Aristoteles, Metafizik adlı eserinde “Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler.” der.
Bilmek, hayretin ve merakın, yani öğrenme isteğinin sonucu olarak ortaya çıkar ve bilmek ancak akıl sahibi olmak ve bu aklı doğru kullanmakla mümkün olur. Bu açıdan bakıldığında bilmenin bir hayretin sonucu olduğu da söylenebilir. Çünkü bilmeyi istemek için hayret edebilmek gerekir.
Aslında içerisinde barındırdığı canlı cansız milyonlarca varlık ile bizim de içinde bulunduğumuz evren, tüm renkleri, derinliği, karanlığı ve ışıltısıyla dünya, insanın bizzat kendi bedeni ve iç dünyası, yaşam ile ölümün iç içeliği, başlı başına bir muamma olan zaman, hayatın başlangıç aşamalarında tüm insanlarda hayret duygusu uyandırır.
İşte bu nedenle bütün çocuklar, konuşmaya başlar başlamaz “Bu ne? Neden böyle? Niçin öyle?” şeklinde onlarca soru sorarak bilmek, aldıkları yanıtlarla zihinlerini teskin etmek isterler. Bunu yaparken bilmenin ve anlamanın verdiği hazzın dışında herhangi bir çıkar peşinde de değildirler.
Fakat zamanla sordukları soruların yanıtsız bırakılması ya da bu sorulara kayıtsız kalınması gibi nedenlerle bu tür sorular onlar için önemini kaybeder; bu soruları sormaktan vazgeçer ve temelde yetişkinler tarafından oluşturulmuş gerçekliğe adapte olurlar. Aslında bu vazgeçiş onlar için büyük bir kayıptır.
Çocuklar yetişkinlerin dünyasına uyum sağlarken yaratıcılıklarını, hayret duygularını, yaşam coşkularını ve felsefi ilgilerini yitirirler.
Eğitimde felsefeye niçin yer verilmeli?
Felsefi ilgiyi kaybetmenin bir diğer nedeni, eğitimde felsefeye yeterince değer verilmemesi.
Chicago Üniversitesi felsefe bölümü profesörlerinden Martha C. Nussbaum’un Her Şey Çıkar İçin mi? isimli kitabında ileri sürdüğü gibi günümüzde özellikle ekonomik büyümenin esas alınmasıyla birlikte eğitim de bundan nasibini aldı, daha faydacı, pazar ve kariyer odaklı hale geldi. Sonuç olarak ekonomik karşılığı olmayan değerler gözden düştü. Bundan nasibini alan alanlardan biri de felsefe oldu.
Ancak göz ardı edilmemelidir ki insan tek boyutlu, yalnızca üreten ve tüketen bir varlık değil. En temelde insan, anlam arayışında olan bir varlık. Bu nedenle maddi zenginlik onun “iyi bir yaşam” sürmesi için yeterli değil.
Bu, insanın maddi ya da biyolojik ihtiyaçlarını inkâr etmek değil; insanın yalnızca bunları tatmin ile yetinemeyeceğini, onun bundan daha fazlasına ihtiyaç duyduğunu söylemektir. Dinlerin, mitolojinin ve felsefenin varlık nedeni işte bu ihtiyaçtır.
Ne yapmalı, nasıl yaşamalı?
Evrene ilişkin soruların yanında insanın ne yapması ya da nasıl yaşaması gerektiğine ilişkin sorular da büyük önem taşır. Antik Yunan’dan itibaren bu tür sorulara yanıt vermek üzere birçok filozof ve felsefe okulu ortaya çıktı.
Bu konuda özellikle etik alanda en çok öne çıkan isimlerden biri, “Nasıl yaşamalı?” sorusunu merkeze alan ve hem kendi döneminde hem de sonrasında sarsıcı bir etki bırakan Sokrates.
Nasıl yaşanması gerektiği sorusuna kendi yanıtlarını veren Kinik Okulu, Epikurosçuluk, Stoacılık gibi felsefe okullarının kendilerini Sokratesçi saymalarının nedeni Sokrates’ten bir şekilde etkilenmiş olmalarıdır.
Kuşkusuz bu ve diğer felsefe okullarının amacı, felsefi nitelikteki sorulara teorik yanıtlar vermekten ibaret değildi.
Önemli felsefe tarihçilerinden biri olan Pierre Hadot, Antik Çağ’daki felsefe okullarının yalnızca kuramsal bilgi vermediğini, eğitimde ruhani alıştırmaların da önemli bir yeri olduğunu anlatır. Bu alıştırmaların amacı, bunları uygulayan özneyi değiştirmek ve dönüştürmektir. Çünkü bu felsefi okullar için felsefe, her şeyden önce söyleme sıkı sıkıya bağlı bir yaşam biçimiydi. Alıştırmalarla hem dünya görüşünün dönüştürülmesi hem de kişiliğin başkalaşması hedeflenmekteydi.
Hadot’nun verdiği bilgiler felsefenin sözlük anlamı ile de tutarlıdır.
Bilgeliği sevmek
Felsefe, sevgi anlamına gelen “philo” sözcüğü ile bilgelik anlamındaki “sophia” sözcüğünden türetilmiş bir kelime.
Görüldüğü üzere felsefe bilgiyi sevmek değil, onu da kapsayacak ancak onunla kısıtlı olmayacak şekilde bilgeliği sevmektir. Bilgelik, bilmekle beraber yaşamayı ve olmayı gerektirir.
Felsefi yaşamdan felsefi söyleme
Ancak tarihi seyir içinde hem felsefenin ne tür bir etkinlik olduğuna dair anlayışta hem de felsefi yazım tarzında değişim oldu; 17. ve 18. yüzyıllardan itibaren filozoflar kendi felsefelerini sistematik incelemeler şeklinde kaleme almaya başladılar.
Felsefe formel bir biçim kazandı. Orijinallik başlıca amaç haline geldi, karmaşık olmaya çalışan bir söylem revaç kazandı.
Nihayetinde felsefe, felsefi yaşamdan uzaklaşarak felsefi söyleme ağırlık verdi, karmaşık söylemler önem kazandı, böylece dar bir akademik felsefe çevresi dışında kalan insanlara hitap edemez hale geldi. Bu çevre dışında kalan geniş kitleler için felsefi söylemin fazla karmaşık olması onları felsefeden uzaklaştırdı.
Filozofların kurama öncelik vermesi, halkın ise felsefi kavramsallaştırmaların ve felsefi dilin karmaşıklaşmasından dolayı felsefeye yabancılaşması felsefenin Antik Çağ’daki konumunu değiştirdi. Artık felsefe bilgeliği seven herkese değil, yalnızca karmaşık felsefi söylemi anlayabilen küçük bir azınlığa hitap eder hale geldi.
Ancak belirtilmelidir ki felsefi söylemin değişmesinin tek nedeni filozofların bu yöndeki tercihi değil. Felsefenin belli alanlarında yaşanan gelişmeler, daha teknik bir dili gerektirdi ve bu nedenle halkın kolayca anlayamayacağı bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç duyuldu. Felsefi söylemin daha karmaşık hale gelmesinde bu gelişmenin de önemli bir etkisi oldu.
Bununla birlikte bilinmelidir ki felsefe o kadar zengin bir kaynaktır ki sadece uzmanlar değil, akıl sahibi her insan ondan fayda sağlayabilir.
Önyargılar da felsefeye düşman
Bazen dinî birtakım önyargıların da insanları felsefeden uzaklaştırdığı görülüyor. Bazı insanlar, felsefenin günah olduğunu ya da felsefeyle ilgilenirse dinî inancını kaybedeceğini düşünüyor, bu nedenle felsefeye mesafeli duruyor. Bu durum aslında kişinin kendi inancının sağlamlığına yeterince inanmadığını, onu en ufak bir sorgulamada yıkılacak kadar zayıf gördüğünü ortaya koyar. İnancının sağlamlığından emin olan kimse, onun sınanmasından korkmaz.
Görüldüğü üzere birden fazla neden, insanların felsefeyle ilgilenmelerine mani olabiliyor, onları felsefeden uzaklaştırabiliyor.
Ancak neden kaynaklanıyor olursa olsun bu tutum, insanın en temel veçhelerinden biri olan hakikate olan ilgisinin kaybı anlamına gelmiyor.
Felsefe bize ne katar?
Kuşkusuz felsefe, hakikate, etiğe, varoluşa ve gerçekliğe ilişkin en temel meselelerin çözümünü bize sunmayabilir fakat yine de André Comte-Sponville’nin tabiri ile “en temel sorular”ın var olduğunu gösterir ve bunlara berrak bir zihinle bakabilmeyi öğretir.
Felsefeyle meşgul olmak, en temel soruların yanıtlarının belki de tam olarak bulunamayacağını, bu çerçevede aklımızın ve bilgimizin bir sınırının olduğunu görmemizi sağlayabilir.
Ancak bilmediklerimizi ve bilemeyeceklerimizi görürken bildiklerimizin değerini de takdir edebiliriz.
Ayrıca evrene ve hayata bir çocuğunki gibi taze ve hayret dolu bir zihinle bakabilir, rutine bağlı yaşamımıza renk ve coşku katabiliriz. Böyle bir zihin, kanıksayarak duyarsızlaştığımız dünyaya yeniden merak ve heyecanla bakmamıza, uyuşukluk veya uyurgezerlikten kurtulmamıza, aslında zannettiğimizden çok daha azını bildiğimizi görerek kibrimizden arınmamıza ve tevazu kazanmamıza vesile olur.
Felsefeyle dostluk kurarak gireceğimiz yolda böylesi kazanımlar elde etmemiz son derece olasıdır ancak bu sürecin çok kolay olmayacağını, tabiri caizse dikensiz gül bahçesi beklemememiz gerektiğini hatırda tutmalıyız. Yol boyunca sarsılabilir, şaşkınlığa düşebilir, kararsızlıklar, ikilemler yaşayabilir ve belki de bazı önemli konularda ne kadar yanılmış olduğumuzu görebiliriz. Çünkü felsefe yolunda ilerlerken fark edeceğimiz önemli hususlardan biri, doğruluğundan emin olduğumuz pek çok kanaat ve inancın doğru olmayabileceği, hatta düpedüz yanlış olabileceği gerçeği olacaktır.
Bilginin tanımı başta olmak üzere doğruluk ölçütlerinin dahi ne kadar tartışmalı olduğunu görmek, doğru saydığımız pek çok inancımızın ne derece kesinlikten uzak olduğunu ve bunları temellendirmenin ne kadar güç olduğunu anlamamızı sağlayacaktır.
Yaşamımızı yönlendirirken ve günlük hayatımızda eylemde bulunurken referans aldığımız birtakım ilke ve inançlar vardır. Bunlar, gerçekliğe, adalete, erdeme, iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe, rasyonelliğe, insan doğasına, insan haklarına ya da özgürlüğe ilişkin olabilirler. Ancak biz bu inanç ve ilkeleri edinirken aktif, eleştirel ve sorgulayıcı bir tutumla hareket etmeyiz. İnsanlar bunları pasif bir tavırla, herhangi bir sorgulamaya tabi tutmadan benimser. Bunların hakikate uygunlukları, ne ölçüde sağlam ya da kesin oldukları, birbirleri ile tutarlı olup olmadıkları konusunda hayatın olağan akışı içinde pek bir endişe duyulmaz. Oysa çoğu durumda bunlar ne sandığımız kadar doğru, sağlam ya da kesin, ne de birbirleri ile tutarlıdırlar.
Felsefe, bize hasbelkader sahip olduğumuz bu inanç, ilke ve kanaatlerin ne kadar doğru, sağlam, kesin ve tutarlı olduklarını, gerçekten benimsenmeye değer olup olmadıklarını değerlendirme imkânı verir.
Ömrümüzü yanılgı ve yanılsamalar ile geçirmemek ya da bunlara adamamak için felsefi düşünmeye ihtiyaç duyarız. Bu ihtiyaç yalnızca alanı felsefe olan uzmanlar için değil, akıl sahibi herkes için söz konusudur. Bu nedenle bu ihtiyacı duyumsamıyor olsa bile akıl sahibi herkesin felsefeye ihtiyacı vardır.
Antik felsefeyi günümüze taşımak
Hadot gibi isimlerin geçmişte felsefenin sıradan insanlara da hitap ettiğini ortaya koymasından sonra Batı’da felsefeyi akademik alanın dışına çıkarıp halka tanıtmak üzere önemli çalışmalar yapılmaya başlandı.
Antik felsefeden, özellikle antik ahlak felsefelerinden ilham alınarak insanlara gündelik yaşamda kullanabilecekleri yaşam bilgelikleri sunuldu. Bu minvalde yapılan çalışmalarda nasıl Sokrates gibi düşünüleceği ya da nasıl bir Stoacı gibi yaşanacağı; yaşamın karşımıza çıkardığı zorluklarla nasıl mücadele edileceği ya da bu zorluklara nasıl bakılması gerektiği gösterildi.
Bu çalışmalarda temel alınan düşünce, felsefenin yaşamı iyileştirmede bir güce sahip olduğu ve insanların bu güçten faydalanabileceği. Ancak bu düşünce salt bir iddiadan ibaret değil.
Gerçekten de günümüzde felsefeyle ilgilenen birçok insan Antik Yunan bilgeliğinden faydalanarak yaşamını iyileştiriyor. Faydalanan bu kişi, ağır savaş koşullarında savaşan bir asker olabileceği gibi anksiyeteden mustarip bir öğrenci de olabiliyor. Danışanına yaşadıklarının kendi suçu olmadığını anlatmaya çalışan terapist de birkaç ay içinde öleceğini bilen kanser hastası da Stoacılıktan faydalanabilir.
Yaşam biçimi felsefe ile nasıl bilgelik kazanır/bilgelik haline getirilir?
Kuşkusuz yaşam bilgeliği noktasında hem geleneksel dinler hem de antik felsefe okulları birer alternatif. Kişi, bunlardan birini tercih etmekte özgürdür.
Bu tercih noktasında neyi seçtiğinden ziyade nasıl seçtiği tercihinin değerini belirler. Çeşitli alternatifler karşısında tercihini bilinçli bir şekilde, eleştirel düşünce yoluyla yapan kimse tercihi geleneksel bir yol olsa bile felsefi bir seçim yapmıştır.
Dolayısıyla ister antik bilgelikten isterse geleneksel değerlerden ya da modern düşüncelerden faydalanmak isteyelim mesele bilinçli bir yaşam biçimi olduğu sürece felsefeye ihtiyacımız var. Çünkü iyi ya da doğru yaşamdan, diğerlerinden üstün bir hayat biçiminden bahsettiğimiz ve bunun niçin iyi, doğru ya da üstün olduğunu açıklamaya başladığımız an farkında olmasak da felsefe yapıyoruzdur.
Akıl sahibi varlıklar olarak iyi ve doğru yaşamı bilmek ve yaşamak anlamında bilgelik isteriz. Bilgeliğe giden yol felsefeden, yani bilgeliği sevmekten geçer; o halde felsefeye karşı önyargılarımızı bir kenara koyalım ve onunla dost olalım.
Umulur ki bilge olmasak bile bilgeliğe yaklaşırız.
Kaynakça
André Compte-Sponville, Felsefeyi Takdimimdir.
Aristoteles, Metafizik.
Jules Evans, Hayat için Felsefe
Martha C. Nussbaum, Her Şey Çıkar İçin mi?
Pierre Hadot, İlkçağ Felsefesi Nedir?
Pierre Hadot, Ruhani Alıştırmalar ve Antik Felsefe.
Pierre Hadot, Yaşam için Felsefe.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 28 Kasım 2023’te yayımlanmıştır.