Düşüncenin trolleşmesi ve ahlâka çağrı

“Düşüncenin trolleşmesi herkesi içine doğru çeken bir gayya kuyusu gibi. Hepimizi tüketiyor, daha kötüsü de ahlaki olanın sonunu getiriyor. Dolayısıyla Müslümanlar için trolleşmeye direnmek bir ahlak çağrısıdır.“ Prof. Dr. Hilmi Demir yazdı.

Troll kelimesi, başlarda internetin, sosyal medyanın muzip tipleri veyahut ünlü hacker grubu Anonymous’un çılgın çocuklarını çağrıştırıyordu bana. İtiraf edeyim, ilk zamanlar eğlenceliydiler, yapıcı ve farkındalık oluşturan, kimi zaman da muhalif örnekler sunabilen tavırları ilgi çekiciydi. Fakat zamanla troller ve trolleme kelimesi sosyal medyada organize ve planlı saldırılar anlamına gelmeye başladı. Bu akım hızla yayıldı. Konu ne olursa olsun farklı uçlardaki gruplar tarafından birbirlerine karşı kullanılmaya başlanması, hatta sırf kendilerince “öteki”lere rahatsızlık vermek için bile başvurulması her şeyi çığırından çıkardı.

Sosyal medya platformları, savaş zamanlarında düşmanın moralini bozmak ve onun savaşma cesaretini kırmak için uygulanan psikolojik harp tekniklerinin ülke içinde uygulanmaya başladığı alanlara döndü. Savaş benzetmesini şu nedenle yapıyorum; savaşın olmazsa olmazı, belli bir düşmandır. Trollerin uyguladığı düşmanlaştırma stratejisi sayesinde aşırı derecede nefret edilen düşman içeride kolayca icat ediliyor, yeni ve sanal bir kamusal alan olarak ortaya çıkan sosyal medya platformları günün her anında savaşılan meydanlara dönüşüyor.

Kamusal alan neden önemli?

Sosyal medya platformlarına “yeni kamusal alan” diyoruz ama belki de önce kamusal alan kavramını biraz açmakta fayda var. 28 Şubat ve başörtüsü mücadelesi döneminde, Türk siyaset sosyolojisinde çok duyulmaya başlanan ama zamanla unutulan bu kavram, her şeyin herkes tarafından görülebilir ve duyulabilir olduğu bir mekâna karşılık gelir ve mahrem-özel alanın karşıtıdır.

Kamusal alanın en belirleyici özelliklerinden biri de, bu alanda işlerin zor ya da şiddet yoluyla değil, söze dayalı ikna yoluyla halledilmesidir. Kamusal alan toplumsal yaşantımız içinde fikirlerin, ifadelerin ve tecrübenin üretildiği, açığa çıktığı, müzakere edilip, yayıldığı alanı ifade eder. Aleniyet, açıklık, özerklik ve eleştirisellik kamusal alanın normatif yönünü oluşturur. Kamuoyu dediğimiz şey de aslında kamusal alandaki tartışmaların, müzakerelerin sonucu ağırlık kazanan düşünce ve histir. Bu yüzden demokrasinin olmazsa olmazı, kamusal alanda farklı kültür, inanç ve ideolojilerin yaşamasına saygı duymaktır.

Farklılıkları görmemek hem bize hem de görmediklerimize tarifi imkânsız kötülükler yapar. G. Bernard Shaw’ın dediği gibi “Başkalarına karşı işlediğimiz en büyük günah onlardan nefret etmek değil, onlara karşı kayıtsız kalmaktır.” Kayıtsız kalmak yani onları yok farz etmek. İşte kamusal alan tartışmalarının sık yapıldığı o günlerde, başörtülü bireylere kamusal alana girebilmeleri için başörtülerini çıkarmayı şart koşmak tam da böyle bir şeydi. Çıkartılması istenen bir bez parçası değil onların kimliğiydi. Bu yüzden kendilerini yokmuş gibi hissettiler. Bu, bütün inançlar ve kültürel kimlikler için de geçerlidir. Kamusal alanın farklılıklara açık olmaması, ister susturulmuş olmalarından isterse yok sayılmalarından kaynaklasın, onları kışkırtır ve hatta şiddete doğru itebilir.

Ahlaki benliklerimiz acı çekerken

Kamusal alanda dışlanmak, yani inancından ideolojisinden dolayı görmezden gelinmek bazı bilimsel çalışmaların da ortaya koyduğu gibi, fiziksel ağrıya benzer nöral ağrı reaksiyonlarına bile neden oluyor.[efn_note]N. I., Lieberman ve Williams, K. D. “Does rejection hurt? An fMRI study of social exclusion”[/efn_note] Tıpkı başımızın ağrıması gibi, görülmemek, tanınmamak da acı veriyor.

Peki, bir de bu farklılıklarımızdan dolayı sürekli saldırıya uğruyorsak?

İşte sanal kamusal alanlarda, düşüncenin trolleşmesi “ahlaki ben”e acı verecek boyutlara ulaştı. Hem de siyasi görüş ve inanç farkı gözetmeksizin herkesin canını acıtabiliyorlar artık. Aynı troll sürüleri, birbirlerine zıt fikirdelermiş gibi gözüken kişilere, gruplara, hedef aldıkları herhangi bir kişiye saldırabiliyor. Bu açıdan trolleşmenin tüm düşünce biçimlerini tehdit eden bir unsur olduğunu kesinlikle gözden kaçırmamalıyız.

Trolleşmeye giden süreç, biraz da aktivistlikten teröre doğru giden radikalleşme süreçleri gibi işliyor ve içinde yoğun bir nefret barındırdığı için, adına ve uğruna hareket ettiği her düşünceye de aslında zarar veriyor.

Ama yine de bunun İslam düşüncesi için daha büyük bir tehdit olduğunu söylemeliyim. Neden mi? Hakikat iddiasında bulunan ve ahlaki eylemi yaymakla sorumlu olan bir dinî iddia taşıdıkları için.

Evet, hakikat iddiası taşıyanların trolleşmesi büyük bir sorun. Belki de en ironik olanı, “Hak geldi batıl zail oldu” ayetini (İsra: 81) bir motto olarak kullanılırken bunun arkasından düşman için yalan ve sahte haber uydurmak…

Bu konuya tekrar döneceğim ama az önce kaldığım yerden, savaşın ve düşmanın içeri taşınmasından devam etmek istiyorum.

Nefret ve kötülüğü sıradanlaştırmak

Nefretin her şeyi meşrulaştıran bir dili vardır. Bir düşmanın olması ile düşmanından nefret etme aynı şey değildir. Selçuklu Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diyojen arasındaki savaşı düşünün. Alparslan düşmanını yener ama onu bir İmparator gibi ağırlar. Ya da Çanakkale Savaşı’na katılan Anzak askerlerinin hâlâ Çanakkale törenlerine katılmasını hatırlayın. Savaştık ama birbirimize saygımızı kaybetmedik, demektir bu. Bu çok da yadırganacak bir durum değildir zira savaş ve düşmanlık, kahramanlık ve saygı da barındırır. Oysa trollerin yaptığı gibi düşmandan nefret etmekse kötülüğü sıradanlaştırır. Ne yaptığımızı, neden yaptığımızı düşünmeden sırf işimiz o olduğu için kötülüğü yayarız. Kötülük bir müddet sonra alışkanlığımız haline gelir ve ondan zevk almaya başlarız.

Nazi subayı Adolf Eichmann’ın Kudüs’te görülen davasına yönelik izlenimlerini aktaran siyaset bilimci Hannah Arendt’ın ifade ettiği gibi; adanmış ruhlar emri sorgulamaz, sadece itaat eder. Cihat adına DEAŞ’ın kötülüğü sıradanlaştırması da bu düşüncenin farklı bir örneğidir. Her ikisi de dünyayı kendi tanımladıkları düşmandan kurtardıklarını düşünüyorlardı, tıpkı bugün trollerin de yaptığı gibi. Sosyal medya ağları da onların en kötü fantezilerini ve psikolojik olarak rahatsız edici eylemlerini göz önünde sergilemeleri için imkân sunuyor.

Kamusal alanın sonu ve hakikati kirletmek

Bugün geldiğimiz noktada trolleşme kamusal alanın sonunu getirmek üzere. Çünkü ona ait tüm değerleri tehdit ediyor. Düşünce en kıymetli hazinemizken, trolleşmeyle birlikte saçmalık hakikatin yerine geçiyor.

Oysa İslam düşüncesi tarih boyunca hakikat ve gerçeklikten beslenmiştir. İster felsefe ister İslam teolojisi olsun varlığın bilinebilirliği ve gerçekliğini savunmuştur. Üstelik bu savunu çoğu kez kuşkucu felsefeye karşı olmuştur. Her şeyden kuşku duyan, “varlık var mıdır, yok mudur bunu bilemeyiz” diyen kuşkuculuğa karşı gerçekliği savunmak Tanrı için de zorunlu görülmüştür. Çünkü kuşkunun olduğu yerde Tanrı’ya imandan da bahsetmek mümkün değildir. Descartes’in “düşünüyorum o halde varım” diyerek ifade etmek istediği gibi. Kuşku bende sona erer ve düşündüğümü bilmek varlığın temelidir. Fakat şimdi düşünmenin trolleşmesi ile birlikte İslam düşüncesinin tüm imkânını da yok etmiş olmuyor muyuz? Çünkü hakikati kirletiyoruz.

‘Savaş hiledir’ gibi, sığ bir gerekçenin arkasına sığınmak bizi kurtaramayacaktır. Elinden ve dilinden emin olunan Müslüman imajı ne olacak, hiç düşündünüz mü? “Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın” (Maide:8) hükmü sosyal medyada geçerli değil mi? Sahte profillerin arkasına saklanarak Tanrı’yı kandırabilir miyiz?

Mevlana der ki, “Doğruluk, Musa’nın asâsı gibidir. Eğrilik ise sihirbazın sihrine benzer. Doğruluk ortaya çıkınca onların hepsini yutar.” Bu yüzden bir düşüncenin trolleşmesi sıdkın, doğruluğun ve güvenin ölümüdür. Hele bu İslam gibi ahlaki bir toplum inşası iddiası taşıyorsa o zaman kendi elinizle ahlaki toplumun sonunu getiriyorsunuz demektir.

Düşüncenin trolleşmesi sadece kamusal alanı yıkmıyor; aynı zamanda herkesin herkesle savaş içinde olduğu bir dünya yaratarak hakikatin anlamını yitirdiği bir kaos yaratıyor. Sadece karşı mahalleye karşı değil başka yaşamlara karşı da bizi duyarsızlaştırıyor, kendi mahallelerimizin bile sorunlarını konuşamaz oluyoruz.

Trolleşme ve nefret: Ahlaki çöküntünün habercileri

Düşüncenin trolleşmesi içimizdeki nefreti dizginleyecek olan sağduyu ve aklı da etkisizleştiriyor, pasifize ediyor. Trol, muhalif olana kızmaz ondan nefret eder, trolün kullandığı dil de bir karşı söylem değil, bir nefret söylemidir. Çünkü ancak nefret böyle sürekli bir saldırıyı motive edebilir. Kızmak, sinirlenmek insani bir duygudur. Ama nefret özellikle de bir yaşam tarzı olarak uzun süreli nefret öyle değildir. Kızgınlık durumunda kişi fevri davranabilir, kendisine gelir ve durumu düzeltmeye çalışır.

Oysa nefret eden kişi içinde bulunduğu duygu ve bakış açısını dünya görüşünün bir parçası haline getirir. Herkesten ya da sadece belirli kişi ve gruplardan nefret etmeyi de seçebilir. Bir bakıma kendisine yeni bir kimlik ve dünya görüşü edinir. Nefret, içinde bulunduğu durumu makulleştirir ve meşrulaştırır, “haksızlığa uğruyoruz bu yüzden yok etmemiz gerekir” gibi bir durumu da savunmaya götürür insanı. Dolayısıyla haksızlığa karşı gelmek için kullanacağı her araç haklılaştırılmış olur. Bir mazlumdan bir zalim doğar.

Tüm bu nedenlerle trolleşme ve nefret ahlaki bir çöküntünün habercisidir. Çünkü ahlak ötekini de kapsayan, kendine yaklaştıran, husumeti bitiren, birini diğerine karşı sorumlu kılan insani bir durumdur. Ahlakla bağı olan kişi diğer insanlarla birlikte ortak bir dünya kurar; nefret duygusu ise kişinin, ahlak dünyasından sökülüp atılmasına neden olur. Nefret edenler diğerlerinin de nefret etmesini arzu eder, nefretin istediği yıkıcılığı diğerlerinin de istemesini ve katılmasını ister. Bir bakıma kendi kurduğu dünyaya katılmayan kendi mahallesinden de nefret etmeye başlar. Bu da moral dünyanın yıkılması anlamına gelir.

Düşüncenin trolleşmesi herkesi içine doğru çeken bir gayya kuyusu gibi. Hepimizi tüketiyor, daha kötüsü de ahlaki olanın sonunu getiriyor. Dolayısıyla Müslümanlar için trolleşmeye direnmek bir ahlak çağrısıdır.

Twitter’dan takip edin: @hilmidemir60

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 20 Mayıs 2020’de yayımlanmıştır.

Hilmi Demir
Hilmi Demir
Prof. Dr. Hilmi Demir, TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) Orta Asya ve Orta Doğu Araştırma Enstitüsü Direktörü, Radikalleşme, Selefilik, İslami Hareketler Uzmanı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Düşüncenin trolleşmesi ve ahlâka çağrı

“Düşüncenin trolleşmesi herkesi içine doğru çeken bir gayya kuyusu gibi. Hepimizi tüketiyor, daha kötüsü de ahlaki olanın sonunu getiriyor. Dolayısıyla Müslümanlar için trolleşmeye direnmek bir ahlak çağrısıdır.“ Prof. Dr. Hilmi Demir yazdı.

Troll kelimesi, başlarda internetin, sosyal medyanın muzip tipleri veyahut ünlü hacker grubu Anonymous’un çılgın çocuklarını çağrıştırıyordu bana. İtiraf edeyim, ilk zamanlar eğlenceliydiler, yapıcı ve farkındalık oluşturan, kimi zaman da muhalif örnekler sunabilen tavırları ilgi çekiciydi. Fakat zamanla troller ve trolleme kelimesi sosyal medyada organize ve planlı saldırılar anlamına gelmeye başladı. Bu akım hızla yayıldı. Konu ne olursa olsun farklı uçlardaki gruplar tarafından birbirlerine karşı kullanılmaya başlanması, hatta sırf kendilerince “öteki”lere rahatsızlık vermek için bile başvurulması her şeyi çığırından çıkardı.

Sosyal medya platformları, savaş zamanlarında düşmanın moralini bozmak ve onun savaşma cesaretini kırmak için uygulanan psikolojik harp tekniklerinin ülke içinde uygulanmaya başladığı alanlara döndü. Savaş benzetmesini şu nedenle yapıyorum; savaşın olmazsa olmazı, belli bir düşmandır. Trollerin uyguladığı düşmanlaştırma stratejisi sayesinde aşırı derecede nefret edilen düşman içeride kolayca icat ediliyor, yeni ve sanal bir kamusal alan olarak ortaya çıkan sosyal medya platformları günün her anında savaşılan meydanlara dönüşüyor.

Kamusal alan neden önemli?

Sosyal medya platformlarına “yeni kamusal alan” diyoruz ama belki de önce kamusal alan kavramını biraz açmakta fayda var. 28 Şubat ve başörtüsü mücadelesi döneminde, Türk siyaset sosyolojisinde çok duyulmaya başlanan ama zamanla unutulan bu kavram, her şeyin herkes tarafından görülebilir ve duyulabilir olduğu bir mekâna karşılık gelir ve mahrem-özel alanın karşıtıdır.

Kamusal alanın en belirleyici özelliklerinden biri de, bu alanda işlerin zor ya da şiddet yoluyla değil, söze dayalı ikna yoluyla halledilmesidir. Kamusal alan toplumsal yaşantımız içinde fikirlerin, ifadelerin ve tecrübenin üretildiği, açığa çıktığı, müzakere edilip, yayıldığı alanı ifade eder. Aleniyet, açıklık, özerklik ve eleştirisellik kamusal alanın normatif yönünü oluşturur. Kamuoyu dediğimiz şey de aslında kamusal alandaki tartışmaların, müzakerelerin sonucu ağırlık kazanan düşünce ve histir. Bu yüzden demokrasinin olmazsa olmazı, kamusal alanda farklı kültür, inanç ve ideolojilerin yaşamasına saygı duymaktır.

Farklılıkları görmemek hem bize hem de görmediklerimize tarifi imkânsız kötülükler yapar. G. Bernard Shaw’ın dediği gibi “Başkalarına karşı işlediğimiz en büyük günah onlardan nefret etmek değil, onlara karşı kayıtsız kalmaktır.” Kayıtsız kalmak yani onları yok farz etmek. İşte kamusal alan tartışmalarının sık yapıldığı o günlerde, başörtülü bireylere kamusal alana girebilmeleri için başörtülerini çıkarmayı şart koşmak tam da böyle bir şeydi. Çıkartılması istenen bir bez parçası değil onların kimliğiydi. Bu yüzden kendilerini yokmuş gibi hissettiler. Bu, bütün inançlar ve kültürel kimlikler için de geçerlidir. Kamusal alanın farklılıklara açık olmaması, ister susturulmuş olmalarından isterse yok sayılmalarından kaynaklasın, onları kışkırtır ve hatta şiddete doğru itebilir.

Ahlaki benliklerimiz acı çekerken

Kamusal alanda dışlanmak, yani inancından ideolojisinden dolayı görmezden gelinmek bazı bilimsel çalışmaların da ortaya koyduğu gibi, fiziksel ağrıya benzer nöral ağrı reaksiyonlarına bile neden oluyor.[efn_note]N. I., Lieberman ve Williams, K. D. “Does rejection hurt? An fMRI study of social exclusion”[/efn_note] Tıpkı başımızın ağrıması gibi, görülmemek, tanınmamak da acı veriyor.

Peki, bir de bu farklılıklarımızdan dolayı sürekli saldırıya uğruyorsak?

İşte sanal kamusal alanlarda, düşüncenin trolleşmesi “ahlaki ben”e acı verecek boyutlara ulaştı. Hem de siyasi görüş ve inanç farkı gözetmeksizin herkesin canını acıtabiliyorlar artık. Aynı troll sürüleri, birbirlerine zıt fikirdelermiş gibi gözüken kişilere, gruplara, hedef aldıkları herhangi bir kişiye saldırabiliyor. Bu açıdan trolleşmenin tüm düşünce biçimlerini tehdit eden bir unsur olduğunu kesinlikle gözden kaçırmamalıyız.

Trolleşmeye giden süreç, biraz da aktivistlikten teröre doğru giden radikalleşme süreçleri gibi işliyor ve içinde yoğun bir nefret barındırdığı için, adına ve uğruna hareket ettiği her düşünceye de aslında zarar veriyor.

Ama yine de bunun İslam düşüncesi için daha büyük bir tehdit olduğunu söylemeliyim. Neden mi? Hakikat iddiasında bulunan ve ahlaki eylemi yaymakla sorumlu olan bir dinî iddia taşıdıkları için.

Evet, hakikat iddiası taşıyanların trolleşmesi büyük bir sorun. Belki de en ironik olanı, “Hak geldi batıl zail oldu” ayetini (İsra: 81) bir motto olarak kullanılırken bunun arkasından düşman için yalan ve sahte haber uydurmak…

Bu konuya tekrar döneceğim ama az önce kaldığım yerden, savaşın ve düşmanın içeri taşınmasından devam etmek istiyorum.

Nefret ve kötülüğü sıradanlaştırmak

Nefretin her şeyi meşrulaştıran bir dili vardır. Bir düşmanın olması ile düşmanından nefret etme aynı şey değildir. Selçuklu Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diyojen arasındaki savaşı düşünün. Alparslan düşmanını yener ama onu bir İmparator gibi ağırlar. Ya da Çanakkale Savaşı’na katılan Anzak askerlerinin hâlâ Çanakkale törenlerine katılmasını hatırlayın. Savaştık ama birbirimize saygımızı kaybetmedik, demektir bu. Bu çok da yadırganacak bir durum değildir zira savaş ve düşmanlık, kahramanlık ve saygı da barındırır. Oysa trollerin yaptığı gibi düşmandan nefret etmekse kötülüğü sıradanlaştırır. Ne yaptığımızı, neden yaptığımızı düşünmeden sırf işimiz o olduğu için kötülüğü yayarız. Kötülük bir müddet sonra alışkanlığımız haline gelir ve ondan zevk almaya başlarız.

Nazi subayı Adolf Eichmann’ın Kudüs’te görülen davasına yönelik izlenimlerini aktaran siyaset bilimci Hannah Arendt’ın ifade ettiği gibi; adanmış ruhlar emri sorgulamaz, sadece itaat eder. Cihat adına DEAŞ’ın kötülüğü sıradanlaştırması da bu düşüncenin farklı bir örneğidir. Her ikisi de dünyayı kendi tanımladıkları düşmandan kurtardıklarını düşünüyorlardı, tıpkı bugün trollerin de yaptığı gibi. Sosyal medya ağları da onların en kötü fantezilerini ve psikolojik olarak rahatsız edici eylemlerini göz önünde sergilemeleri için imkân sunuyor.

Kamusal alanın sonu ve hakikati kirletmek

Bugün geldiğimiz noktada trolleşme kamusal alanın sonunu getirmek üzere. Çünkü ona ait tüm değerleri tehdit ediyor. Düşünce en kıymetli hazinemizken, trolleşmeyle birlikte saçmalık hakikatin yerine geçiyor.

Oysa İslam düşüncesi tarih boyunca hakikat ve gerçeklikten beslenmiştir. İster felsefe ister İslam teolojisi olsun varlığın bilinebilirliği ve gerçekliğini savunmuştur. Üstelik bu savunu çoğu kez kuşkucu felsefeye karşı olmuştur. Her şeyden kuşku duyan, “varlık var mıdır, yok mudur bunu bilemeyiz” diyen kuşkuculuğa karşı gerçekliği savunmak Tanrı için de zorunlu görülmüştür. Çünkü kuşkunun olduğu yerde Tanrı’ya imandan da bahsetmek mümkün değildir. Descartes’in “düşünüyorum o halde varım” diyerek ifade etmek istediği gibi. Kuşku bende sona erer ve düşündüğümü bilmek varlığın temelidir. Fakat şimdi düşünmenin trolleşmesi ile birlikte İslam düşüncesinin tüm imkânını da yok etmiş olmuyor muyuz? Çünkü hakikati kirletiyoruz.

‘Savaş hiledir’ gibi, sığ bir gerekçenin arkasına sığınmak bizi kurtaramayacaktır. Elinden ve dilinden emin olunan Müslüman imajı ne olacak, hiç düşündünüz mü? “Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın” (Maide:8) hükmü sosyal medyada geçerli değil mi? Sahte profillerin arkasına saklanarak Tanrı’yı kandırabilir miyiz?

Mevlana der ki, “Doğruluk, Musa’nın asâsı gibidir. Eğrilik ise sihirbazın sihrine benzer. Doğruluk ortaya çıkınca onların hepsini yutar.” Bu yüzden bir düşüncenin trolleşmesi sıdkın, doğruluğun ve güvenin ölümüdür. Hele bu İslam gibi ahlaki bir toplum inşası iddiası taşıyorsa o zaman kendi elinizle ahlaki toplumun sonunu getiriyorsunuz demektir.

Düşüncenin trolleşmesi sadece kamusal alanı yıkmıyor; aynı zamanda herkesin herkesle savaş içinde olduğu bir dünya yaratarak hakikatin anlamını yitirdiği bir kaos yaratıyor. Sadece karşı mahalleye karşı değil başka yaşamlara karşı da bizi duyarsızlaştırıyor, kendi mahallelerimizin bile sorunlarını konuşamaz oluyoruz.

Trolleşme ve nefret: Ahlaki çöküntünün habercileri

Düşüncenin trolleşmesi içimizdeki nefreti dizginleyecek olan sağduyu ve aklı da etkisizleştiriyor, pasifize ediyor. Trol, muhalif olana kızmaz ondan nefret eder, trolün kullandığı dil de bir karşı söylem değil, bir nefret söylemidir. Çünkü ancak nefret böyle sürekli bir saldırıyı motive edebilir. Kızmak, sinirlenmek insani bir duygudur. Ama nefret özellikle de bir yaşam tarzı olarak uzun süreli nefret öyle değildir. Kızgınlık durumunda kişi fevri davranabilir, kendisine gelir ve durumu düzeltmeye çalışır.

Oysa nefret eden kişi içinde bulunduğu duygu ve bakış açısını dünya görüşünün bir parçası haline getirir. Herkesten ya da sadece belirli kişi ve gruplardan nefret etmeyi de seçebilir. Bir bakıma kendisine yeni bir kimlik ve dünya görüşü edinir. Nefret, içinde bulunduğu durumu makulleştirir ve meşrulaştırır, “haksızlığa uğruyoruz bu yüzden yok etmemiz gerekir” gibi bir durumu da savunmaya götürür insanı. Dolayısıyla haksızlığa karşı gelmek için kullanacağı her araç haklılaştırılmış olur. Bir mazlumdan bir zalim doğar.

Tüm bu nedenlerle trolleşme ve nefret ahlaki bir çöküntünün habercisidir. Çünkü ahlak ötekini de kapsayan, kendine yaklaştıran, husumeti bitiren, birini diğerine karşı sorumlu kılan insani bir durumdur. Ahlakla bağı olan kişi diğer insanlarla birlikte ortak bir dünya kurar; nefret duygusu ise kişinin, ahlak dünyasından sökülüp atılmasına neden olur. Nefret edenler diğerlerinin de nefret etmesini arzu eder, nefretin istediği yıkıcılığı diğerlerinin de istemesini ve katılmasını ister. Bir bakıma kendi kurduğu dünyaya katılmayan kendi mahallesinden de nefret etmeye başlar. Bu da moral dünyanın yıkılması anlamına gelir.

Düşüncenin trolleşmesi herkesi içine doğru çeken bir gayya kuyusu gibi. Hepimizi tüketiyor, daha kötüsü de ahlaki olanın sonunu getiriyor. Dolayısıyla Müslümanlar için trolleşmeye direnmek bir ahlak çağrısıdır.

Twitter’dan takip edin: @hilmidemir60

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 20 Mayıs 2020’de yayımlanmıştır.

Hilmi Demir
Hilmi Demir
Prof. Dr. Hilmi Demir, TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) Orta Asya ve Orta Doğu Araştırma Enstitüsü Direktörü, Radikalleşme, Selefilik, İslami Hareketler Uzmanı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x