Dünyanın dört bir yanında toplumsal fay hatları derinleşiyor. Siyasetten spora, kültür-sanattan dini topluluklara kadar hemen her alanda kutuplaşma yükselişte. İnsanlar kendi “takımlarına” daha sıkı sarılırken, farklı düşünenlere karşı anlayış yerini öfkeye bırakıyor. Bu durum, sosyal psikolojinin en güncel araştırma başlıklarından birine dönüşmüş durumda: İnsanlar neden kendi kabilelerine bu kadar sadık? İşte bu soruya yanıt arayanlardan biri de emekli Harvard öğretim üyesi, risk algısı ve iletişimi uzmanı David Ropeik. Curing Cancer-phobia: How Risk, Fear, and Worry Mislead Us kitabının yazarı olan Ropeik, Psychology Today’de yayımlanan makalesinde kabile sadakatinin neden mantığın önüne geçtiğini ve bu eğilimin kökenlerini çarpıcı bir dille ele alıyor.
Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:
“Richard Nixon, “İnsanlar sevgiye değil, korkuya tepki verir” derken haksız değildi. Üstelik bugün korkulacak çok şey var: küresel savaş tehditleri, ekonomik belirsizlikler ve demokrasinin geleceğine dair artan endişeler. Ancak, farkında bile olmadan hissettiğimiz daha temel bir korku var: kabilemizden dışlanma korkusu.
Kabile içgüdülerinin toplumları parçaladığını gözlemlemek yeni bir durum değil. Pek çok kişi bu görüşü paylaşıyor. Ama bu içgüdünün nasıl olup da zeki, eğitimli insanları, kendi inançlarına aykırı herhangi bir kanıta karşı adeta “bilişsel olarak kör” hale getirdiğini açıklamak kolay değil.
Cevap bekleyen sorular
Kabile sadakatine duyduğumuz ihtiyaç neden bu kadar güçlü?
Neden bu ihtiyaç, sıradan anlaşmazlıkları kolayca şiddetli bir “biz ve onlar” çatışmasına dönüştürüyor?
Neden farklı değerleri olan aile bireylerini ya da arkadaşları düşman gibi görmeye başlıyoruz?
Kabile korumasına duyulan bu ilkel ihtiyaç, nasıl savaşlara ve soykırımlara varan yıkıcı sonuçlara yol açabiliyor?
Bu sorulara yanıt bulmak, yalnızca olguyu tespit etmekle değil; bu güdünün nereden kaynaklandığını ve ne kadar etkili olabileceğini anlamakla mümkün.
İnsan sosyal bir canlıdır. Tarih boyunca gruplar halinde yaşadık çünkü bu, hayatta kalmak için temel bir gerekliliktir. Kabilemizden korunma arayışı, bilinçaltının derinliklerine, hatta bilinç öncesi biyolojik davranış kalıplarına kadar uzanır.
Grup ile ters düşmenin fiziksel tepkimeleri
Siyaset, din, Filistin-İsrail meselesi ya da sadece rakip futbol takımları hakkında tartışırken göğsünüzde ya da midenizde bir sıkışma hissettiniz mi?
Bu, beyninizin bilinçli farkındalığı olmadan savaş, kaç veya don tepkisini tetikleyen bir tehdide verdiği biyolojik tepkidir. Vücut, sizi korumak için fizyolojik değişimlere başlar — düşünmeye fırsat bile kalmadan.
Bir arkadaşımın hikâyesi bu içgüdüyü çarpıcı biçimde ortaya koyuyor: Gençliğinde Mark, militan bir çevreciydi. Genetiği değiştirilmiş ürünlere karşı savaşan ve tarlaları sabote eden bir grubun aktif üyesiydi. Ancak bir kitap yazarken yaptığı araştırmalar, bu ürünlerin sanıldığı kadar tehlikeli olmadığını, hatta bazı faydalar sağladığını gösterdi. Fikrini değiştirdiğini açıklamak için iki yıl boyunca cesaret toplaması gerekti. “Sanki darağacında, ip boynumda, el kol mekanizmasını tutuyormuşum gibi hissettim,” dedi.
Bu tepki, sadece fikir değiştirmekten ibaret değildi. İçgüdüsel olarak, kabilesinden dışlanma korkusu, ölüm korkusu kadar güçlü bir tepki yaratmıştı. Beyni, fiziksel bir tehdit karşısında olduğu gibi alarma geçmişti.
Benzer bir durumu Francis Collins’in The Road to Wisdom kitabında aktardığı bir hikâye de ortaya koyuyor. Collins, muhafazakâr bir kilise papazının, cemaatine zor bir dönemde yardım etmeye çalışırken karşılaştığı direnci anlatıyor.
Cemaat üyeleri, sekülerizmin yükselmesi, Hristiyanlara yönelik düşmanlık ve geleneksel aile değerlerinin çözülmesi nedeniyle öfkeliydi.
Papaz, İncil’deki öğretileri hatırlattığında biri şöyle dedi: “Papaz, bu sözler belki İsa’nın zamanında işe yarardı. Ama biz şu anda savaştayız. Kötülüğe ve seküler radikalliğe karşı ölüm kalım savaşı veriyoruz.” Bu tür söylemler, tehdit algısının ne kadar içgüdüsel ve güçlü olduğunu gösteriyor.
Son yıllarda kabilecilik dünya genelinde bu kadar arttı?
Küreselleşen ekonomi, büyük kazananlar ve kaybedenler yarattı. Artan gelir eşitsizliği ve güvensizlik, bireylerin kontrol kaybı hissini artırdı. İnsanlar tehdit altında hissettikçe, içgüdüsel olarak kendi kabilelerine sığınıyorlar. Kabile sınırları kalınlaşıyor, zihinsel esneklik azalıyor, uzlaşma ortadan kalkıyor. Farklı düşünen insanlar kolayca “düşman” haline geliyor.
Tüm bunlar, inançlarımızı pekiştiren bilgileri öne çıkaran ve diğer her şeyi filtreleyen yeni dijital bilgi ortamıyla daha da körükleniyor. Yükselen popülizm ve “biz ve onlar” dili de bu sürecin yansımaları.
Eğer bu derin bölünmelerin yarattığı gerçek tehlikeyi azaltmak istiyorsak, güvenlik ihtiyacının düşünce ve davranışlarımızı ne ölçüde yönlendirdiğini anlamalıyız. Bu, eğitim seviyesiyle değil; insan doğasıyla ilgilidir. Bu kadar derine yerleşmiş bir hayatta kalma refleksi, yalnızca rasyonel argümanlarla ikna edilemez. Çözüm, çok daha derin ve yapıcı bir anlayış gerektirir.
Kabileye ait olma ihtiyacımızın güvenlikle ne kadar iç içe geçtiğini kabul ettiğimizde, farklı ve hatta çelişen değerlerin bir arada var olabileceği bir topluma (e pluribus unum: çokluktan birliğe) — doğru ilerlemeye başlayabiliriz. Bu farkındalık, kendi içgüdülerimizi aşmak ve daha az bölünmüş bir toplum yaratmak için gereken ilk adımdır.”
Bu yazı ilk kez 7 Ağustos 2025’te yayımlanmıştır.

https://www.psychologytoday.com/us/blog/how-risky-is-it-really/202507/tribalism-overwhelms-reason-because-it-keeps-us-safe