Ölümün yetişkin bir insan için bile kavraması ne denli güç bir kavram olduğunu biliyoruz. Peki, ölümü düşünmeye ilk ne zaman başlarız, ölümü algılayışımız yaşla birlikte değişim gösterir mi? Çocuk zihni belli bir aşamadan, genellikle üç yaşından itibaren, çeşitli vesilelerle, belli aralıklarla ama sürekli olarak ölüm ve doğumla ilgilenmeye, onları sorgulayıp ve anlamaya çalışır. Hareket edemeyen bir böcek, solmuş bir çiçek, ağır bir hastalık geçiren büyükbaba gibi gerekçelerle başlayan ölüme, doğuma, hayata dair sorgulama, artık hiç bitmez, belli aşamalar kat ederek, değişerek ve gelişerek ömrün sonuna kadar sürer.
Kimliğimiz geliştikten, kişiliğimiz sağlam temellere kavuştuktan sonra hayata ve ölüme dair sorgulamalarımız psikolojik olgunlaşmamızla at başı gider. Ama kimliğimiz oluşana kadar, ölüm algımız da zihnimizin gelişim düzeyine göre değişir.
Çocuklar, yaş ve gelişim düzeyleri doğrultusunda ölümü nasıl kavrar, ölüme nasıl tepkiler verirler, şimdi sırasıyla bunları ele alalım:
İki yaşa kadar çocuklar: Ölüm kavramını anlayamama ve eksiklik hissi
İki yaşından küçük bebekler, henüz ölümü algılayamaz, ölümle ilgili kavramları anlayamazlar. Ölüme ilişkin yegâne bilgileri, çevrelerindeki kişiler ölünce, onların artık aralarında olmadığını fark etmelerinden ibarettir. İki yaşından önce yaşamları açısından önemli kişileri kaybeden çocuklar, henüz diğer insanların temsillerini tam olarak iç-dünyalarına yerleştirmedikleri için yalnızca bir şeyin eksik olduğunu hissederler. Ama bu eksiklik hissi, açlık duygusundan pek de farklı değildir. Bu nedenle arada bir ölen kişinin adını söyler, başkalarını, evdeki resimleri ona benzetir, ölen kişinin koku, ses gibi özelliklerine özlediklerini gösteren davranışlarda bulunurlar. Fakat onlar için ölenin bir daha geri gelmeyeceğinin, ölümün geri dönüşsüz bir yolculuk olduğu sözlerinin hiçbir anlamı yoktur. Siz ne kadar ölenin geri gelmeyeceğini söyleseniz de çocuk, örneğin ona telefon etmek için ısrarcı olabilir.
Yaşamın ilk yıllarında bebeğin temel ilişkisi annesiyle kurduğudur. Dış dünyayla, başkalarıyla bağlantıyı annesi aracılığıyla ve onun üzerinden kurar. Bu dönemde ailede ya da tanıdık çevrede yaşanan bir kaybın, daha doğrusu kayıp yaşantısının neden olduğu değişiklikleri de doğrudan değil anne veya ona anne bakımını veren kimse sayesinde algılar. Anne, bir ölüm olayına aşırı tepki vermediği sürece yaşanan kayıp bebek üzerinde etkide bulunmayacaktır.
Anne, bebeğin yaşamında böylesine önemli ama tabii bir de annenin bizzat kendisinin ölme ihtimali var. Anneler de ölebilir hem de bebek daha küçücükken. Uzmanlar, bebeğin anne ölümünü algılama açısından ilk dokuz aylık dönemle dokuz ayla iki yaş arasında farklılık olacağını, ilk dokuz ayda yaşanacak anne kaybının, bebeğin iç-dünyasında sonraki dönem kadar etkiye yol açmayacağını söylüyorlar. Eğer yaşamın ilk aylarında annesi ölürse bebek bunu hisseder ama tam olarak anlayamaz. Annesinin uzun süreli yokluğu veya ölümü arasındaki farkı ayırt edemez. Tepkisi ve üzüntüsü, yeme, uyku, tuvalet alışkanlıklarında değişiklikler şeklinde kendini gösterir. Dokuz ay ile iki yaş arasında bilişsel bakımdan gelişme gösterdiğinden yani beyni ve zihni giderek geliştiğinden dünyayı algılama gücü artar.
Dokuz aylıktan önce annesini kaybeden bebek, annesinin yerine geçerek kendisine bakan kişiyi kabullenebilir ancak dokuz aylıktan sonra hele hele annesiyle güçlü duygusal bağlar oluşturabilmişse, bebeğin annenin yerine geçecek kişiyi benimseyebilmesi çok zordur, şiddetli protesto tepkileri verebilir. Bugün çağdaş psikiyatri, araştırmalarla desteklenen bulguların neticesinde, erken yaşlarda yaşanan anne kaybının annenin yerine geçebilecek ve onu aratmayacak kimselerle telafi edilmemesi halinde, çocuğun sonraki yaşamında ruhsal rahatsızlıklara yatkın, başkalarına inanmakta ve güvenmekte ciddi zorluklar yaşayacak biri olma ihtimalini yüksek görüyor.
İki – altı yaş arası çocuklar: Ölüm algısı ve büyüsellik etkisi
Çocukların ölüme ilişkin sınırlı ve belirsiz anlayışları yavaş yavaş değişmekle birlikte bu dönemde de sürer. Hâlâ ölümün kalıcı bir durum olduğunu tam olarak anlayabilmiş değillerdir, ölenin her an geri gelebileceğini sanabilir, gelecekte ölen kişiyle birlikte yapacakları işlerden söz edebilirler.
Okul öncesi dönem çocuklarının düşünce yapısında “büyüsellik” (bir büyücünün yaptığı türden işlerin gerçek hayatta mümkün olduğunu sanma) denilen olgu, belirgin biçimde kendisini gösterir. Bu, en iyi oyunlarında gözlenebilir. Yeterince dua ederlerse ya da dilek dilerlerse birçok şeyi yapmaya muktedir olabileceklerini, ölmüş bir kişiyi de yeniden canlandırabileceklerini düşünürler.
Çocuklar, bu yaşlarda da henüz ölümle ayrılığı birbirinden ayıramaz, eş tutmayı sürdürürler. Uykuyu bilirler ama uykunun ölümden farkını henüz tam olarak anlayamazlar. Birçok kültürde ölümün çocuklara uzun bir uyku olarak anlatılması, zaten var olan bu hatalı algıyı pekiştirir. Çalışmalar, bu yaş grubundaki çocuklarda görülen uyku bozukluklarının en önemli nedeninin, çocukların uyku ve ölüm benzerliğinden yola çıkarak uykuyu tehlikeli bir hal olarak görmeleri olduğunu ortaya koyuyor.
Araştırmalar, hastalıklı ölüm korkularımızın nedenleri arasında çocuklukta verilen hatalı din eğitiminin rolü üzerinde de duruyorlar. Ölüm denince hemen olumsuz bir hissiyata, cezalandırılma korkusuna kapılmamızda çocukluktaki zihin yapısını, ölümü algılama biçimlerini bilmeden sanki bir yetişkine verilir gibi yapılan hatalı din eğitiminin payından bahsediliyor.
Altı-dokuz yaş arası çocuklar: Ölümden en çok ve en olumsuz etkilenenler
Artık bu dönemde belli bir ölüm algısı şekillenmeye, ölümün bir son olduğu gerçeği algılanmaya başlamıştır. Bu yaş döneminde çocuk, geçmiş, şimdi ve gelecekle ilgili olarak zaman kavramını öğrenmiştir ve bu kavramı aksamalar olmakla birlikte hayatla ilişkilendirebilmektedir.
Zaman algısının gelişmesi, çocuğun ölüm kavramını anlamasını kolaylaştırmaktadır. Ölümü, yaşayan tüm canlı şeylerin sonlanması olarak, bir son olarak görür. Ölüm konularıyla fazlaca ilgilenmeye başlar. Ama bu henüz bir geçiş dönemidir. Ölümü, ölen kişinin artık geri gelmeyeceğini bilir ama henüz ölüm kavramını kişiselleştiremez, kendisinin ölümlü olduğunu düşünemez. Üstelik bir yandan da altı yaş öncesinin büyüsel düşünceleri zaman zaman etkisini sürdürmekte, çocuk, hâlâ büyüsel istek ve dileklerle ölümü alt edebilecek güce sahip olduğunu düşünmektedir.
Bu yaş dönemindeki çocuk, ölümü melekler, iskelet vs. ile canlandırma, somutlaştırma eğilimindedir. Ölümden bilemediği tuhaf yaratıkları sorumlu tuttuğu için bu yaratıkların bir gün kendisini ve sevdiklerini de alacağından endişe eder. Ruh, ceset, hayalet gibi kelimelerde korkar. Bu dönemde bazı çocuklar, geceleri ölüm temalı kâbuslar görebilirler.
Çocuk artık ölüm gerçeğini biraz olsun tanıdığı için, bir yakını vefat ettiğinde tıpkı yetişkin biri gibi kayıp sonrasında kedere kapılabilir. Ölen kişi aileden birisiyse güçlü duygusal tepkiler verebilir. Yaşadığı üzüntünün, kederin yoğunluğuna göre tepkileri değişebilir. Katıla katıla ağlayabildiği gibi, uyku, yemek yeme alışkanlıkları veya diğer davranışlarında değişiklikler meydana gelebilir. Yaşından daha küçük bir çocuk gibi davranabilir, saldırganlık, içe çekilme, yatağını ıslatma gibi davranış problemleri ortaya çıkabilir. Ama çocukta matem yaşantısı sırasında ortaya çıkan bu tür davranışlar için hemen telaşa kapılmamak gerekir. Eğer o güne kadar çocuğun ruhsal gelişimi iyi seyretmiş ve önemli bir ruhsal sorun yaşanmamışsa, büyük ihtimalle tüm bu belirtiler zaman içinde giderek azalıp yok olacaktır.
Hem ölümü kısmen de olsa algılamaları hem de büyüsel düşüncelere sahip olmaları nedeniyle altı-dokuz yaş arasındaki çocuklar, ölümden en çok ve en olumsuz biçimde etkilenirler. Çünkü bir yandan ölümün geri dönüşsüz olduğunu bilmekte ama bir yandan da büyüsel düşünceleri nedeniyle ölüme engel olamadıklarını sandıkları için kendilerini suçlu ve sorumlu hissedebilmektedirler. Ruh sağlığı çalışanları, eğitimciler ve çocuğun yakınlarının bu yaş döneminin özelliklerini mutlaka bilmeleri gerekir.
Dokuz-on iki yaş arası çocuklar: Ölüm gerçeğini kavrama ve korkular
Bu yaşlardaki çocuklar, gelişimsel olarak macera kitapları okur, hayaletlere ilişkin hikâyeler anlatır ve kahramanlarla ilgilenirler ama zihinsel ve ruhsal gelişimleri artık hayli ilerlemiştir. Ölümü gerçekçi olarak algılayabildikleri, ölümle ayrılığın farkını netleştirebildikleri yaş, on yaş civarıdır.
Çocuklar, bu dönemde teorik olarak da ölümle ilgilenmeye başlarlar. “İnsanlar başkalarına yer açmak için ölürler” gibi kendilerince felsefi tezler üretebilirler. Cenaze törenlerine ve ölüme ilişkin her şeye ilgi gösterir, olanı biteni anlamaya çalışırlar. Ölümün yaşlı, genç, çocuk, bebek demeyip, bizim bir insanı ne kadar sevdiğimize bakmayıp yaşayan her canlının başına bir gün kesinlikle gelecek bir olay olduğunu artık iyice bellerler. Bu durum, hele hele anne-babalarının ve sevdikleri kişilerin de ölebileceği ihtimali çocukları çok huzursuz eder, yakınlarının öldüğü kâbuslar görür ve korkular geliştirirler.
Bu kadar yetişkine benzer bilişsel bir kapasiteye sahip olmasına rağmen yine de ergenlik öncesindeki bir çocuğun bir yakınını kaybettiğinde verdiği tepkiler yetişkinlerinkine pek benzemez. Kimi zaman, çocuk, evde beslediği hayvanının ölümüne bir aile bireyinin ölümünden daha çok üzüldüğü sanılarak çevresindeki insanları kızdırabilir. Ama ilk bakışta oldukça tuhaf olan bu durumun açıklaması çok basittir. Çocuk, hangi kayıpla baş edebileceğini, üstesinden gelebileceğini düşünüyor, hissediyorsa ona ilişkin duygularını dışarı vurmakta beis görmez. Beslediği hayvanın ölümüne yoğun kederle tepki verebilir ama sevdiği birinin ölümü karşısında ne yapacağını bilemez, donar kalır, bu nedenle duygularını dışa vurması da beklenemez. Çocuğun hayatında çok önem verdiği bir insanın ölümü karşısında hissettiği çaresizlik ve tehdit duygusu inanılmaz boyutlardadır, ruhu bu acı gerçeği kaldırabilecek güçte değildir. Bu nedenle kendisini gerçekliğe kapatır, hiçbir şey yokmuş gibi davranarak bu acıdan kurtulabileceğini sanır.
On üç-on sekiz yaş: Ölüm kavramıyla yüzleşme
Nasıl ergenlik dönemi boyunca çocukluktan yetişkinliğe geçiliyorsa, ölüm gerçeği de giderek yetişkinler gibi algılanmaya başlıyor.
Ergenlik döneminde insan, yetişkin kimliğinin, nasıl bir insan olacağının arayışı içinde oluyor, adım adım kimliğini inşa ediyor. Bunun için kendi varoluşunu, hayatı, özellikle yaşamın anlamını sorgulamaya alıyor; “Hayat nedir?”, “Ölüm nedir?”, “Ben kimim?” gibi sorulara kendince cevap bulmaya çalışıyor. Bir ergen, zamanının önemli bir bölümünü ölüm hakkında felsefe yaparak, düşünüp hayal kurarak geçirebilir. Bu küçük filozofun düşünceleri arasında kendi ölümü de önemli bir yer tutar. Kendi cenaze törenini hayal ederek, kimlerin geleceğini, kendilerini ne kadar kötü hissedeceklerini, sağken ona daha iyi davranmaları gerektiğini, aksi halde pişmanlık duyacaklarını düşünür durur.
Ölüm üzerine bu denli kafa yoran ergenin, ölüm korkusu da çok artabilir hatta bazı ergenler ölüm korkusunu engellemek için yaşam şekillerinde değişiklik yapabilirler. Yetişkinlerin bu konudaki görüşlerine ihtiyaç duyarlar. Bu nedenle birilerinin onları dinlemesi oldukça önemlidir. Yakın çevrede bir ölüm yaşandığında suçluluk, kızgınlık veya sorumluluk hissedebilirler. Ölüm korkusunu bilinen usullerle yatıştıramayanlar, pervasızca araba kullanma, sarhoş olma, uyuşturucu madde kullanma gibi riskli davranışlara yönelebilirler.
Ancak söylediklerimizden ergenlik döneminde çok sık görülen bu tür risk alıcı tutumların hepsinin kökeninde ölüm korkusu bulunduğu gibi bir sonuç çıkarılmamalı. Aslında bu denli yoğun ölüm korkusu, ergenlerin çok az bir kısmında görülüyor. Risk alıcı tutumların büyük bölümünde ergenliğe özgü ben-merkezciliğin payı bulunuyor.
İlginç bir biçimde ergenler, çoğunlukla ölümün kendi başlarına gelmeyeceğini, adeta ölümden muaf olduklarını sanıyorlar, böyle düşünüp buna göre davranıyorlar. Tüm zamanlarını geleceklerini planlamak, bir başka deyişle kimlik gelişimleri için harcamak istiyorlar. Ama bu söylenenler tüm ergenleri niteleyemeyecek genellemeler… Bir yanda ölümden çok korkan, diğer yanda hiç ölmeyeceğini düşünürcesine ölüme aldırmadan yaşayan ergenler var ama arada birçok başka form da bulunuyor. Örneğin ölüme, hem başkalarının ölümüne hem kendi ölümlerine fazlasıyla kafa yoran, ölüm ihtimalini çok canlı tutarak hayat planı yapan, bu açılardan akranlarına hiç benzemeyen ergenler de görüyoruz.[1]
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 23 Ekim 2025’te yayımlanmıştır.
[1] Lütfen çocuklarda ölüm kavramı hakkında ayrıntılar için yazarın “Hoşçakal” (Kapı Yayınları) kitabına bakınız.