Şu hayatın, büyük deveranın içinde, zamanın dev akışında bizim ömrümüzün yeri, nokta kadar bile değil. Öylesine başka şartlara bağlı ki yapıp etmelerimiz, hatta varlığımız, kişisel irademiz adeta “hüzünlü bir kelebeğin kanat çırpması” mesabesinde. Ama yine de ne ömrümüzü ne kişisel irademizi bir kenara atmalıyız. Hatta irademiz sayesinde özgürlüğe ve sonsuzluğa açılabilen muhteşem bir varlık olduğumuz düşüncelerimizi bu noktaya kadar ilerletebiliriz. Kendi hayatlarımıza verdiğimiz anlam, bu yolculukta kendimizi nereye yerleştirdiğimizle çok ilgili. Hayatımızın anlamı âleme ve büyük hayata bakışımızdan büyük ölçüde etkileniyor ama sabit değil; kişiden kişiye, günden güne, saatten saate değişebiliyor.
Hayatımızın anlamına tek bir cevap aramak, bir satranç şampiyonuna “Üstad, satrançta en iyi hamle hangisidir?” diye sormaya benziyor. Bir satranç karşılaşmasında taşların son konumu ve rakibin kişiliğine özgü durum göz önüne alınmadan, en iyi hamlenin hatta iyi bir hamlenin ne olduğunu söylemek mümkün değildir ki… Hayat da insan da çok değişken ve karmaşık… Değişmeyen, yalnızca içimizde bizi hiç durmadan her an anlama doğru iten kuvvet; nasıl yaşayacağımız, karşılaştığımız o ana özgü olarak şimdi ne yapmamız gerektiği sorusunun yakıcı acilliği…
‘Benden bir tane daha yok’, ama edepsiz de olamam
Bizim dışımızdaki büyük hayata dair bakışımızı ve ona yüklediğimiz anlamı paylaştığımız, bize benzer fikirleri olan birçok insan olabilir. Ama her insan gibi, her insanın hayatı da benzersiz ve biriciktir. Her insanın bulunduğu duruma özgü olarak yerine getirmesi gereken somut bir ödevi vardır. İç-dünyamızdan sürekli bir biçimde ahlak yasasının buyrukları, neyi nasıl yapmamız gerektiği konusunda komutlar yükselir. Üstelik insan teki olarak “biricik” olmamız, tamamen kendimize has niteliklerle donanmış bulunmamız nedeniyle bize düşen ödev, bizden başkası tarafından ifa edilemez.
Etkisi ilk bakışta bir kelebeğin kanat çırpışı mesabesinde görünse de hayatın içinde bizim aracılığımızla eyleme dökülecek bir canlılık, bir yaşam gücü, bir enerji, bir hızlanma ve çeşitlenme söz konusu. Tüm zamanlar içinde sizden yalnızca bir tane olduğu için uygulama söz konusu olduğunda sahip olduğunuz özgül fırsat da benzersiz. Eğer bu fırsatı kaçırır, eylemi uygulamaya sokmazsanız, o başka bir zamanda başkası tarafından yapılsa bile artık bambaşka bir eylemdir. Şimdi ne yapmamız gerektiğini bulmak, bilmek ve yapmak durumundayız. İşte bu yüzden, hepimiz anbean hayatı sorgularız, daha doğrusu hayat tarafından sorgulanırız; her an yeni bir anlam arayışı ve şekillenmesi gündemimizi doldurur. Hayatlarımıza verdiğimiz anlam, zaman ırmağının akışına göre değişir durur.
Böyle anlam arayışıyla kucak kucağa yaşayıp giderken arada bir “hayatın anlamı”na kafa yormamız, insan olma kaderimizdendir. Yaşantılarımızın bizzat kendisi, tek tek yaşadıklarımız sırasında hayatın anlamı sorusuna bizim üretebildiğimiz cevaplar, yaşama sorumluluğumuzu yerine getiriş tarzımızdır. Neyle meşgulsek, kendimizi neye vermişsek, dünyaya nasıl bağlanıp angaje olmuşsak anlam oradadır. Arada bir ayağımız kayabilir, yaşantımız sürçebilir, angajmanımız bozulur ve hayatın olağan akışının dışına düşebiliriz. Böyle zamanlarda yapmamız gereken, bir an önce niye olağan akışın dışına çıktığımıza bakmaya çalışmak, yaşadıklarımızı ve yapmak istediklerimizi sükûnetle gözden geçirmek ve ilk fırsatta bir yerinden yeniden hayata dahil olmaktır. Hani insanlar halay çekerken bizim de içimizden katılmak gelir ve bir yerinden zincire ekleniveririz ya, aynen öyle… Halay çeken, halayın coşkusunu içinde hisseden herkes hayatın anlamından emindir. Halaya katılmalıyız. Bizim hayattan ne beklediğimiz önemlidir amenna lakin hayatın da bizden beklentileri vardır. Denizde açılmak, yüzmek istiyorsan, denizin de senden ne istediğine kulak vermek zorundasın.
Hayat mücadeledir!
Yarın sabah yepyeni bir dünyaya uyanacağız ve bu dünya hakkında hiçbirimizin kesin bir bilgisi yok; neler olabileceği, bireysel yaşamlarımızda bizi nelerin beklediğiyle ilgili milyonlarca ihtimal var. Her ihtimale, kaderimizin önümüze açtığı her kapının ardında bizi bekleyenlere karşı hazır olmak, kendi planlarımızı ortaya koymak ve yeni durumlarda bu uğurda mücadele etmek, insan olarak elimizden gelen yapmak, bizden istenen budur. Yaşadığımız büyük sınav budur. Bu büyük sınavda başarılı olmaya çalışmak dışında, mutlu bir hayata giden hiçbir kestirme yol yoktur.
İyi, ama bu büyük sınavda başarılı olmanın ölçütü nedir? İşte hayat hakkındaki en hayati soru! Benim bulabildiğim cevap, iyi olmaya, iyiliğin kazanması için elimizden geleni yapmaya çalışmaktır. İyilik için iyi niyetle “elimizden geleni yapmaya çalışmak”, bunun için mücadele etmek; başka bir cevap bilmiyorum.
Hepimizin hayata verdiği anlamlar değişik olabilir; bizim için hayatın anlamları da zaman ve koşullar değiştikçe değişebilir. Ama anlam arayışımız bitmez, anlam arayışımızın bitmemesi demek, hayat bizatihi mücadele demektir. İnsan için hayatın mücadele demek olması, tüm canlılar için sözü edilen hayat kavgasıyla aynı şey değildir. “Hayat kavgası” sözüyle canlıların yaşamaları, var kalmaları için sürdürmeleri gereken çaba değil kastımız. Böyle bir çabayı zaten biyolojik program gereği, dürtüsel olarak gösteriyoruz, açlığımız ve susuzluğumuz bizi pençesine aldığında dilediği gibi yönlendiriyor. Hayatta kalmak için gereken tüm ihtiyaçları hep karşılansa bile, insan iradesiyle var olduğunu göstermek, kendisine bir “beylik alanı” açmak, gerçek ya da hayali bir hükümranlık sahası belirlemek, orayı özgürce yönettiğini hissetmek zorunda. İnsan bu iradi beceriyi, ancak anlam üreterek, kendi anlam dünyasına çobanlık ederek ifa edebilir. Öyle de yapıyoruz ama itiraf edelim ki içimizdeki ahlaki buyruğa hepimiz, her zaman aynı duyarlılıkta kulak veremiyoruz.
Hayat da değişiyor, biz de değişip duruyoruz. Anlam dünyamıza sahip çıkmak, çobanın sürüsüne sahip çıkmasından çok ama çok daha zor… Uğruna dünyaları vereceğimiz çocuk birden büyüyüveriyor, bizi dinlememeye başlıyor. Ölümün hangi saniye, hangi evden kimi alacağı belli değil. Hastalıklar, kazalar… Bugün aynı yola baş koyduğumuz yoldaşımız yarın bambaşka şeyler söylüyor, bizden uzaklaşıyor. Düne kadar hiç sevmediğimiz amirimiz öyle insani bir tavır alıyor ki hayatımıza sızıveriyor. Sevdiğimiz bir insanın kendi yoluna gitmesini ihanet olarak kodluyor, günümüzün büyük bölümünü ondan intikam almaya ayırabiliyoruz vs. vs. Bu hengâmede her yeni durumda anlam ağımızı yeniden gözden geçirmek durumundayız, asıl mücadele bu…
Hayat sadece mücadele değildir!
Lakin mücadele, hayata karşı tutumlarımızın sadece bir bölümünü kapsıyor; hayat yalnızca mücadeleden ibaret olsaydı, katlansak bile bir gün hepimiz parmağımızı kıpırdatamayacak ölçüde yorgun düşerdik. Hayat, birçok zaman da karşımıza çıkardıklarıyla, bize sunduğu ve bizim yüklediğimiz anlamla bizi bizden alıyor.
Şükürle, minnetle doluyoruz, iyi ki insan olarak dünyaya gelmiş ve bu ana tanık olmuşuz, iyi ki bu milletin, bu ailenin evladı olarak yaratılmışım dediğimiz zamanlar hiç de az değil… Annelik, babalık, evlat olmak, yurttaşlık, hemşerilik, yoldaşlık, dostluk, aşk gibi bağlar, bizim ve sevdiklerimizin başarıları öyle güzel duygularla dolduruyor ki içimizi… Sadece acı ve keder değil mutluluk ve sevinç dolu anlar da hayatın içinde yer aldığından, hangi zamanda yeni bir sürprizin çıkıp geleceğini bilmediğimizden, bir cana sahip olmanın, nefes alıp vermenin tadından ve birçok başka şeyden yaşama sevinciyle dolabiliyoruz. Bu yüzden mücadeleyle teşekkür iç içe hayatta hep.
Yaşamamız, dünyaya gelmiş olmamız, tek başına teşekkür nedeni; teşekkür etmemiz gereken öyle çok şey var ki aslında… “Yetenek, Allah vergisidir; mütevazı olun. Şöhret, insanlardandır; müteşekkir olun. Kendini beğenmişlik, sizdendir; dikkatli olun” denmesi boşuna değil…
Nasıl bilinçdışını, insan arzusunu ve onu harekete geçiren dinamikleri yalnızca Freudçu dürtülerle açıklayamıyorsak, insanın manevi varoluşunun da davranışlarında etkili olduğunu düşünüyorsak, hayatın da “Çok şükür” dediğimiz bir teşekkür boyutu da var.
Bir an için neler teşekkürü hak ediyor diye şöyle bir düşündüm, “sağlık”tan başlayarak kendime göre sıralama yapmak, hani Ramazan’da oruç açarken yapılan dualar var ya, onların bir benzerini yazmak istedim. Sonra vazgeçtim hemen, çünkü herkese göre değişebilir teşekkür listesi, sıralama yapıp sınırlandırmaya lüzum yok diye düşündüm. Üstelik teşekkür boyutu da tıpkı rıza ve sabır gibi pek mükemmel dindarlık şartı aramıyor. Şükür ve şükretmek dinî terminolojinin temel kavramlarındandır, doğru, ama sadece günümüz “Pozitif Psikoloji”si değil yıllar önce Melanie Klein’ın psikanalitik yaklaşımı da onun önemini kavramıştır. Görüşlerini daha önceki bir yazımızda ayrıntılı biçimde ele aldığımız Klein, insanın kişilik yapısının, şükran duygusunun sağlıklı gelişimi tarafından belirleneceği düşünür. Evet, herkes kendince teşekkür edebilir yaşadıklarına, hayattan aldığı tada, öğrendiklerine…
İrademiz bizi muhteşem kılıyor tamam, ama büyük hayat karşısında onun yalnızca hüzünlü bir kelebeğin kanat çırpışı kadar bir gücü olduğunu da unutmamalıyız. Kendimiz olmak, hayatımızı olumlu anlamlarla doldurmak için mücadeleye evet ama bu çabanın başımıza gelenlerde bir hikmet arama ve teslimiyet bilinciyle bir arada sürdürülmesi gerekiyor. Biz insanlık penceresinden baktığımızda bunları görüyoruz. Dindar olalım olmayalım, hayattaki bu manevi boyutun, tıpkı güzel bir ormanın tertemiz havasını teneffüs etmek gibi herkesin hissiyatına açık olduğunu arı duru hissediyoruz. İyilik için çabalamalı ve gerisini takdire bırakıp sabırla beklemeliyiz. Dileyenler beklerken buradaki görüşlerimizi daha ayrıntılı biçimde dile getirdiğimiz Hayatın Anlamı Var mı? kitabımızı veya şükür konusunda burada daha önce yazdıklarımızı okuyabilir:
Minnetin ışığıyla görmek: Şükrün unutulan dili
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 28 Ağustos 2025’te yayımlanmıştır.