Duyabilmek, insanın dünya ile kurduğu en temel bağlardan biridir. Bir annenin ninnisi, dostların kahkahası, doğanın melodisi ya da sevdiğimiz bir şarkının ritmi… Tüm bu sesler, yaşantımızın ayrılmaz birer parçasıdır. Ancak bu ayrıcalık, herkes için erişilebilir değildir. Dünya genelinde milyonlarca insan işitme kaybı yaşıyor ve bu durum, sosyal hayatlarından eğitimlerine, hatta duygusal dünyalarına kadar birçok alanı etkiliyor. İşte tam da bu nedenle, işitme sağlığının önemini vurgulamak ve önlenebilir işitme kayıplarına dikkat çekmek amacıyla Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), 3 Mart’ı Dünya Kulak ve İşitme Günü olarak ilan etmiştir.
Bu özel gün, ilk olarak 2007 yılında Dünya Sağlık Örgütü’nün inisiyatifiyle kutlanmaya başlandı ve o günden bu yana her yıl belirlenen farklı temalar doğrultusunda farkındalık çalışmaları yürütülüyor. İşitme kaybı ve kulak sağlığına yönelik farkındalık oluşturmayı amaçlayan bu gün, erken teşhisin ve önleyici tedbirlerin önemini vurguluyor. Zira işitme kaybının büyük bir kısmı doğru müdahalelerle önlenebilir ya da kontrol altına alınabilir. Ancak toplumdaki bilinç eksikliği ve işitme sağlığına yönelik yanlış inanışlar, çoğu kişinin bu konuda geç kalmasına yol açıyor.
Dünya Kulak ve İşitme Günü sadece bireylerin değil, aynı zamanda devletlerin, sağlık kurumlarının ve eğitim sistemlerinin de üzerine düşen sorumlulukları hatırlatmaktadır. İşitme kaybı sadece bir sağlık meselesi değil, aynı zamanda bir iletişim hakkı, eğitim hakkı ve sosyal katılım meselesidir. Özellikle çocukluk döneminde teşhis edilmeyen işitme sorunları, bireyin akademik başarısını ve sosyal gelişimini ciddi şekilde etkileyebilir. Bu nedenle, işitme sağlığına yapılan her yatırım, bireylerin ve toplumların geleceğine yapılan bir yatırımdır.
Bu günün anlamı ve önemi sadece işitme kaybı yaşayan bireylere destek olmayı değil, aynı zamanda hepimizin duyma yetimizi koruma konusunda bilinçlenmesini de kapsar. Gürültü kirliliği, yanlış kulaklık kullanımı ve sağlıksız yaşam alışkanlıkları, modern dünyada işitme kaybının en büyük tetikleyicilerindendir. 3 Mart, bu konularda hepimizin daha bilinçli hareket etmesi gerektiğini hatırlatan önemli bir tarihtir.
Sessizliğin içinde: İşitme kaybının sosyal etkileri
İletişim, insanın en temel ihtiyaçlarından biridir. Bir bakış, bir jest, bir dokunuş elbette önemli olabilir; ancak kelimeler ve sesler olmadan iletişim kurmak, toplum içinde var olabilmek çok daha zorlayıcıdır. İşitme kaybı yaşayan bireyler için dünya, bazen bir duvarın ardındaki yankısız bir boşluk gibidir. Bu kayıp yalnızca fiziksel bir eksiklik değil, aynı zamanda sosyal ve duygusal boyutları olan bir durumdur.
Öncelikle, işitme kaybı bireylerin toplumsal etkileşimini doğrudan etkiler. Günlük sohbetlerden uzaklaşma, insanlarla iletişim kurarken sürekli bir çaba sarf etme ihtiyacı ve yanlış anlaşılmalardan doğan hayal kırıklıkları zamanla kişiyi yalnızlığa ve sosyal izolasyona sürükleyebilir. Özellikle işitme kaybı erken yaşta teşhis edilmezse, çocuklar dil gelişiminde gecikmeler yaşayabilir, eğitim hayatlarında geri kalabilir ve akranlarıyla sağlıklı ilişkiler kurmada zorlanabilirler.
İşitme kaybının getirdiği bir diğer büyük zorluk istihdam alanında ortaya çıkar. İş dünyasında iletişim, başarıya giden en önemli araçlardan biridir. Toplantılarda konuşulanları tam olarak duyamamak, telefon görüşmelerini yönetememek ya da takım çalışmasına dahil olamamak, işitme kaybı olan bireyler için büyük engeller yaratır. Çoğu zaman bu bireyler yeterince desteklenmediği için iş yerlerinde ayrımcılığa maruz kalabilir veya potansiyellerini tam anlamıyla ortaya koyamayabilirler.
Ancak en önemli sosyal etkilerden biri, duygusal ve psikolojik sonuçlar olarak karşımıza çıkar. İşitme kaybı yaşayan bireylerde depresyon, anksiyete ve düşük öz güven gibi psikolojik sorunların görülme olasılığı daha yüksektir. Kendi iç dünyalarına çekilmeleri, sosyalleşmekten kaçınmaları ve kendilerini toplumdan dışlanmış hissetmeleri, ruh sağlıklarını doğrudan etkileyebilir. “Kimse beni anlamıyor” duygusu, işitme kaybının en ağır sonuçlarından biri olabilir.
Ancak işitme kaybının sosyal etkileri kaçınılmaz bir kader değildir. Gelişen teknoloji, işitme cihazları ve koklear implantlar gibi çözümler sunarken, aynı zamanda toplumun daha kapsayıcı ve bilinçli olması bu bireylerin hayatlarını kolaylaştırabilir. İşaret dili eğitiminin yaygınlaştırılması, iş yerlerinde ve kamusal alanlarda daha erişilebilir düzenlemeler yapılması ve işitme kaybı konusunda farkındalığın artırılması, sosyal etkileri en aza indirmek için atılacak önemli adımlardır.
Duyabilmek: Farkına varmadığımız bir lütuf
Günlük hayatımızda farkında bile olmadan ne çok ses duyuyoruz: Sabah çalan alarm, kahve makinesinin tıkırtısı, ayaklarımızın parke zeminde çıkardığı hafif yankılar… Bunlar o kadar sıradan gelir ki, varlıklarını ancak yok olduklarında fark ederiz. Oysa duyabilmek, yalnızca işlevsel bir duyudan ibaret değildir; aksine, hayatla kurduğumuz en güçlü bağlardan biridir.
Bir annenin çocuğuna fısıldadığı sevgi dolu sözler, sevdiğimiz birinin kahkahası ya da rüzgârın ağaç yapraklarıyla oynarken çıkardığı hışırtı… Duyabilmek, anılarımızı renklendiren, duygularımıza şekil veren bir yetidir. Ancak çoğumuz için bu, üzerinde düşünmediğimiz bir ayrıcalıktır. Ancak bir gün, bir an için bile olsa bu yetiden mahrum kalırsak, işte o zaman onun gerçek değerini anlamaya başlarız.
Duyabilmek sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda bir hissetme biçimidir. Bir müzik parçasının tınısında hüzün ya da coşku hissetmek, dalga seslerinin huzur verici ritmiyle rahatlamak ya da bir tiyatro oyununda karakterlerin ses tonlarıyla duygularına tanıklık etmek… Tüm bunlar, duyma yetimiz sayesinde deneyimlediğimiz derin ve anlamlı anlardır. İşitme kaybı yaşayan bireyler içinse bu deneyimler farklı biçimlere dönüşür; kelimeler yalnızca yazılı birer sembol, müzik ise sessiz bir hareket haline gelir.
Duyabilmenin kıymetini anlamak için belki de zaman zaman seslerden uzaklaşmayı denemeliyiz. Bir sessizlik anında, hangi sesleri özleyeceğimizi düşünmek, duyma duyumuzun önemini fark etmemizi sağlayabilir. Çünkü çoğu zaman, bir şeyi kaybetmeden onun ne kadar değerli olduğunu anlamayız.
Gürültü kirliliğinden korunmak, sağlıklı işitme alışkanlıkları geliştirmek ve işitme kaybı yaşayan bireyler için daha erişilebilir bir dünya yaratmak, hepimizin sorumluluğudur. Çünkü seslerin dünyası, hepimiz için keşfedilmeye değer bir mucizedir. Ve belki de en önemlisi, duyabilmenin kıymetini fark ettiğimizde, aslında hayatın ne kadar anlamlı ve değerli olduğunu bir kez daha anlayabiliriz.
Sessiz dünyanın hikâyeleri: Gerçek ve kurgu arasında işitme kaybı
Gündelik hayat, küçük ritüellerle şekillenir. Sabah uyandığımızda duyduğumuz ilk sesler —belki bir çalar saat, belki kuş cıvıltıları— günün başlangıcına işaret eder. Yolda karşılaştığımız biriyle kısa bir sohbet, bir kahve makinesinin çıkardığı tanıdık uğultu, bir arkadaşımızın ses tonundaki neşeyi ya da hüznü fark etmek… Tüm bunlar, farkında olmadan alışkanlıklarımızın bir parçası haline gelir. Ancak işitme kaybı yaşayan bireyler için bu ritüeller, eksik parçalarla doludur. İnsanlarla iletişim kurarken sürekli dudak okumaya çalışmak, bir sohbette kopukluk yaşamak, telefon konuşmalarından kaçınmak ya da kalabalık ortamlarda tamamen dışlanmış hissetmek… İşitme kaybı, yalnızca bir sağlık sorunu değil, bireyin dünya ile olan bağlarını yeniden kurmasını gerektiren bir durumdur.
İlginçtir ki, popüler kültür işitme kaybını bazen bir dezavantaj, bazen de olağanüstü bir yeteneğe dönüşen bir unsur olarak ele alır. Romanlardan filmlere, hatta video oyunlarına kadar birçok eser, bu sessiz dünyanın farklı yansımalarını bizlere sunar. Ancak gerçek hayatta yaşanan zorluklar ile kurgu eserlerdeki temsiller her zaman örtüşmez.
Edebiyat ve sinemada işitme kaybı
Edebiyat dünyasında işitme kaybı bazen karakter gelişiminin bir parçası olarak kullanılır. Mark Medoff’un “Children of a Lesser God” (Başka Tanrının Çocukları) adlı tiyatro oyunu, işitme engelli bir kadın ile duyan bir adam arasındaki ilişkiyi işler ve işitme kaybının yalnızca fiziksel değil, sosyal ve duygusal bir bariyer olduğunu gösterir. Benzer şekilde, “Keller’in Hikâyesi” (Helen Keller’in otobiyografisi) işitme ve görme engelli bir bireyin dünyayı nasıl algıladığını ve eğitimle nasıl dönüşebildiğini anlatır.
Sinemada işitme kaybı çoğu zaman dramatik bir unsur olarak işlenir. “Sound of Metal” (2019) filmi, bir müzisyenin işitme kaybı sonrası yaşadığı varoluşsal kriz üzerinden bu konuyu çarpıcı bir şekilde işler. Filmde, sesin bir anda kaybolması, izleyiciyi de karakterin yaşadığı kaybı deneyimlemeye zorlar. “A Quiet Place” (Sessiz Bir Yer, 2018) filminde ise işitme engelli bir karakterin sessiz dünyaya karşı daha avantajlı olduğu bir senaryo oluşturulur. Bu tür filmler, işitme kaybını bazen bir eksiklik, bazen de bir güç olarak resmeder.
Oyun dünyasında işitme kaybı
Video oyunları da işitme engelli karakterleri giderek daha fazla işlemeye başladı. The Last of Us Part II oyununda bir işitme cihazı kullanan karakter bulunurken, Hellblade: Senua’s Sacrifice gibi oyunlar seslerin duyulmasının ve kaybının psikolojik etkilerini yansıtır. Ancak çoğu oyunda işitme kaybı olan karakterlerin temsilinin az olduğu veya yeterince gerçekçi işlenmediği de söylenebilir. Bunun yanı sıra, oyun endüstrisinde işitme engelli oyuncular için altyazılar, titreşimli uyarılar gibi erişilebilirlik seçenekleri geliştirilmiş olsa da, hâlâ tam anlamıyla kapsayıcı bir tasarıma ulaşılamamıştır.
Gerçek ile kurgu arasındaki uçurum
Popüler kültür eserleri, işitme kaybını bazen romantize eder, bazen de aşılması gereken trajik bir engel olarak sunar. Oysa gerçek hayatta işitme kaybı, tamamen siyah-beyaz bir konu değildir. Bir insanın işitme kaybı yaşaması, onun tamamen sessiz bir dünyaya hapsolduğu anlamına gelmez. Teknoloji, işaret dili ve diğer iletişim araçları sayesinde insanlar dünyayla bağlantı kurabilir, ancak toplumun bilinçsizliği ve empati eksikliği çoğu zaman işitme kaybını daha büyük bir problem haline getirir.
Bir filmi izleyip karakterin işitme kaybını nasıl aştığını görmek bizi etkileyebilir, ancak asıl mesele, günlük hayatta bu bireylerin yaşadığı gerçek zorlukları fark edip onlara destek olabilmektir. Kurgu dünyasında işitme kaybı bazen dramatik bir hikâye unsuru olarak kullanılırken, gerçek dünyada işitme kaybı yaşayan insanlar yalnızca ‘sessiz bir kahraman’ değil, seslerini duyurmayı hak eden bireylerdir.
Sessizliğe ses olmak: Toplum ve devletin sorumluluğu
İnsan, başına gelmeyen bir şeyi tam anlamıyla kavrayamaz. İşitme kaybı yaşayan birinin dünyasını anlayabilmek için yalnızca birkaç dakikalığına kulaklarımızı tıkamak yetmez; çünkü bu deneyim, yalnızca bir ses kaybı değil, aynı zamanda toplumsal bir kopuş, bir mücadeledir. Empati eksikliği, işitme engelli bireyleri görünmez kılar. Onların yaşadığı zorlukları yalnızca bir anlatı ya da dramatik bir sahne olarak görüp geçmek, toplum olarak en büyük eksikliklerimizden biridir. Oysa bireyler arasındaki bağlar sayesinde bir toplumu ayakta tutarız; kimse, gerçek anlamda, tek başına yaşayamaz. Bu durumda, işitme engelli bireyler için toplum ve devlet olarak üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmek zorundayız.
Öncelikle, erişilebilirlik en büyük önceliklerden biri olmalıdır. İşaret dili eğitimleri yaygınlaştırılmalı, kamuya açık alanlarda altyazılar ve işaret dili tercümanları standart hale getirilmelidir. İş yerlerinde ve eğitim kurumlarında işitme engelli bireylerin gereksinimleri göz önüne alınmalı, onların aktif olarak topluma katılımı teşvik edilmelidir.
Teknoloji ve sağlık alanında da gelişmelerin desteklenmesi gerekir. İşitme cihazları ve koklear implantlar gibi çözümler, devlet destekleriyle daha ulaşılabilir hale getirilmeli, erken teşhis için düzenli tarama programları uygulanmalıdır. Özellikle yeni doğan işitme taramaları yaygınlaştırılarak, işitme kaybının erken yaşta tespit edilmesi sağlanmalıdır.
Ancak tüm bunlar yeterli değildir; asıl değişim, toplumun işitme engelli bireylere yönelik bakış açısında gerçekleşmelidir. Bu bireyler, sadece ‘yardıma muhtaç’ kişiler değil, topluma değer katan, sesleriyle veya sessizlikleriyle var olan insanlardır. Onları anlamak için sadece birkaç gün farkındalık kampanyaları düzenlemek yetmez; işitme kaybını normalleştiren ve kapsayıcılığı artıran bir toplumsal bilinç oluşturmak zorundayız.
Sonuç olarak, toplum, birbirine bağlı bireylerden oluşur ve kimse tam anlamıyla tek başına değildir. İşitme engeli, bireyin dünyasını değiştirse de onu toplumdan koparmaz, koparamaz… Eğer bir dünya herkes için eşit derecede erişilebilir olursa, yalnızca işitme engelli bireyler değil, tüm toplum kazanır. Ve belki de en önemlisi, bizler onların dünyasına gerçekten kulak verdiğimizde, kendi dünyamızı da daha iyi anlamaya başlarız belki de…
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 3 Mart 2025’te yayımlanmıştır.