Emeklilik: Bir son mu, bir başlangıç mı?

Emeklilik gerçekten bir özgürlük mü, yoksa görünmez bir yalnızlık mı? İnsan, alışkanlıklarını bırakınca kim kalır geriye? Hayatın en sessiz dönemeçlerinde, kendinle baş başa kalmaya hazır mısın? Ali Akça yazdı.

Emeklilik kelimesi çoğu kişide gri duvarlarla çevrili, yalnız bir hayat çağrıştırır. Oysa bazen en güzel şey, nihayet hayatın bize kalmasıdır. Yıllar sonra, takvimsiz bir sabah, sadece çayın buharıyla yüzleşmektir.

Kamu hizmetinde uzun yıllar çalıştıktan sonra gelen emeklilik, bazıları için bir düş kırıklığı, bazıları içinse bir yeniden doğuştur. Bu yeni dönemin ruh hâlini, gerçeklerini ve içsel keşfini samimi bir anlatıyla paylaşmak istedim.

Paulo Coelho’nun, “Her fırtına hayatını bozmak için gelmez. Bazıları yolunu temizlemek için gelir.” sözünü duyduğumda, içimde bir şeyler yerinden oynadı. Hayatımın tam da deli dalgalarla mücadele ettiği bir anındaydım. Yılların biriktirdiği yorgunlukla hâlâ ayakta; dirençli. Yaşanmışlıklarla yüklü; ama yine de umutlu. Her kasırga, arkasında bir iz bırakır. Benim izlerim zamanla acıya değil, anlamaya dönüşmüştü.

Eşik noktası: Çalışmak mı, çekilmek mi?

Hayat dediğimiz şey düz bir çizgi değil. “Herkesin hayatı roman olur” denir; benimkisi yazılamamış ama satır satır yaşanmış bir romandı. Bu roman; dramı bol, karakterleri güçlü, sahnesi görkemli, çatışmaları derin bir anlatıydı. Sayfaları bazen gözyaşıyla, çoğu zaman kahkahayla çevirdim. Nihayet o romanın sondan önceki bir bölümü daha bitti: Emekli oldum.

Hayat dediğimiz şey bir düzlük değil. “Herkesin hayatı roman olur” denir; benimkisi yazılamamış ama satır satır yaşanmış bir romandı. Bu romanın dramı bol, karakterleri güçlü, sahnesi görkemli, çatışmaları derin bir anlatıydı. Sayfaları bazen gözyaşıyla, çoğu zaman kahkahayla çevirdim. Nihayet o romanın sondan önceki bir bölümü daha bitti: Emekli oldum.

Türkiye’de kamu çalışanları, genellikle otuz yılı tamamladığında emekliliği düşünür. Ancak onu hak ettikleri zaman durum değişir. Çünkü o dönem çocukların üniversite masrafları, düğün hazırlıkları, artan yaşam giderleri birer engel gibi karşılarına dikilir. Ekonomik yük ağırdır, bu yüzden “biraz daha çalışayım” demek zorunda kalırlar. Oysa memuriyet, yirmi beş yıldan sonra sabır ve dayanıklılık isteyen çekilmez bir göreve dönüşür Tahammül eşiği düşer, hastalıklar kendini göstermeye başlar.

Otuz beş yıl boyunca aynı binanın aynı katında, aynı koltukta oturmuş; öğlen yemeğinde trans yağlarla pişen hep aynı çorbayı içmiş, aynı köşedeki büfeden göbek oluşturan simit almış bir memur düşünün. Emeklilik, onun için sadece bir işten değil; alışkanlıklardan, geçmişten, hatta hayattan kopmak gibidir. Bu yüzden gönülsüzce çalışmaya devam eder; çünkü dışarıda onu bekleyen yeni bir dünya olduğuna inancı çoktan solmuştur. Emeklilikte, onu bir boşluğun ve içine çekileceği bir uçurumun beklediğine inanır.

Kırk yıl ağır ceza reisliği yapmış, yetmiş yaşını geçmiş bir hâkim ile yürüyüş parkımda hemen hemen her gün karşılaşır, selamlaşırdım. Neredeyse aynı giysi, bir elinde dolu bir poşet, diğer kolunda bir omuz çantası; metrodan çıkıp ağır ağır yürüyerek evine giderdi. Kendisine bir gün durup “Çalışmaya devam mı?” diye sorduğumda; “Hanım evden ‘kovduğu’ için avukatlık, büroma gidiyorum; arkadaşlar geliyor, bir şeyler soruyorlar, sohbet edip çay kahve içiyoruz, akşama doğru eve dönüyorum. Yürüyüş olsun diye parka girip yolumu biraz uzatıyorum.” dedi.

Emeklilikte zamanla yüzleşmek

Aslında emeklilik bir son değil. Zihnin ve bedenin yıllarca süren ayrı yürüyüşünün nihayet el ele verdiği güzel bir dönemeçtir. Her sabah aynı saatte evden çıkarken fark etmediğimiz, arkamızdan bakan gözlerin artık bizimle olması… Aile soframızı “işe gitmeliyim” diyerek geride bırakmamak… Kahvaltı masasında yarım bırakılan sıcacık çayın bizimle kalması… Mevsim değişimlerinde takvimi değiştirmek değil, onu doya doya yaşamak… Bir sabah uyandığınızda; saat çalmıyor, telaş yok, ajandanız bomboş. O an fark ediyorsunuz: Hayat, ilk kez ve gerçekten size ait.

Artık sabahları kahvaltıyı aceleyle yapmıyorum. Balkona çıktığımda kuş cıvıltılarını duyuyorum. Çayı demliyorum, pencereye oturuyorum, karşı fırına giden komşuları tek tek tanıyorum. Kuş seslerini dinliyor, duvar saatinin tik taklarını saymıyorum. Yavaşlık bir lüks değilmiş; meğer bir devrimmiş. Bunu anlamak, yıllar sürüyor.

İnsanın kendine ait zamanı olması garip geliyor önce. Ne yapacağını bilemiyor insan. Sonra alışıyorsun. Okunmamış kitaplar sıraya giriyor, ertelenmiş hayaller usulca kapıyı tıklatıyor. Hevesli dizler gezmek istiyor, susturulmuş arzular tekrar canlanıyor. İnsan, yeniden kendine dönüyor.

Elbette kolay olmuyor. Veda edip alışkanlıklardan sıyrılmanın içimde açtığı boşluk büyüktü. Masam, dosyalarım, kahve fincanım, pencereden bakan çocukluğum… Tüm geçmişim bir anda yüzüme çarptı. Çok sevdiğim bir söz gibi, “Gecenin en karanlık anı, şafaktan hemen öncedir.” Benim şafağım, emeklilikle söküyor.

Bir sistem sorunu olarak emeklilik

Şüphesiz yüz yüze gelinen bazı gerçekler de yok değil. Emekliliğin en temel meselesi, geçimi sürdürebilmek ve zamanı anlamlı tüketebilmektir. İnsan, çalıştığı dönemdeki hayat standardından kopuyor; ancak onca yıl emek verdikten sonra geçim sıkıntısına düşmemeli. Çünkü herkesin hayalindeki huzurlu emeklilik, ekonomik gerçeklerin gölgesinde kolayca silikleşebiliyor.

Yaş haddinden emekli olanlar genellikle daha huzurludur. Onlar, sonuna kadar çalışıp bu hakkı doya doya kazanmış insanlar oldukları için vicdanları rahattır. Evde eşleri tarafından durmadan “dırdır”a maruz kalmazlar. Emeklilik onlar için adeta bir madalya gibidir. Maaşlarının düşmesi ise kendi kusurları değil, sistemin gelir dağılımındaki adaletsizliklerin sonucudur. Bayanların emekliliği apayrıdır; onlar aralarında daha çabuk organize olurlar, gün yaparlar.

Erken emekli olanlar içinse durum biraz daha kırmızı çizgilidir. Eğer emeklilik sonrasına dair ikinci bir iş, plan ya da meşguliyet yoksa hayattan tat alma duygusu yavaş yavaş zedelenebilir. Kişi, “yaşamın amacı sona erdi” hissine kapılabilir. Bu da, arkadaş çevresi olmayanlara fizyolojik ve psikolojik bir çöküşü beraberinde getirebilir.

Haziran 2025 itibarıyla bir kaymakam görevdeyken yaklaşık 154 bin TL maaş alıyorken, emekli olduğunda bu rakam 52 bin TL’ye düşüyor. Profesörler 62 bin TL civarında bir emekli maaşı alıyor. Benzer şekilde, Hazine ve Maliye Bakanlığı’nda görev yapan bir uzman çalışırken 90 bin TL civarında maaş alırken, emekli olunca bu miktar 45 bin TL’ye iniyor. Bir memur, görevdeyken 60 bin TL maaş alırken, emekli olduğunda bu rakam 25 bin TL seviyelerine geriliyor. Emeklilikte işçiler daha da fazla alıyor.

Diğer taraftan, emeklilik yaşı piyangoya benziyor. EYT’liler, ‘emeklilik garanti olsun’ diye erken yaşta emekli oldular; ama şimdi mutsuzlar. Devlet memurları 65 yaşa, profesörler 72 yaşa kadar çalışabiliyor. Asker ve polislerin yıpranma payları var. Çalıştıkları her yıl için 90 gün ilave hizmet yapmış sayılıyorlar. Böylece 20 yıl çalışan bir polis memuru, 5 yıl yıpranma payı kazanıp 25 yılını dolduruyor. Banka personeli 50 yaşından sonra pek çalıştırılmıyor, zorunlu emekli ediliyor. Kısaca, emeklilikte yaş sanki “ezogelin çorbası” gibi bir şey: karmakarışık.

Resmî verilere göre, 2025 yılı sonunda Türkiye’de EYT dahil SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı kapsamında emekli sayısı 16 milyona ulaşmıştır. Bakanlar, milletvekilleri ve bazı üst düzey bürokratlar hariç, tatmin edici emekli maaşı alan kişi sayısı yok denecek kadar azdır. Ancak onların bile maaşı, gerçek enflasyon karşısında hızla erimektedir.

Geniş kitleleri oluşturan emekliler, asgarî ücret düzeyinde bir gelirle yaşam mücadelesi vermektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verileri, gelir dağılımındaki uçurumu açıkça göstermektedir. En yüksek gelir grubunun toplam gelirden aldığı pay %47 iken, en düşük gelir grubunun payı yalnızca %5,8’dir. Emeklilerin %80’i açlık sınırının altında, %90’a yakını ise yoksulluk sınırının içinde yaşamaktadır. Araştırmalara göre, emeklilerin %73’ü günlük gazete bile alamazken, %89’u kitaplardan uzak kalmıştır. “Emekliliğiniz boyunca mutlu musunuz?” sorusuna verilen cevaplar ise iç karartıcıdır: %95,6 hayır; sadece %4,4 evet.

Emekliliğin en zorlu sınavı sağlıktır. Hastanelerde uzayan kuyruklar, geciken muayeneler, yüksek tedavi masrafları sağlık sisteminin yetersizliğini gözler önüne serer. Emekliler, en basit tedavileri bile karşılamakta zorlanır. Bugün birkaç diş implantı birkaç bin doları bulmaktadır. Bu durumda, emekli maaşının yetersizliği daha da yakıcı hâle gelir. Güvenli bir emeklilik düşüncesi yerini, “Ne zaman ve nerede yeniden çalışabilirim?” kaygısına bırakmaktadır. Çalışan milyonlarca insan, bu tabloyu görüp 65 yaş haddiyle çalışmayı tek çıkış olarak düşünür. Bu da gençlerin istihdam şansını düşürür, kamu kadrolarını gereğinden fazla kalabalıklaştırır.

Aslında yaş derken, 60 yaşında bir çalışan işe ayağını sürüye sürüye, istemeksizin gidebiliyor. Birçok yaş haddinden emekli olan kişi ise çok zinde ve tecrübesinin zirvesinde 70–75 yaşına kadar keyif ve üretkenlikle çalışabilir. Ancak kamuda yasa buna izin vermiyor. Buna karşın, “maaşım düşecek” korkusuyla son 10–15 yılını bankamatik olarak geçirenler var; kuruma gelip sübvansiyonlu öğle yemeğini yiyip, bedava servisle evlerine dönüyorlar. Daha ilginci var; Her kurumda sayısı yüzleri bulan ‘bankamatik memurları’ var. Kimse memnun ve mutlu değil; herkesin bir mutsuzluk nedeni var.

Yeniden başlamak, ama nasıl?

Düşünün! Aynı markete giden, aynı doğalgaz faturasını ödeyen, aynı eczaneye uğrayan bir insanın, bir gecede geliri üçte birine düşüyor. Üstelik bu insanlar yıllarca ülkesine sadakatle hizmet etmiş kişiler. Maaş artışları ise yüksek enflasyon karşısında eriyor; emeklilik ikramiyesi artık orta sınıf bir arabanın yarısı bile etmiyor. Eğer zamanında bir ev alınmamışsa, emeklinin yüksek kira bedelleriyle baş etmesi imkânsıza yakın. Barınma bile bir lüks hâline geldi.

Bu yüzden, emeklilik yalnızca bugünün değil, onlarca yıl öncesinden planlanması gereken bir durum. Gelecekteki emekli, zamanla yarışarak kendi kaderini kısmen de olsa belirlemeli. Kurumdan kalan her izin günü, bir keşif rotasına dönüştürülmeli. İçeride biriken boşluk, gezerek, görerek, öğrenerek doldurulmalı.

Anadolu’nun yollarında yürümek, köy kahvelerinde çay içmek, sahaflarda kitap karıştırmak… Havaalanlarında sadece uçakları değil, kendini beklemek… İçinizdeki çocuk, “Hadi artık sıra sende.” diyecek. Ve siz de yola çıkacaksınız. Ancak hangi maaş ile? Avrupalı bir emekli olsanız, her yıl bir başka ülke, dünyayı gezersiniz. Türkiye’de zorda kalsanız emekli maaşı ile huzur evinde bile kalamazsınız.

Emeklilik bir statü değil sadece; bir geçiş. Bir son değil, farklı bir tür başlangıç. Sistem dışına düşmek değil; sistemin seni fazlalık olarak görmeye başladığı anda, kendini yeniden var etmenin, yeniden tanımlamanın bir yolu. Evet, memuriyet bitecek. Kartvizitler, resmî unvanlar, protokoller geride kalacak. Ama bir yolculuk başlayacak: İç dünyaya doğru uzun, sessiz, derin bir yürüyüş.

Bu yürüyüşte insana eşlik eden artık takvim değil, vicdan olacak. Yetişmen gereken toplantılar değil; geç kalmamayı öğreneceğin anılar olacak. Kendine ait zamanı olmak bir nimetse, kendine ait hayatı olmak bir mucize. Önceden planlanan bir emeklilik hayatı, harika bir zaman dilimidir.

Şimdi, her sabah bir anlamla uyanmak… Şükretmekle başlayan, üretmekle devam eden, paylaşmakla çoğalan bir hayata adım atmak… Geçmişin hatalarını affedip, güzelliklerini cebine koyup geleceğe yürümek… Huzur, sade ve sakinlik belki de sadece budur.

Çünkü insan en çok, kendiyle barışabildiğinde dinlenir. Ve bazen gerçek emeklilik, hayattan değil, yalnızca yorgunluktan olur. Ama asıl emeklilik; seninle kalanlara daha sıkı sarıldığında, yanındakilerin ve elindekilerin kıymetini yürekten hissettiğinde başlar. Hayat, sana kalanlarla ne kadar zengin olduğunu o zaman fısıldar.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 30 Haziran 2025’te yayımlanmıştır.

Ali Akça
Ali Akça
Ali Akça - Uludağ Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden 1982 yılında mezun oldu. Fransa’nın Montpellier kentinde, Paul Valéry Üniversitesi’nde 1982–1984 yılları arasında dil eğitimi aldı ve çeşitli araştırmalarda bulundu. 1984–1986 yıllarında yedek subay olarak askerlik görevini tamamladı. 1992–1994 arasında Rouen Üniversitesi’nde İşletme Yüksek Lisansı yaptı. 2002–2006 yılları arasında Türkiye’nin Kuveyt Büyükelçiliği’nde ekonomi müşaviri olarak görev aldı. 38 yıl görev yaptığı Hazine Bakanlığı’ndan 2023 yılında emekli oldu. Şiir ve deneme yazıları kaleme alıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Emeklilik: Bir son mu, bir başlangıç mı?

Emeklilik gerçekten bir özgürlük mü, yoksa görünmez bir yalnızlık mı? İnsan, alışkanlıklarını bırakınca kim kalır geriye? Hayatın en sessiz dönemeçlerinde, kendinle baş başa kalmaya hazır mısın? Ali Akça yazdı.

Emeklilik kelimesi çoğu kişide gri duvarlarla çevrili, yalnız bir hayat çağrıştırır. Oysa bazen en güzel şey, nihayet hayatın bize kalmasıdır. Yıllar sonra, takvimsiz bir sabah, sadece çayın buharıyla yüzleşmektir.

Kamu hizmetinde uzun yıllar çalıştıktan sonra gelen emeklilik, bazıları için bir düş kırıklığı, bazıları içinse bir yeniden doğuştur. Bu yeni dönemin ruh hâlini, gerçeklerini ve içsel keşfini samimi bir anlatıyla paylaşmak istedim.

Paulo Coelho’nun, “Her fırtına hayatını bozmak için gelmez. Bazıları yolunu temizlemek için gelir.” sözünü duyduğumda, içimde bir şeyler yerinden oynadı. Hayatımın tam da deli dalgalarla mücadele ettiği bir anındaydım. Yılların biriktirdiği yorgunlukla hâlâ ayakta; dirençli. Yaşanmışlıklarla yüklü; ama yine de umutlu. Her kasırga, arkasında bir iz bırakır. Benim izlerim zamanla acıya değil, anlamaya dönüşmüştü.

Eşik noktası: Çalışmak mı, çekilmek mi?

Hayat dediğimiz şey düz bir çizgi değil. “Herkesin hayatı roman olur” denir; benimkisi yazılamamış ama satır satır yaşanmış bir romandı. Bu roman; dramı bol, karakterleri güçlü, sahnesi görkemli, çatışmaları derin bir anlatıydı. Sayfaları bazen gözyaşıyla, çoğu zaman kahkahayla çevirdim. Nihayet o romanın sondan önceki bir bölümü daha bitti: Emekli oldum.

Hayat dediğimiz şey bir düzlük değil. “Herkesin hayatı roman olur” denir; benimkisi yazılamamış ama satır satır yaşanmış bir romandı. Bu romanın dramı bol, karakterleri güçlü, sahnesi görkemli, çatışmaları derin bir anlatıydı. Sayfaları bazen gözyaşıyla, çoğu zaman kahkahayla çevirdim. Nihayet o romanın sondan önceki bir bölümü daha bitti: Emekli oldum.

Türkiye’de kamu çalışanları, genellikle otuz yılı tamamladığında emekliliği düşünür. Ancak onu hak ettikleri zaman durum değişir. Çünkü o dönem çocukların üniversite masrafları, düğün hazırlıkları, artan yaşam giderleri birer engel gibi karşılarına dikilir. Ekonomik yük ağırdır, bu yüzden “biraz daha çalışayım” demek zorunda kalırlar. Oysa memuriyet, yirmi beş yıldan sonra sabır ve dayanıklılık isteyen çekilmez bir göreve dönüşür Tahammül eşiği düşer, hastalıklar kendini göstermeye başlar.

Otuz beş yıl boyunca aynı binanın aynı katında, aynı koltukta oturmuş; öğlen yemeğinde trans yağlarla pişen hep aynı çorbayı içmiş, aynı köşedeki büfeden göbek oluşturan simit almış bir memur düşünün. Emeklilik, onun için sadece bir işten değil; alışkanlıklardan, geçmişten, hatta hayattan kopmak gibidir. Bu yüzden gönülsüzce çalışmaya devam eder; çünkü dışarıda onu bekleyen yeni bir dünya olduğuna inancı çoktan solmuştur. Emeklilikte, onu bir boşluğun ve içine çekileceği bir uçurumun beklediğine inanır.

Kırk yıl ağır ceza reisliği yapmış, yetmiş yaşını geçmiş bir hâkim ile yürüyüş parkımda hemen hemen her gün karşılaşır, selamlaşırdım. Neredeyse aynı giysi, bir elinde dolu bir poşet, diğer kolunda bir omuz çantası; metrodan çıkıp ağır ağır yürüyerek evine giderdi. Kendisine bir gün durup “Çalışmaya devam mı?” diye sorduğumda; “Hanım evden ‘kovduğu’ için avukatlık, büroma gidiyorum; arkadaşlar geliyor, bir şeyler soruyorlar, sohbet edip çay kahve içiyoruz, akşama doğru eve dönüyorum. Yürüyüş olsun diye parka girip yolumu biraz uzatıyorum.” dedi.

Emeklilikte zamanla yüzleşmek

Aslında emeklilik bir son değil. Zihnin ve bedenin yıllarca süren ayrı yürüyüşünün nihayet el ele verdiği güzel bir dönemeçtir. Her sabah aynı saatte evden çıkarken fark etmediğimiz, arkamızdan bakan gözlerin artık bizimle olması… Aile soframızı “işe gitmeliyim” diyerek geride bırakmamak… Kahvaltı masasında yarım bırakılan sıcacık çayın bizimle kalması… Mevsim değişimlerinde takvimi değiştirmek değil, onu doya doya yaşamak… Bir sabah uyandığınızda; saat çalmıyor, telaş yok, ajandanız bomboş. O an fark ediyorsunuz: Hayat, ilk kez ve gerçekten size ait.

Artık sabahları kahvaltıyı aceleyle yapmıyorum. Balkona çıktığımda kuş cıvıltılarını duyuyorum. Çayı demliyorum, pencereye oturuyorum, karşı fırına giden komşuları tek tek tanıyorum. Kuş seslerini dinliyor, duvar saatinin tik taklarını saymıyorum. Yavaşlık bir lüks değilmiş; meğer bir devrimmiş. Bunu anlamak, yıllar sürüyor.

İnsanın kendine ait zamanı olması garip geliyor önce. Ne yapacağını bilemiyor insan. Sonra alışıyorsun. Okunmamış kitaplar sıraya giriyor, ertelenmiş hayaller usulca kapıyı tıklatıyor. Hevesli dizler gezmek istiyor, susturulmuş arzular tekrar canlanıyor. İnsan, yeniden kendine dönüyor.

Elbette kolay olmuyor. Veda edip alışkanlıklardan sıyrılmanın içimde açtığı boşluk büyüktü. Masam, dosyalarım, kahve fincanım, pencereden bakan çocukluğum… Tüm geçmişim bir anda yüzüme çarptı. Çok sevdiğim bir söz gibi, “Gecenin en karanlık anı, şafaktan hemen öncedir.” Benim şafağım, emeklilikle söküyor.

Bir sistem sorunu olarak emeklilik

Şüphesiz yüz yüze gelinen bazı gerçekler de yok değil. Emekliliğin en temel meselesi, geçimi sürdürebilmek ve zamanı anlamlı tüketebilmektir. İnsan, çalıştığı dönemdeki hayat standardından kopuyor; ancak onca yıl emek verdikten sonra geçim sıkıntısına düşmemeli. Çünkü herkesin hayalindeki huzurlu emeklilik, ekonomik gerçeklerin gölgesinde kolayca silikleşebiliyor.

Yaş haddinden emekli olanlar genellikle daha huzurludur. Onlar, sonuna kadar çalışıp bu hakkı doya doya kazanmış insanlar oldukları için vicdanları rahattır. Evde eşleri tarafından durmadan “dırdır”a maruz kalmazlar. Emeklilik onlar için adeta bir madalya gibidir. Maaşlarının düşmesi ise kendi kusurları değil, sistemin gelir dağılımındaki adaletsizliklerin sonucudur. Bayanların emekliliği apayrıdır; onlar aralarında daha çabuk organize olurlar, gün yaparlar.

Erken emekli olanlar içinse durum biraz daha kırmızı çizgilidir. Eğer emeklilik sonrasına dair ikinci bir iş, plan ya da meşguliyet yoksa hayattan tat alma duygusu yavaş yavaş zedelenebilir. Kişi, “yaşamın amacı sona erdi” hissine kapılabilir. Bu da, arkadaş çevresi olmayanlara fizyolojik ve psikolojik bir çöküşü beraberinde getirebilir.

Haziran 2025 itibarıyla bir kaymakam görevdeyken yaklaşık 154 bin TL maaş alıyorken, emekli olduğunda bu rakam 52 bin TL’ye düşüyor. Profesörler 62 bin TL civarında bir emekli maaşı alıyor. Benzer şekilde, Hazine ve Maliye Bakanlığı’nda görev yapan bir uzman çalışırken 90 bin TL civarında maaş alırken, emekli olunca bu miktar 45 bin TL’ye iniyor. Bir memur, görevdeyken 60 bin TL maaş alırken, emekli olduğunda bu rakam 25 bin TL seviyelerine geriliyor. Emeklilikte işçiler daha da fazla alıyor.

Diğer taraftan, emeklilik yaşı piyangoya benziyor. EYT’liler, ‘emeklilik garanti olsun’ diye erken yaşta emekli oldular; ama şimdi mutsuzlar. Devlet memurları 65 yaşa, profesörler 72 yaşa kadar çalışabiliyor. Asker ve polislerin yıpranma payları var. Çalıştıkları her yıl için 90 gün ilave hizmet yapmış sayılıyorlar. Böylece 20 yıl çalışan bir polis memuru, 5 yıl yıpranma payı kazanıp 25 yılını dolduruyor. Banka personeli 50 yaşından sonra pek çalıştırılmıyor, zorunlu emekli ediliyor. Kısaca, emeklilikte yaş sanki “ezogelin çorbası” gibi bir şey: karmakarışık.

Resmî verilere göre, 2025 yılı sonunda Türkiye’de EYT dahil SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı kapsamında emekli sayısı 16 milyona ulaşmıştır. Bakanlar, milletvekilleri ve bazı üst düzey bürokratlar hariç, tatmin edici emekli maaşı alan kişi sayısı yok denecek kadar azdır. Ancak onların bile maaşı, gerçek enflasyon karşısında hızla erimektedir.

Geniş kitleleri oluşturan emekliler, asgarî ücret düzeyinde bir gelirle yaşam mücadelesi vermektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verileri, gelir dağılımındaki uçurumu açıkça göstermektedir. En yüksek gelir grubunun toplam gelirden aldığı pay %47 iken, en düşük gelir grubunun payı yalnızca %5,8’dir. Emeklilerin %80’i açlık sınırının altında, %90’a yakını ise yoksulluk sınırının içinde yaşamaktadır. Araştırmalara göre, emeklilerin %73’ü günlük gazete bile alamazken, %89’u kitaplardan uzak kalmıştır. “Emekliliğiniz boyunca mutlu musunuz?” sorusuna verilen cevaplar ise iç karartıcıdır: %95,6 hayır; sadece %4,4 evet.

Emekliliğin en zorlu sınavı sağlıktır. Hastanelerde uzayan kuyruklar, geciken muayeneler, yüksek tedavi masrafları sağlık sisteminin yetersizliğini gözler önüne serer. Emekliler, en basit tedavileri bile karşılamakta zorlanır. Bugün birkaç diş implantı birkaç bin doları bulmaktadır. Bu durumda, emekli maaşının yetersizliği daha da yakıcı hâle gelir. Güvenli bir emeklilik düşüncesi yerini, “Ne zaman ve nerede yeniden çalışabilirim?” kaygısına bırakmaktadır. Çalışan milyonlarca insan, bu tabloyu görüp 65 yaş haddiyle çalışmayı tek çıkış olarak düşünür. Bu da gençlerin istihdam şansını düşürür, kamu kadrolarını gereğinden fazla kalabalıklaştırır.

Aslında yaş derken, 60 yaşında bir çalışan işe ayağını sürüye sürüye, istemeksizin gidebiliyor. Birçok yaş haddinden emekli olan kişi ise çok zinde ve tecrübesinin zirvesinde 70–75 yaşına kadar keyif ve üretkenlikle çalışabilir. Ancak kamuda yasa buna izin vermiyor. Buna karşın, “maaşım düşecek” korkusuyla son 10–15 yılını bankamatik olarak geçirenler var; kuruma gelip sübvansiyonlu öğle yemeğini yiyip, bedava servisle evlerine dönüyorlar. Daha ilginci var; Her kurumda sayısı yüzleri bulan ‘bankamatik memurları’ var. Kimse memnun ve mutlu değil; herkesin bir mutsuzluk nedeni var.

Yeniden başlamak, ama nasıl?

Düşünün! Aynı markete giden, aynı doğalgaz faturasını ödeyen, aynı eczaneye uğrayan bir insanın, bir gecede geliri üçte birine düşüyor. Üstelik bu insanlar yıllarca ülkesine sadakatle hizmet etmiş kişiler. Maaş artışları ise yüksek enflasyon karşısında eriyor; emeklilik ikramiyesi artık orta sınıf bir arabanın yarısı bile etmiyor. Eğer zamanında bir ev alınmamışsa, emeklinin yüksek kira bedelleriyle baş etmesi imkânsıza yakın. Barınma bile bir lüks hâline geldi.

Bu yüzden, emeklilik yalnızca bugünün değil, onlarca yıl öncesinden planlanması gereken bir durum. Gelecekteki emekli, zamanla yarışarak kendi kaderini kısmen de olsa belirlemeli. Kurumdan kalan her izin günü, bir keşif rotasına dönüştürülmeli. İçeride biriken boşluk, gezerek, görerek, öğrenerek doldurulmalı.

Anadolu’nun yollarında yürümek, köy kahvelerinde çay içmek, sahaflarda kitap karıştırmak… Havaalanlarında sadece uçakları değil, kendini beklemek… İçinizdeki çocuk, “Hadi artık sıra sende.” diyecek. Ve siz de yola çıkacaksınız. Ancak hangi maaş ile? Avrupalı bir emekli olsanız, her yıl bir başka ülke, dünyayı gezersiniz. Türkiye’de zorda kalsanız emekli maaşı ile huzur evinde bile kalamazsınız.

Emeklilik bir statü değil sadece; bir geçiş. Bir son değil, farklı bir tür başlangıç. Sistem dışına düşmek değil; sistemin seni fazlalık olarak görmeye başladığı anda, kendini yeniden var etmenin, yeniden tanımlamanın bir yolu. Evet, memuriyet bitecek. Kartvizitler, resmî unvanlar, protokoller geride kalacak. Ama bir yolculuk başlayacak: İç dünyaya doğru uzun, sessiz, derin bir yürüyüş.

Bu yürüyüşte insana eşlik eden artık takvim değil, vicdan olacak. Yetişmen gereken toplantılar değil; geç kalmamayı öğreneceğin anılar olacak. Kendine ait zamanı olmak bir nimetse, kendine ait hayatı olmak bir mucize. Önceden planlanan bir emeklilik hayatı, harika bir zaman dilimidir.

Şimdi, her sabah bir anlamla uyanmak… Şükretmekle başlayan, üretmekle devam eden, paylaşmakla çoğalan bir hayata adım atmak… Geçmişin hatalarını affedip, güzelliklerini cebine koyup geleceğe yürümek… Huzur, sade ve sakinlik belki de sadece budur.

Çünkü insan en çok, kendiyle barışabildiğinde dinlenir. Ve bazen gerçek emeklilik, hayattan değil, yalnızca yorgunluktan olur. Ama asıl emeklilik; seninle kalanlara daha sıkı sarıldığında, yanındakilerin ve elindekilerin kıymetini yürekten hissettiğinde başlar. Hayat, sana kalanlarla ne kadar zengin olduğunu o zaman fısıldar.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 30 Haziran 2025’te yayımlanmıştır.

Ali Akça
Ali Akça
Ali Akça - Uludağ Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden 1982 yılında mezun oldu. Fransa’nın Montpellier kentinde, Paul Valéry Üniversitesi’nde 1982–1984 yılları arasında dil eğitimi aldı ve çeşitli araştırmalarda bulundu. 1984–1986 yıllarında yedek subay olarak askerlik görevini tamamladı. 1992–1994 arasında Rouen Üniversitesi’nde İşletme Yüksek Lisansı yaptı. 2002–2006 yılları arasında Türkiye’nin Kuveyt Büyükelçiliği’nde ekonomi müşaviri olarak görev aldı. 38 yıl görev yaptığı Hazine Bakanlığı’ndan 2023 yılında emekli oldu. Şiir ve deneme yazıları kaleme alıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x