Doğu-Batı, sinema ve tasavvuf arasında Ayşe Şasa

Ayşe Şasa, bazen sancılı bazen huzurlu, ama hep üretken ömründe neler yaşadı? Çocukluğu nasıl tüm hayatını etkiledi? Kemal Tahir mektebinde ne öğrendi? Hayatının kırılma noktası neydi? Türk sinemasına neler bıraktı? Sadık Yalsızuçanlar yazdı.

Ayşe Şasa, Türk modernleşmesinin Cumhuriyet evresinde, yine modernleşmenin lokomotiflerinden biri olan Türk sineması özelinde, Türkiye’nin yakın toplumsal/kültürel tarihindeki gerilimin somutlaşmış hali gibidir. Doğu-Batı gerilimine ayarlanmış uzun ve kapsamlı bir toplumsal sürecin başlangıcı ve ortası trajik, ama sonu oldukça aydınlık bir figürüdür.

1941 yılında Çerkes bir babayla Kürt bir annenin oluşturduğu burjuva kültürünün ortamı halindeki aileye doğar Şasa. Anne, -babanın da kültürel şartlanmasına uygun biçimde- erkek çocuk beklediğinden, gelenin kız oluşuna “üzülür” ve bebeğini emzirmez. Şasa’nın ileride şizofrenik biçimde yarılacak olan kişiliğine yapılmış en büyük fenalıklardan birisi budur. Yıllar sonra Şasa’ya şizofreni teşhisi konar, senelerce bu rahatsızlıkla mücadele eder.

Aile, sınıfsal olarak zengindir, seçkincidir ve Ayşe Şasa’nın sohbetlerinde anlattığı üzere kendi yerli/ulusal değerlerinden adeta nefret etmektedir. Bu tutum, yine Şasa’nın ileride biçimlenecek olan şahsiyetini zehirleyen en etkin unsur olacaktır.

İkinci Dünya Savaşı yıllarının olumsuzlukları, savaşa katılmamış olmasına rağmen Türkiye’yi de derinden etkilemektedir. Cumhuriyet modernleşmesinin derinleştirdiği kültürel kriz, toplumun dibinde bir çelişkiler ırmağı gibi akıp durmaktadır. Ayşe Şasa’yı çocukluk yıllarında ailesi, Nazi zulmünün korkularıyla dolu bir mürebbiyenin ellerine teslim eder: Frau Katie. Şasa o yılları şöyle anlatır:1 “Ailem, bana çok büyük bir iyilik yapmış olduğunu düşünerek, beni hepsi de İkinci Dünya Savaşı cehenneminden kaçmış ve ruhen sakat olan kimi Yahudi kimi Katolik kimi Protestan birtakım dadılara teslim etti. Ailem, bu insanları kafasında idealize ettiğinden, dadılarımdan fiziksel ve ruhi çok şiddet gördüm.”

Annesiyle doğumundan itibaren arasında bir “mesafe” oluşan Şasa’nın bu psikotik bozukluk belirtileri gösteren iki mürebbiyenin insafına terk edilmesi, O’nda doldurulması güç boşluklar, onarılması zor yaralar açar.

İlkokulda iyice yalnızlaşır. Oldum olası “başarı” ve “kariyer”den nefret eden Şasa’nın öğreniminin ilk evresinde ağır başarısızlıklara uğraması yine kişiliğine ağır faturalar ödetir. Neyse ki o yılların en gözde okullarından Arnavutköy Kız Koleji’nin (şimdiki Robert Kolej) ortaokul yatılı bölümüne girer ve burada modernlerin yücelttiği “başarı”yı yakalar. Yaşamının bu döneminde Şasa’nın bilinçaltına birikmiş olan ebeveyn nefreti, onların beklentilerine cevap vermeyişiyle sonuçlanacaktır. Ailesi yurt dışında “kariyer”e dayalı bir öğrenim öngörür, O ise bunun tam aksini seçerek, onları bir biçimde cezalandırmak ister. Okuldayken yazdığı bir oyun şair ve eleştirmen Cevat Çapan’ın dikkat ve desteğini kazanır. Bu, Şasa’yı daha “estetik” bir alana yönlendirir. Edebiyata, filme, tiyatroya özetle güzel sanatların çeşitli alanlarına yoğun bir hırsla saldırır.

Kemal Tahir mektebi ve dönüşümün başlangıcı

Nihayet yaşamında bir kırılma sürecine yol açacak olan büyük romancı Kemâl Tâhir’le tanışır. Tâhir, Türk düşünce ve edebiyatında “yerli”liğin ve yerli sosyalizmin o dönemdeki en etkin adıdır.

Kimi sosyolog, felsefeci, sinemacı ve edebiyatçıyla birlikte Kemal Tâhir, deyim yerindeyse bir tür mektep oluşturmuştur. Kemal Tahir’de sahiciliği ve yerliliği bulan Şasa’nın düşünce dünyasındaki dönüşüm başlamış olur. Bu süreç, O’nun ulusal, millî, yerli film düşüncesine de kaynaklık edecektir.

O dönemde ailesini cezalandırmak üzere seçtiği Yeşilçam’da ilginç bir serüven yaşar. Bohem ve nihilist olarak nitelediği yönetmen Atilla Tokatlı’yla evliliği, Şasa’nın gizil tepkisini iyice derinleştirecek ve krizini artıracaktır. Evliliğini kısa sürede bitirir, bu kez yolu üretken bir yönetmenle kesişir: Atıf Yılmaz. Bu süreçte peş peşe filmler yazar Yılmaz’a: Ah Güzel İstanbul (1966), Balatlı Arif (1967), Harun Reşid’in Gözdesi (1967), Kozanoğlu (1967), Köroğlu (1968), Cemile (1968), Cemo (1972). Bu filmler, Şasa’nın filmografisinin en nadide parçalarıdır.

Bir yandan Yeşilçam duyumlarına ince ince itiraz ederken diğer yandan o kümeye daha sahici şeyler katmanın derdindedir. Kemal Tâhir’in sohbetleri, Şasa’yı bu dönemde hayli emzirir.

12 Mart’a gelindiğinde birçok aydın gibi Şasa da bunaltının pençelerine düşmüştür. Bu süreçte, Kemal Tâhir’in Yorgun Savaşçı’sını oyunlaştırma girişimi sonuçlanmaz, defalarca yazdığı metin kadük kalır, bu da kendisine umutsuzluk olarak döner. Kemal Tâhir’in ölümcül hastalığının belirmesiyle birlikte Şasa krize girer. Bir gün Atıf Yılmaz’la yürüyüş yaparken geçirdiği anî kriz sonucu hastaneye yatırılır. Atıf Yılmaz’la hem meslektaş hem de eş olarak yaşadığı yoğun süreçten yine bunalımlı ve yorgun çıkar. O’ndan da ayrılır.

Şasa, kendi ifadesiyle “dibe vurulmadan yüzeye çıkılamayacağı”nı düşünenlerdendir. Bir yandan ailesinin şahsında modern Türk seçkinlerinin kendi geleneklerine yabancılaşması, diğer yandan içinde bulunduğu film ortamının samimiyetsizliği ve çürümüşlüğü Şasa’yı cevaplaması güç sorula(n)ların kucağına iyice iter. Bütün bu ağırlık, nevrozlarla, kişilik parçalanmasıyla, psikotiklerle, krizlerle üzerine yığılır. Bu enkazın altında bir süre kıvranır. Ayşe Şasa

Dönüşümün huzurlu yılları

Bir gün aklına sinema ortamının en samimi isimlerinden senarist Bülent Oran gelir. Onu arar. Bir zamanlar yazdıklarını küçümsediği adamın içindeki şefkat ve merhameti görür, hisseder. Bu, yeni bir evliliğin, uzun süren bereketli bir beraberliğin başlangıcıdır.

Ayşe Şasa’ya Oran’ın şefkatli eli dokunduğunda, hastanedeki odasında komodininin üzerine gizemli bir elin iliştirdiği, İbnü’l Arabi’nin tasavvuf düşüncesinin en temel eserlerinden biri sayılan Füsûsu’l-Hikem kitabı da kalbine ve aklına değmiştir. İbnü’l-Arabi, Şasa’nın Kemal Tâhir’le birlikte başlayan dönüşümünün ikinci ve en görkemli sıçrayışına sebep olur.

Üçüncü durak, Haltevî-Cerrahî şeyhi Safer Efendi’nin huzurudur. Karagümrük’teki Cerrahî âsıtânesi, Şasa’nın manevî cennetidir. Bütün bu çileli süreçte, kendisine sadakatle eşlik eden, en kich unsurlardan en seçkinci örneklerine kadar sanat ve fikir bakımından muhatap olan kişi ise Bülent Oran’dır.

Şasa’nın akıl ve kalbindeki bu değişimin ilk meyveleri Dergâh dergisinde düzenli olarak yazıp yayımladığı Yeşilçam Günlüğü’nde kendisini gösterecektir. Yeşilçam Günlüğü, bir ruh macerasının tretmanı gibidir. Biz, bu yazılarda adım adım, Türk sinemasının temel sorunlarını, çelişkilerini ve bu sorunları nasıl aşabileceğinin ipuçlarını buluruz. Şasa sadece teşhis etmekle kalmaz aynı zamanda çözüm önerileri üretir.

Dergah dergisi ve farklı bir entelektüel çevre ile tanışma

Dergâh çevresiyle birlikte Türkiye’nin yetmişli yıllardan itibaren belirginleşen farklı bir entelektüel yüzünü de görme ve tanıma imkanı bulur Şasa. İsmet Özel, Sezai Karakoç, Yedi Güzel Adam, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, İbn Arabî, Hz. Mevlânâ, Hz. Yunus, Hz. Mısrî derken Karagümrük’ten gönlüne esen metafiziksel rüzgârla İslam irfanının en nadide isimlerini, eserlerini bulur. Bu büyük buluşma, film düşüncesinde örneğin Rüya Sineması kavramı gibi pek çok yeni ve sahici düşünceyi de tetikleyecektir.

Şasa’nın filmografisine yeni örnekler katılır. Geçirdiği değişim sonucu ulaştığı film düşüncelerinin kimi örneklerine imza atar. Bazılarını Bülent Oran’la birlikte yazarlar: Hacı Ârif Bey, Dinle Neyden, bu sürecin en güzel örnekleridir. Kitap olarak ise, Delilik Ülkesinden Notlar, Şebek Romanı ve Bir Ruh Mâcerâsı, Ayşe Şasa’nın Türk film ve düşünme tarihindeki yerini daha da pekiştirecek ve netleştirecektir.

Düşünürlerle, sanatçılarla, dervişlerle dolup taşan bir ev

Rüyaya dayalı bir film estetiğinin temellendirildiği, tasavvufî birikimin beslediği daha yerli, millî ve bu yüzden de evrensel bir Türk film ortamının nasıl oluşturulabileceğinin derdindedir Şasa. Bu sancıyla kıvranmaktadır. Bu yüzden yüzlerce dost edinir, onlarla saatlerce telefonda konuşur, Gayrettepe’deki evi bir dergâh gibidir, sürekli konuklar gelir. Bunlar arasında Orhan Pamuk’a rastlamak da mümkündür, Karaügümrük’ten bir dervişe isabet etmek de… Prof. Dr. Şerif Mardin başta olmak üzere birçok sosyal bilimciyle, yazarla, düşünürle, kanaat önderiyle, gazeteciyle, oyuncu ve yönetmenle, özellikle de genç şair ve yazarlarla dolup taşar evi.

Ayşe Şasa’nın evini okur-yazarlar, aydınlar, sanatçılar açısından bir çekim merkezi haline getiren büyünün bir boyutu, O’nun sözü ve sohbetidir. Yunus Emre’nin dediği gibi, “sohbet cânı semirdir” çünkü. Şasa için de gönülden, içten, samimi ve zihinsel olarak kışkırtıcı sohbet vazgeçilmezdir. Pek güzel konuşur. İlgi alanlarının çeşitliliği, konuşmaya ve diyalojik iletişime dayalı türlerde uzun yıllar kalem oynatması, aşk ve dert sahibi olması sohbetine apayrı renkler katar.

Dostluklarında sıkıdır. Sevdiğini gönülden sever ve bağlanır, dostlarını sürekli arar, sorar, dertleriyle dertlenir, yazdıklarını okur, konuşmalarını dinler, sürekli sorular sorar. İnsanın duygu ve düşüncelerine yankı bulması, özellikle okur-yazarlar ve sanatçılar açısından son derece kıymetlidir.

Ayşe Şaşa’nın bunca ilgi görmesinin bir sebebi de, onun şahsî menkıbesinin özgünlüğü ve bir bakıma Türkiye’nin modernleşme macerasının, kişisel düzlemde en renkli kişiliklerinden birisi olmasıdır. Burjuva bir aileden gelmesi, edebiyat, sinema ve düşünce çevreleriyle genç yaşından itibaren temas kurması, O’na apayrı bir kişilik/kimlik kazandırır. Kültürel seçkinlerin “kendi”lerinden birisinin maruz kaldığı o derin krizin capcanlı örneğiyle sürekli karşılaşma isteklerinden daha tabiî ne olabilir! Bu bakımdan yaşadığı dönemin en ünlü, en özgün kültürel seçkinleriyle Şasa arasında her türden kurgulanmış nezaketi yıkan, etiyle-kanıyla, olanca içtenliğiyle dolaysız bir dile yaslanan bir iletişim oluşur.

Bir romancının yeni yayımlanan romanını ilk okuyanlardan biri olur Şasa. Bir şairin, öykü yazarının, tiyatro müellifinin, bir yönetmenin, oyuncunun, bir tarihçi veya sosyoloğun yeni bir çabasını hemen merak eder, okur, seyreder, dinler; arar, eleştirir ve yüceltir. Bu samimi çabası muhatabını da hareketlendir ve Şasa gibi bir yankı bulmuş olmanın sevkini, hazzını, bereketini yaşatır.

68 kuşağının bir başka öyküsü

Ayşe Şasa, yıllar sonra, bir zamanlar küçümsediği Bülent Oran’ın senaryolarının dibindeki gelenek izlerini de keşfeder. Bir yazısında, Oran’ın hikayelerinin nasıl gelenekçe emzirilmiş olduğunu uzun uzun anlatır. 1941 yılında İstanbul’un zengin ve Batıcı bir aile ortamında acılarla başlayan, sancılarla süren, kabuslarla dibe vuran yaşamı birçok zorlu duraktan geçerek Karagümrük’teki tekkede taçlanmıştır. Çelişkilerinden kurtulmuş, gerçek sorularını bulmuş, soru(n)larına çözüm üretme konusunda zevkli ve neşveli bir kaynağa ulaşmış olan Şasa, Türk düşünce ve film hayatına pek çok güzellikler katarak 16 Haziran 2014 günü göçer. Geride kitaplar, dostlar, filmler, anılar ve acılar bırakır. İşte onlardan birkaçı: Bir Ruh Macerası, Yeşilçam Günlüğü, Düş Gerçeklik Sinema, Delilik Ülkesinden Notlar, Şebek Romanı, Vakte Karşı Sözler, Son Kuşlar, Murad’ın Türküsü, Toprağın Kanı, Ah Güzel İstanbul, Kozanoğlu, Balatlı Arif, Harun Reşid’in Gözdesi, İlk ve Son, Cemile, Köroğlu, Utanç, Yedi Kocalı Hürmüz, Güllü, Unutulan Kadın, Battal Gazi Destanı, Cemo, Kambur, Deli Kan, Hacı Arif Bey, Ve Recep ve Zehra ve Ayşe, Ölmez Ağacı, Merdoğlu Ömer Bey, Gramofon Avrat, Arkadaşım Şeytan, Hiçbir Gece, Her Gece Bodrum, Kanayan Bosna ve Dinle Neyden.

Dostu Âkif Emre’nin dediği gibi, “Ayşe Şasa’nın bireysel deneyimi, modern aklın esiri olan insan tekinin kurtuluşunu bir tür delilikten, başka bir deyişle divaneliği göze almaktan geçtiğini söyleyenleri haklı çıkarıyor. Ayşe Şasa’nın seyir defteri aslında 68 kuşağının bir başka öyküsüdür. Hakikat sandığı idealler uğruna gemisini kayalıklara sürme cesaretini göstermiş bir neslin farklı bir hikâyesi bu. Ne moderniteyi kavrayabilmiş ne de gelenekle sağlıklı iletişim kurabilmiş nesilleri üreten çağdaşlaşma projesinin tükendiği noktaya işaret ediyor; kendi bireysel deneyimi ışığında.”

En doğrusu, sözü kendisine bırakmak… “Allah’ı sanat yoluyla zikretmek, hatırlamak ve hatırlatmak, sanatı ibadetin bir parçası haline getirir. Her gün yeniden doğmak, Mutlak Varlığa duyulan derin bir aşkın sonucudur. Adanmışlığın sonucudur. Bu müthiş bir dinamizmdir. Istıraptan çok, neşeyi içerir. Tazelik, heyecan, enerji ve neşe… Istıraba müthiş bir meydan okumadır bu! Hayat bazılarının sandığı kadar düz bir mantıkla yürümüyor. Kader var…”

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 15 Nisan 2022’de yayımlanmıştır.

  1. https://www.aa.com.tr/tr/kultur-sanat/incelikli-senaryolarin-yazari-ayse-sasa/1175541

Sadık Yalsızuçanlar
Sadık Yalsızuçanlar
Sadık Yalsızuçanlar - 1962 yılında Malatya’da doğdu. İlk ve ortaokulu burada okudu. Dörtyol Deneme Lisesi’nden sonra, Hacettepe Türkoloji bölümünü bitirdi. Bir süre öğretmenlik ve yayıncılık yaptı. 1988 yılında TRT’ye Yardımcı Prodüktör olarak atandı. 2010 yılında bu kurumdan prodüktör olarak emekli oldu. TRT’de çalıştığı süre içerisinde daha çok kültür belgeselleri çekti. Bunlar arasında, çeşitli ödüller de kazanmış olanları: Ozanın Kopuzu Aşığın Sazı, Avşar Elleri, Kum Saati, Aşka Dair, Kırkambar, Her Yer Kerbela sayılabilir. Roman, öykü, masal, deneme, araştırma-inceleme, deneme ve söyleşi türlerinde kitaplar yazdı. Birçoğu dünya dillerine çevrilen kitaplarından bazıları: Şehirleri Süsleyen Yolcu, Güzeran, Gerçeği İnciten Papağan, Kuş Uykusu, Gezgin, Anka, Yokbişey, Yüz, Vefa Apartmanı, Evden Eve Gezen Ölüm, Sırlı Tuğlalar, Hiç, Cam ve Elmas, Yakaza, Garip, Şey, Vadideki Balzac, Deli Tomarı, Allah’ın Adamları, Ali’nin Parçaları, Ters Lale vs…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Doğu-Batı, sinema ve tasavvuf arasında Ayşe Şasa

Ayşe Şasa, bazen sancılı bazen huzurlu, ama hep üretken ömründe neler yaşadı? Çocukluğu nasıl tüm hayatını etkiledi? Kemal Tahir mektebinde ne öğrendi? Hayatının kırılma noktası neydi? Türk sinemasına neler bıraktı? Sadık Yalsızuçanlar yazdı.

Ayşe Şasa, Türk modernleşmesinin Cumhuriyet evresinde, yine modernleşmenin lokomotiflerinden biri olan Türk sineması özelinde, Türkiye’nin yakın toplumsal/kültürel tarihindeki gerilimin somutlaşmış hali gibidir. Doğu-Batı gerilimine ayarlanmış uzun ve kapsamlı bir toplumsal sürecin başlangıcı ve ortası trajik, ama sonu oldukça aydınlık bir figürüdür.

1941 yılında Çerkes bir babayla Kürt bir annenin oluşturduğu burjuva kültürünün ortamı halindeki aileye doğar Şasa. Anne, -babanın da kültürel şartlanmasına uygun biçimde- erkek çocuk beklediğinden, gelenin kız oluşuna “üzülür” ve bebeğini emzirmez. Şasa’nın ileride şizofrenik biçimde yarılacak olan kişiliğine yapılmış en büyük fenalıklardan birisi budur. Yıllar sonra Şasa’ya şizofreni teşhisi konar, senelerce bu rahatsızlıkla mücadele eder.

Aile, sınıfsal olarak zengindir, seçkincidir ve Ayşe Şasa’nın sohbetlerinde anlattığı üzere kendi yerli/ulusal değerlerinden adeta nefret etmektedir. Bu tutum, yine Şasa’nın ileride biçimlenecek olan şahsiyetini zehirleyen en etkin unsur olacaktır.

İkinci Dünya Savaşı yıllarının olumsuzlukları, savaşa katılmamış olmasına rağmen Türkiye’yi de derinden etkilemektedir. Cumhuriyet modernleşmesinin derinleştirdiği kültürel kriz, toplumun dibinde bir çelişkiler ırmağı gibi akıp durmaktadır. Ayşe Şasa’yı çocukluk yıllarında ailesi, Nazi zulmünün korkularıyla dolu bir mürebbiyenin ellerine teslim eder: Frau Katie. Şasa o yılları şöyle anlatır:1 “Ailem, bana çok büyük bir iyilik yapmış olduğunu düşünerek, beni hepsi de İkinci Dünya Savaşı cehenneminden kaçmış ve ruhen sakat olan kimi Yahudi kimi Katolik kimi Protestan birtakım dadılara teslim etti. Ailem, bu insanları kafasında idealize ettiğinden, dadılarımdan fiziksel ve ruhi çok şiddet gördüm.”

Annesiyle doğumundan itibaren arasında bir “mesafe” oluşan Şasa’nın bu psikotik bozukluk belirtileri gösteren iki mürebbiyenin insafına terk edilmesi, O’nda doldurulması güç boşluklar, onarılması zor yaralar açar.

İlkokulda iyice yalnızlaşır. Oldum olası “başarı” ve “kariyer”den nefret eden Şasa’nın öğreniminin ilk evresinde ağır başarısızlıklara uğraması yine kişiliğine ağır faturalar ödetir. Neyse ki o yılların en gözde okullarından Arnavutköy Kız Koleji’nin (şimdiki Robert Kolej) ortaokul yatılı bölümüne girer ve burada modernlerin yücelttiği “başarı”yı yakalar. Yaşamının bu döneminde Şasa’nın bilinçaltına birikmiş olan ebeveyn nefreti, onların beklentilerine cevap vermeyişiyle sonuçlanacaktır. Ailesi yurt dışında “kariyer”e dayalı bir öğrenim öngörür, O ise bunun tam aksini seçerek, onları bir biçimde cezalandırmak ister. Okuldayken yazdığı bir oyun şair ve eleştirmen Cevat Çapan’ın dikkat ve desteğini kazanır. Bu, Şasa’yı daha “estetik” bir alana yönlendirir. Edebiyata, filme, tiyatroya özetle güzel sanatların çeşitli alanlarına yoğun bir hırsla saldırır.

Kemal Tahir mektebi ve dönüşümün başlangıcı

Nihayet yaşamında bir kırılma sürecine yol açacak olan büyük romancı Kemâl Tâhir’le tanışır. Tâhir, Türk düşünce ve edebiyatında “yerli”liğin ve yerli sosyalizmin o dönemdeki en etkin adıdır.

Kimi sosyolog, felsefeci, sinemacı ve edebiyatçıyla birlikte Kemal Tâhir, deyim yerindeyse bir tür mektep oluşturmuştur. Kemal Tahir’de sahiciliği ve yerliliği bulan Şasa’nın düşünce dünyasındaki dönüşüm başlamış olur. Bu süreç, O’nun ulusal, millî, yerli film düşüncesine de kaynaklık edecektir.

O dönemde ailesini cezalandırmak üzere seçtiği Yeşilçam’da ilginç bir serüven yaşar. Bohem ve nihilist olarak nitelediği yönetmen Atilla Tokatlı’yla evliliği, Şasa’nın gizil tepkisini iyice derinleştirecek ve krizini artıracaktır. Evliliğini kısa sürede bitirir, bu kez yolu üretken bir yönetmenle kesişir: Atıf Yılmaz. Bu süreçte peş peşe filmler yazar Yılmaz’a: Ah Güzel İstanbul (1966), Balatlı Arif (1967), Harun Reşid’in Gözdesi (1967), Kozanoğlu (1967), Köroğlu (1968), Cemile (1968), Cemo (1972). Bu filmler, Şasa’nın filmografisinin en nadide parçalarıdır.

Bir yandan Yeşilçam duyumlarına ince ince itiraz ederken diğer yandan o kümeye daha sahici şeyler katmanın derdindedir. Kemal Tâhir’in sohbetleri, Şasa’yı bu dönemde hayli emzirir.

12 Mart’a gelindiğinde birçok aydın gibi Şasa da bunaltının pençelerine düşmüştür. Bu süreçte, Kemal Tâhir’in Yorgun Savaşçı’sını oyunlaştırma girişimi sonuçlanmaz, defalarca yazdığı metin kadük kalır, bu da kendisine umutsuzluk olarak döner. Kemal Tâhir’in ölümcül hastalığının belirmesiyle birlikte Şasa krize girer. Bir gün Atıf Yılmaz’la yürüyüş yaparken geçirdiği anî kriz sonucu hastaneye yatırılır. Atıf Yılmaz’la hem meslektaş hem de eş olarak yaşadığı yoğun süreçten yine bunalımlı ve yorgun çıkar. O’ndan da ayrılır.

Şasa, kendi ifadesiyle “dibe vurulmadan yüzeye çıkılamayacağı”nı düşünenlerdendir. Bir yandan ailesinin şahsında modern Türk seçkinlerinin kendi geleneklerine yabancılaşması, diğer yandan içinde bulunduğu film ortamının samimiyetsizliği ve çürümüşlüğü Şasa’yı cevaplaması güç sorula(n)ların kucağına iyice iter. Bütün bu ağırlık, nevrozlarla, kişilik parçalanmasıyla, psikotiklerle, krizlerle üzerine yığılır. Bu enkazın altında bir süre kıvranır. Ayşe Şasa

Dönüşümün huzurlu yılları

Bir gün aklına sinema ortamının en samimi isimlerinden senarist Bülent Oran gelir. Onu arar. Bir zamanlar yazdıklarını küçümsediği adamın içindeki şefkat ve merhameti görür, hisseder. Bu, yeni bir evliliğin, uzun süren bereketli bir beraberliğin başlangıcıdır.

Ayşe Şasa’ya Oran’ın şefkatli eli dokunduğunda, hastanedeki odasında komodininin üzerine gizemli bir elin iliştirdiği, İbnü’l Arabi’nin tasavvuf düşüncesinin en temel eserlerinden biri sayılan Füsûsu’l-Hikem kitabı da kalbine ve aklına değmiştir. İbnü’l-Arabi, Şasa’nın Kemal Tâhir’le birlikte başlayan dönüşümünün ikinci ve en görkemli sıçrayışına sebep olur.

Üçüncü durak, Haltevî-Cerrahî şeyhi Safer Efendi’nin huzurudur. Karagümrük’teki Cerrahî âsıtânesi, Şasa’nın manevî cennetidir. Bütün bu çileli süreçte, kendisine sadakatle eşlik eden, en kich unsurlardan en seçkinci örneklerine kadar sanat ve fikir bakımından muhatap olan kişi ise Bülent Oran’dır.

Şasa’nın akıl ve kalbindeki bu değişimin ilk meyveleri Dergâh dergisinde düzenli olarak yazıp yayımladığı Yeşilçam Günlüğü’nde kendisini gösterecektir. Yeşilçam Günlüğü, bir ruh macerasının tretmanı gibidir. Biz, bu yazılarda adım adım, Türk sinemasının temel sorunlarını, çelişkilerini ve bu sorunları nasıl aşabileceğinin ipuçlarını buluruz. Şasa sadece teşhis etmekle kalmaz aynı zamanda çözüm önerileri üretir.

Dergah dergisi ve farklı bir entelektüel çevre ile tanışma

Dergâh çevresiyle birlikte Türkiye’nin yetmişli yıllardan itibaren belirginleşen farklı bir entelektüel yüzünü de görme ve tanıma imkanı bulur Şasa. İsmet Özel, Sezai Karakoç, Yedi Güzel Adam, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, İbn Arabî, Hz. Mevlânâ, Hz. Yunus, Hz. Mısrî derken Karagümrük’ten gönlüne esen metafiziksel rüzgârla İslam irfanının en nadide isimlerini, eserlerini bulur. Bu büyük buluşma, film düşüncesinde örneğin Rüya Sineması kavramı gibi pek çok yeni ve sahici düşünceyi de tetikleyecektir.

Şasa’nın filmografisine yeni örnekler katılır. Geçirdiği değişim sonucu ulaştığı film düşüncelerinin kimi örneklerine imza atar. Bazılarını Bülent Oran’la birlikte yazarlar: Hacı Ârif Bey, Dinle Neyden, bu sürecin en güzel örnekleridir. Kitap olarak ise, Delilik Ülkesinden Notlar, Şebek Romanı ve Bir Ruh Mâcerâsı, Ayşe Şasa’nın Türk film ve düşünme tarihindeki yerini daha da pekiştirecek ve netleştirecektir.

Düşünürlerle, sanatçılarla, dervişlerle dolup taşan bir ev

Rüyaya dayalı bir film estetiğinin temellendirildiği, tasavvufî birikimin beslediği daha yerli, millî ve bu yüzden de evrensel bir Türk film ortamının nasıl oluşturulabileceğinin derdindedir Şasa. Bu sancıyla kıvranmaktadır. Bu yüzden yüzlerce dost edinir, onlarla saatlerce telefonda konuşur, Gayrettepe’deki evi bir dergâh gibidir, sürekli konuklar gelir. Bunlar arasında Orhan Pamuk’a rastlamak da mümkündür, Karaügümrük’ten bir dervişe isabet etmek de… Prof. Dr. Şerif Mardin başta olmak üzere birçok sosyal bilimciyle, yazarla, düşünürle, kanaat önderiyle, gazeteciyle, oyuncu ve yönetmenle, özellikle de genç şair ve yazarlarla dolup taşar evi.

Ayşe Şasa’nın evini okur-yazarlar, aydınlar, sanatçılar açısından bir çekim merkezi haline getiren büyünün bir boyutu, O’nun sözü ve sohbetidir. Yunus Emre’nin dediği gibi, “sohbet cânı semirdir” çünkü. Şasa için de gönülden, içten, samimi ve zihinsel olarak kışkırtıcı sohbet vazgeçilmezdir. Pek güzel konuşur. İlgi alanlarının çeşitliliği, konuşmaya ve diyalojik iletişime dayalı türlerde uzun yıllar kalem oynatması, aşk ve dert sahibi olması sohbetine apayrı renkler katar.

Dostluklarında sıkıdır. Sevdiğini gönülden sever ve bağlanır, dostlarını sürekli arar, sorar, dertleriyle dertlenir, yazdıklarını okur, konuşmalarını dinler, sürekli sorular sorar. İnsanın duygu ve düşüncelerine yankı bulması, özellikle okur-yazarlar ve sanatçılar açısından son derece kıymetlidir.

Ayşe Şaşa’nın bunca ilgi görmesinin bir sebebi de, onun şahsî menkıbesinin özgünlüğü ve bir bakıma Türkiye’nin modernleşme macerasının, kişisel düzlemde en renkli kişiliklerinden birisi olmasıdır. Burjuva bir aileden gelmesi, edebiyat, sinema ve düşünce çevreleriyle genç yaşından itibaren temas kurması, O’na apayrı bir kişilik/kimlik kazandırır. Kültürel seçkinlerin “kendi”lerinden birisinin maruz kaldığı o derin krizin capcanlı örneğiyle sürekli karşılaşma isteklerinden daha tabiî ne olabilir! Bu bakımdan yaşadığı dönemin en ünlü, en özgün kültürel seçkinleriyle Şasa arasında her türden kurgulanmış nezaketi yıkan, etiyle-kanıyla, olanca içtenliğiyle dolaysız bir dile yaslanan bir iletişim oluşur.

Bir romancının yeni yayımlanan romanını ilk okuyanlardan biri olur Şasa. Bir şairin, öykü yazarının, tiyatro müellifinin, bir yönetmenin, oyuncunun, bir tarihçi veya sosyoloğun yeni bir çabasını hemen merak eder, okur, seyreder, dinler; arar, eleştirir ve yüceltir. Bu samimi çabası muhatabını da hareketlendir ve Şasa gibi bir yankı bulmuş olmanın sevkini, hazzını, bereketini yaşatır.

68 kuşağının bir başka öyküsü

Ayşe Şasa, yıllar sonra, bir zamanlar küçümsediği Bülent Oran’ın senaryolarının dibindeki gelenek izlerini de keşfeder. Bir yazısında, Oran’ın hikayelerinin nasıl gelenekçe emzirilmiş olduğunu uzun uzun anlatır. 1941 yılında İstanbul’un zengin ve Batıcı bir aile ortamında acılarla başlayan, sancılarla süren, kabuslarla dibe vuran yaşamı birçok zorlu duraktan geçerek Karagümrük’teki tekkede taçlanmıştır. Çelişkilerinden kurtulmuş, gerçek sorularını bulmuş, soru(n)larına çözüm üretme konusunda zevkli ve neşveli bir kaynağa ulaşmış olan Şasa, Türk düşünce ve film hayatına pek çok güzellikler katarak 16 Haziran 2014 günü göçer. Geride kitaplar, dostlar, filmler, anılar ve acılar bırakır. İşte onlardan birkaçı: Bir Ruh Macerası, Yeşilçam Günlüğü, Düş Gerçeklik Sinema, Delilik Ülkesinden Notlar, Şebek Romanı, Vakte Karşı Sözler, Son Kuşlar, Murad’ın Türküsü, Toprağın Kanı, Ah Güzel İstanbul, Kozanoğlu, Balatlı Arif, Harun Reşid’in Gözdesi, İlk ve Son, Cemile, Köroğlu, Utanç, Yedi Kocalı Hürmüz, Güllü, Unutulan Kadın, Battal Gazi Destanı, Cemo, Kambur, Deli Kan, Hacı Arif Bey, Ve Recep ve Zehra ve Ayşe, Ölmez Ağacı, Merdoğlu Ömer Bey, Gramofon Avrat, Arkadaşım Şeytan, Hiçbir Gece, Her Gece Bodrum, Kanayan Bosna ve Dinle Neyden.

Dostu Âkif Emre’nin dediği gibi, “Ayşe Şasa’nın bireysel deneyimi, modern aklın esiri olan insan tekinin kurtuluşunu bir tür delilikten, başka bir deyişle divaneliği göze almaktan geçtiğini söyleyenleri haklı çıkarıyor. Ayşe Şasa’nın seyir defteri aslında 68 kuşağının bir başka öyküsüdür. Hakikat sandığı idealler uğruna gemisini kayalıklara sürme cesaretini göstermiş bir neslin farklı bir hikâyesi bu. Ne moderniteyi kavrayabilmiş ne de gelenekle sağlıklı iletişim kurabilmiş nesilleri üreten çağdaşlaşma projesinin tükendiği noktaya işaret ediyor; kendi bireysel deneyimi ışığında.”

En doğrusu, sözü kendisine bırakmak… “Allah’ı sanat yoluyla zikretmek, hatırlamak ve hatırlatmak, sanatı ibadetin bir parçası haline getirir. Her gün yeniden doğmak, Mutlak Varlığa duyulan derin bir aşkın sonucudur. Adanmışlığın sonucudur. Bu müthiş bir dinamizmdir. Istıraptan çok, neşeyi içerir. Tazelik, heyecan, enerji ve neşe… Istıraba müthiş bir meydan okumadır bu! Hayat bazılarının sandığı kadar düz bir mantıkla yürümüyor. Kader var…”

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 15 Nisan 2022’de yayımlanmıştır.

  1. https://www.aa.com.tr/tr/kultur-sanat/incelikli-senaryolarin-yazari-ayse-sasa/1175541

Sadık Yalsızuçanlar
Sadık Yalsızuçanlar
Sadık Yalsızuçanlar - 1962 yılında Malatya’da doğdu. İlk ve ortaokulu burada okudu. Dörtyol Deneme Lisesi’nden sonra, Hacettepe Türkoloji bölümünü bitirdi. Bir süre öğretmenlik ve yayıncılık yaptı. 1988 yılında TRT’ye Yardımcı Prodüktör olarak atandı. 2010 yılında bu kurumdan prodüktör olarak emekli oldu. TRT’de çalıştığı süre içerisinde daha çok kültür belgeselleri çekti. Bunlar arasında, çeşitli ödüller de kazanmış olanları: Ozanın Kopuzu Aşığın Sazı, Avşar Elleri, Kum Saati, Aşka Dair, Kırkambar, Her Yer Kerbela sayılabilir. Roman, öykü, masal, deneme, araştırma-inceleme, deneme ve söyleşi türlerinde kitaplar yazdı. Birçoğu dünya dillerine çevrilen kitaplarından bazıları: Şehirleri Süsleyen Yolcu, Güzeran, Gerçeği İnciten Papağan, Kuş Uykusu, Gezgin, Anka, Yokbişey, Yüz, Vefa Apartmanı, Evden Eve Gezen Ölüm, Sırlı Tuğlalar, Hiç, Cam ve Elmas, Yakaza, Garip, Şey, Vadideki Balzac, Deli Tomarı, Allah’ın Adamları, Ali’nin Parçaları, Ters Lale vs…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

1
0
Would love your thoughts, please comment.x