu muammasına yakalandığımızda, bir şeyler yapmak istediğimizde ancak hiçbir şey yapmak istemediğimizde can sıkıntısı yaşandığını” ve “zihinsel kapasitemiz, becerilerimiz ve yeteneklerimiz atıl kaldığında veya zihinsel olarak meşgul olmadığımızda ortaya çıktığını” iddia ediyorlar.”
Çözüm bireysel mi?
“Psikoloji disiplinindeki çağdaş can sıkıntısı araştırmacıları, popüler kitaplarında canlı, gösterişli, bilgilendirici bir ton benimsiyorlar ve insanlara kendi kendilerine yardım edebilecekleri konusunda cömert öneriler sunuyorlar. Bu tavır, karamsar fenomenolojiden, filozofların can sıkıntısının doğasına ilişkin önermelerinden ve antikapitalist eleştirilerden oldukça farklı… Psikologların ortaya koyduğu can sıkıntısı analizi siyasi değildir ve önerilen çözümler çoğunlukla bireyseldir. Danckert ve Eastwood bize “kanepeye bir paket cipsle gömülme” isteğine direnmeye ve bunun yerine bizi hedeflerimize doğru yönlendiren faaliyetler bulmaya çağırıyor. Televizyon izlemenin, ne izlenirse izlensin, neredeyse her zaman aşağılık bir faaliyet olduğunu öne süren ikili kendi kültürel mercekleriyle biraz yargılayıcı olabilirler.”
Can sıkıntısının çan eğrisi
Talbot, yapılan araştırmaların yaş gruplarında sıkıntı duygusunun yoğunluğunu da ortaya çıkardığını aktarıyor.
“Yaşam süresi boyunca can sıkıntısını inceleyen araştırmalar, çoğu insan için bunun gençliklerinin sonlarında zirveye çıktığını, sonra düşmeye başladığını, ellili yaşlarda en düşük seviyeye inip ardından (belki de insanlar sosyal olarak daha izole veya bilişsel olarak daha fazla zayıf oldukları için) hafifçe yükseldiğini ortaya koyuyor.”
Can sıkıntısı yaratıcılığı tetikler mi?
“Son yıllarda can sıkıntısını yaratıcılığa bir teşvik olarak övmek ve hepimiz için ama özellikle çocuklar için daha fazlasını önermek moda haline geldi. (…) Danckert ve Eastwood ise (…) can sıkıntısının yaratıcılığı canlandırdığına dair çok fazla ampirik kanıt olmadığını söylüyorlar. Bir çalışma ise, insanların bir laboratuvarda sıkıldıklarında (…), psikologların yaratıcılığı değerlendirmek için kullandıkları standart bir görevde başarılı olma olasılıklarının daha yüksek olduğunu gösterdi.”
Can sıkıntısı suça teşvik eder mi?
Talbot, can sıkıntısının suça teşvik edebileceği iddiasına da kuşkuyla yaklaşıyor:
“Okuduğum diğer can sıkıntısı araştırmacılarından bazıları gibi Danckert ve Eastwood da, can sıkıntısı duygusunun korkunç sonuçlarını tasvir ettiği varsayılan birkaç sansasyonel hikayeye atıfta bulunmaya karşı koyamıyor. Bu hikayelerde, bazı iğrenç suçlar işleyen insanlar, canları sıkıldığı için suça yöneldiklerini söylüyorlar. Ancak bu hikayeler, genel fenomene pek ışık tutmuyor. Can sıkıntısı, bazı daha yaygın sosyal tehlikelerde daha makul bir zanlıdır. Örneğin (…) psikologlar Wijnand Van Tilburg ve Eric Igou Can, can sıkıntısının insanların grup kimliği duygusunu artırıp, ‘grup dışı grupların’ değerini düşürdüğünü ve siyasi partizanlık duygularını ön plana çıkardığını gösteren araştırmalar yaptılar. Ancak Danckert ve Eastwood, can sıkıntısının ne iyi ne de kötü, ne toplum yanlısı ne de antisosyal olmadığını savunuyor. Can sıkıntısı daha çok, onu rahatlatmak için meşgul edecek bir şey yapmanız gerektiği konusunda sizi uyaran bir ağrı sinyaline benziyor.”
Bu çağda sıkılmak mümkün mü?
Talbot yazısında can sıkıntısı hakkındaki can alıcı sorulardan birine de yanıt arıyor.
“Her yerde karşımıza çıkan tüketici teknolojisi dikkat sürelerimizle uğraşmaya başladığından beri daha fazla mı sıkılıyoruz? Artık daha azımız kendimizi klasik olarak sıkıcı durumlarda bulduğumuz için sıkılma hissine daha az mı tahammül ediyoruz? (…) 2014’te yayınlanan bir çalışma, insanların bir odada tek başına oturup düşünmeye on beş dakika veya daha kısa bir süre için bile ne kadar zor katlanabileceğini gösterdi. Erkeklerin üçte ikisi ve kadınların dörtte biri hiçbir şey yapmamak yerine kendilerini şok verilmesini seçtiler. Hem de şokun daha test etmelerine izin verilmesine rağmen üste para verebileceklerini söyleyerek… (…)
Danckert ve Eastwood’un görüşüne göre, can sıkıntısı büyük ölçüde yetersiz dikkat meselesi olduğundan, konsantre olmayı zorlaştıran herhangi bir şey, bizi yalnızca yüzeysel veya bölük pörçük olarak meşgul tutan herhangi bir şey, can sıkıntısını artırma eğiliminde olacaktır. (…) Yine de, insanların eskisinden daha çok mu yoksa daha az mı sıkıldığını bize söyleyecek kapsamlı çalışmaların elde olmadığını kabul ediyorlar. (…)
İtalya’daki COVID-19 karantinasına verilen duygusal tepkileri araştıran bir çalışmada insanlar evde kalmak zorunda olmanın ikinci en olumsuz yönü olarak can sıkıntısını ikinci sırada, özgürlüğün ellerinden alınmasından hemen sonra, temiz hava eksikliğinden hemen önce gösterdi. (…)
Anlam yokluğunda can sıkıntısı ortaya çıkarsa, pandeminin bize getirdiği kısıtlamalar tam olarak sıkıcı gelmeyebilir. (…) Bugünlerde daha sınırlı bir varoluş yaşıyorsanız, en azından bunu pandemiyi kontrol altına almaya ve hayatları kurtarmaya çalışmak amacıyla yapıyor olabilirsiniz. Ayrıca aynı eziyeti çeken insanlara gösterdiğimiz ve bize gösterdikleri küçük iyilikler, hoş bir seda yaratıyor.
Yine de, zor bir zamanda can sıkıntısından şikayet etme hakkını savunmanın onarıcı ve insani bir yanı var. Bu sıradan canlılık ve yaşam çeşitliliğinden sonra dizginlenmemiş bir özlem. Francesca Wade, Square Haunting: Five Writers in London Between the Wars adlı yeni bir kitapta, tarihçi Eileen Power’ın 1939’da dile getirdiği bir sözü alıntılıyor: “Oh! Bu kahrolası savaş bitti. Can sıkıntısı inanılmazdı. Zihnim bir mum gibi patladı. Ben de herkes gibi homurtunun vücut bulmuş halinden başka bir şey değildim.” Bazen bizi hayatta tutan homurdanmalardır.”
Bu yazı ilk kez 27 Ağustos 2020’de yayımlanmıştır.