İnsanlık özgürlüğünü nasıl icat etti: Bisikletin hikâyesi

İki tekerlek, bir dünya… Peki, bisiklet sadece bir araç mı, yoksa bir özgürlük manifestosu mu? Devrimlerin, sanatın, kadınların ve yalnız gezginlerin yol arkadaşı olan bisikletin tarihi boyunca nasıl bir direniş ve dönüşüm hikâyesi yazdığını keşfetmeye hazır mısınız? Zeynep Kasap yazdı.

Bisiklet… Yaz kış, genç yaşlı demeden herkesin binebildiği bir ulaşım aracı. Ama aynı zamanda bundan çok daha fazlası. Bisiklet sürmek, insana huzur veren, özgürlük hissi uyandıran bir eylem. Hele ki kadınlar için…

Bisiklete binmeyi otuzlu yaşlarımda öğrendim. Ama bisikletle ilgili beni en çok etkileyen anım çocukluğuma dayanıyor. Köye dedelerimi ziyarete gittiğimizde, bir arkadaşımla dolaşıp oynarken bizden küçük bir kızın, başında süslü bir yazmayla köy meydanında bisiklet sürdüğünü görmüştüm. O sahne hâlâ gözlerimin önünde. Ben büyükşehirde büyümüştüm; oysa o küçük köyde, kızlardan esirgenen birçok şey varken, bu kız başı dik bir şekilde bisikletiyle meydandan geçiyor, çayırların, derelerin etrafında adeta bir kelebek gibi uçuyordu. Şaşkınlık, hayranlık ve gıpta… Sonradan öğrendim ki o, Almanya’dan kesin dönüş yapan bir gurbetçi ailenin kızıymış. Bisikletini de Almanya’dan getirmiş. O görüntü hafızamdan hiç silinmedi. O an bana, özgürlüğün bir silueti gibi görünmüştü.

Ailem dar görüşlü değildi, ama bisiklet alamayacak kadar mütevazı bir hayatımız vardı. Bisiklet bir lükstü; isteyemezdim bile. Bizim nesil biraz böyleydi—ince düşünceli…

Kadınlar, bisiklet ve mücadele

İlk bisikletimi otuzlu yaşlarımın başında aldım. Sürmeyi bilmiyordum. Erkekler için bisiklete binmek doğal bir öğrenme süreciydi; arkadaşlarının bisikletine binerek ya da düşe kalka öğrenirlerdi. Ama bir kadının bisiklet sürmesi pek alışılmış bir durum değildi. Dalga geçilirim diye akşamları kimse görmeden binmeye çalıştım.

Bir akşam erkek kardeşim, “Anlaşıldı, ben bu işe el atmadan sen öğrenemeyeceksin,” dedi. Bisiklete bindim. Pedalları çevireceğim, o da arkadan tutacak. “Hadi, tutuyorum, pedalları bırakma,” dedi.

Sokağın sonuna geldiğimde, sokak lambasının ışığında gölgemi gördüm. Tek başımaydım. Kardeşim çoktan bırakmıştı. O anda fark ettim: Bisiklet kullanıyordum! Hem şaşkın, hem mutlu, hem de özgürdüm.

Bisiklet uzun süre yalnızca erkeklere ait bir özgürlüktü. Önce sadece zenginlerin, sonra yalnızca erkeklerin, ardından çocukların ve en nihayetinde kadınların hakkı oldu. Ama bu hak kolay elde edilmedi. Bisiklete binen kadınlar yıllarca yadırgandı, ayıplandı, engellenmeye çalışıldı.

Bisikletin zorlu yolu

Günümüzde birçok kadın bisiklete biniyor, ama ne yazık ki hâlâ tam anlamıyla özgür değiller. Bisiklete bakış açısı ülkeye, hatta semtlere göre bile değişebiliyor. Açık bir kadın bisiklet sürdüğünde engellenmek istenebiliyor, kapalı bir kadın bisiklet sürdüğünde ise eleştiriliyor. Gizli ya da açık baskılarla hâlâ karşılaşıyorlar.

Kadınların bisiklet mücadelesi devam ediyor. 2021’de Mardin’de bisiklete binmeyi yeni öğrenen bir kadının şu sözleri çok şey anlatıyor: “Çocukken bile erkeklere bisiklet alınırdı, kızlar süremez denirdi. Rüzgârı hiç hissetmemiştim, bisiklet sürdükten sonra rüzgârı hissettim.”

Özgürlüğün tekerlekleri

Bir zamanlar, insan yürümenin yetersiz olduğunu fark etti. Yollar uzundu, rüzgâr yavaş esiyordu, ayaklar yetişmiyordu zamanın hızına. Oysa gökyüzünde kuşlar, yerin altında su, kıvrılarak akıp gidiyordu. İnsan, doğaya bakıp sordu: Ben de akabilir miyim?

Sonra bir Fransız, Comte de Sivrac, kollarını sıvayıp iki tekerleği yan yana koydu. Adına “Celerifere” dedi. Ne bir pedal vardı ne de gidon. İnsan, kendi ayaklarıyla iterek ilerliyordu; ama bu, bir devrimdi.

Yıllar geçti. 1817’de Karl von Drais sahneye çıktı. O, bir eksikliği fark etti: Denge. Bir gidon yerleştirdi, bir sele ekledi. Böylece “Koşu Makinesi” doğdu. Artık rüzgâr biraz daha hızlanmıştı.

Sonra 1839’da, bir İskoç olan Kirkpatrick MacMillan pedalları ekledi. Pedallar, bisikleti gerçek bir yol arkadaşı yaptı. İnsan artık sadece iterek değil, basarak da ilerliyordu. Bacakları rüzgârla konuşuyordu.

Fakat yollar hâlâ sertti, tekerlekler gürültüyle dönüyordu. Derken 1860’larda Pierre Michaux sahneye çıktı ve “Velocipede”i icat etti. Pedallar öne eklendi, demir çerçeve daha sağlam hale geldi. Yine de, taşlı yollarda ilerlerken kemikler sızlıyor, kollar titriyordu. O yüzden halk ona başka bir isim taktı: Kemik sarsan.

Ama yolculuk burada bitmedi. 1885 yılında John Kemp Starley modern bisikletin ilk versiyonunu yaptı. Zincir eklendi, tekerlekler eşitlendi, denge kuruldu. Artık bu iki tekerlekli icat, sadece bir taşıma aracı değil, bir özgürlük simgesi oldu.

Zaman içinde insanlar ona farklı isimler verdiler. Velosiped dediler. Hobi atı oldu. Züppe atı dediler alayla. Kimileri ondan korktu, şeytan arabası dediler. Ama isimler değişse de onun ruhu hiç değişmedi.

O hep aynı şeyi fısıldadı: Sınırları unut. Pedal çevir. Özgürsün.

Bisiklet ve Osmanlı kadınları

19. yüzyılın sonlarında Avrupa sokaklarında bir fısıltı yükseliyordu. Korseler gevşetiliyor, etekler açılıyor, kadınlar ilk kez ayaklarını yerden kesiyordu. Bisiklet, sadece bir ulaşım aracı değildi artık; rüzgârı saçlarında hisseden, sokakları ve yolları kendi başına keşfetmeye cesaret eden kadınlar için bir devrimdi. Pedal çevirmek, zincirleri kırmaktı. Hareket etmek, hareketlenmekti.

Fakat bu özgürlük, Osmanlı topraklarına vardığında, gözler de kısıldı, dudaklar da büzüldü. Bisiklet, erkeklerin oyuncağıydı; kadınlar için değil, asla olamazdı. Ama tarih, daima sınırları aşanlarla yazılır. Ve kadınlar, o iki tekerlek üstünde özgürlüğün tadına varmaya başladığında, tartışmalar da alev aldı. Muhafazakâr çevreler için bu, bir iflah olmaz başkaldırıydı.

İşte o günlerde, bir kadın kalemiyle bir başka mücadele veriyordu: Fatma Aliye. Osmanlı’nın ilk kadın romancısı, kadınların sesini harf harf, kelime kelime geleceğe taşıyan bir öncüydü. Eğitim, bağımsızlık, toplumsal görünürlük… Onun dünyasında, kadınlar sadece eş, anne ya da kız kardeş değil; düşünen, yazan, öğrenen ve en önemlisi var olan bireylerdi.

Fatma Aliye’nin kalemle açtığı yollar, bisikletin tekerlekleriyle genişledi. Kadınların iki tekerlek üstünde, kendi başlarına ilerleyebilmesi, onun düşlediği modernleşmenin bir parçasıydı. Herkesin dilinde tek bir cümle vardı: “Kadın kısmısı bisiklete mi biner!” Ama kadınlar bindi. Üç tekerlekli bisikletiyle Çamlıca yollarında gezindiğinde, ardında hayretle bakan gözler bırakıyordu. Kimi öfkeyle, kimi şaşkınlıkla: “Sübhânallah, başımıza taş yağacak! Devir, kıyamet devridir!”

Oysa o kadınlar, pedal çevirdikçe dünya dönüyordu. Bisikletin tekerlekleri yalnızca yolları değil, zihinleri de aşıyordu. Ve her çevrilen pedal, kadınların özgürlük hikâyesine yeni bir satır ekliyordu.

İstanbul’da bisikletin ilk tekerlek izleri

Her devrim bir meydan okumayla başlar. 1868’de Fransa’nın Saint Cloud parkında düzenlenen ilk resmi bisiklet yarışı, sadece bir spor müsabakası değil, aynı zamanda özgürlüğe doğru atılmış ilk pedaldı. 1894-1895’te Annie Londonderry, bisikletiyle dünyayı turlayarak tarihe geçtiğinde, bu iki tekerlekli araç artık sadece bir ulaşım aracı olmaktan çıkmıştı. Kadınların, gezginlerin, devrimcilerin, maceraperestlerin yol arkadaşı olmuştu.

O yıllarda İngiltere ve Amerika, bisiklet için yollar inşa ediyor, caddeleri pürüzsüz hale getiriyordu. 1900 yılında Uluslararası Amatör Bisiklet Federasyonu kurulduğunda, bisiklet artık sadece bir özgürlük sembolü değil, resmî bir spor dalıydı. Ve dünya, yarışların hızına yetişmeye çalışıyordu.

Peki ya İstanbul?

Osmanlı başkentinde bisikletin halkın gözü önüne çıkışı, beklenmedik bir figürle gerçekleşti. İrlanda asıllı Amerikalı bir kadın: Mary Mills Patrick. Üsküdar’daki İstanbul Kız Koleji’nde felsefe hocası ve müdireydi. Ama onu esas farklı kılan, sadece bilgisi değil, cesaretiydi. Pantolonuyla, bisikletin üzerinde İstanbul sokaklarında pedal çevirirken halkın şaşkın bakışlarını topluyordu. Kimi hayranlıkla, kimi dehşetle izliyordu onu. Çünkü bir kadının bisiklete binmesi, yürüyüşünden farklıydı; hızlanmak, gitmek, yoldan çıkmak anlamına geliyordu.

Bu iki tekerlekli devrim, Osmanlı topraklarına girmeye başlamıştı. 1910-1912 yılları arasında Selanik’te ilk bisiklet yarışları düzenlendiğinde, artık bu garip “şeytan arabası” halkın gözünde bir eğlence, bir tutku ve hatta bir spor dalına dönüşmüştü.

Ve yıllar geçti…

Bugün şehirlerimizin sokaklarında, kıyılarında, dağlarında her türlü bisiklet görmek mümkün. Yüz milyonlarca bisiklet, dünyadaki araba sayısının iki katına ulaştı. Yolları kirletmez, doğayı zehirlemez, gürültüsü bile bir kuşun kanat çırpışı kadar hafiftir. Ama ne yazık ki, bisiklet yolları hâlâ eksik, zihniyetler hâlâ dirençli, şehirler ise hâlâ motorlu taşıtların istilası altında.

Oysa bir bisikletle şehir keşfedilir, bir bisikletle rüzgâr yakalanır, bir bisikletle özgürlüğe yol alınır. Ve her pedal çeviriş, geçmişte yola çıkan cesur insanların bıraktığı izlerin devamıdır.

Bisiklet ve devrimler: Pedallarla yazılan tarih

Devrimler yalnızca meydanlarda, pankartlarla, silahlarla yapılmaz. Kimi zaman bir fikirle, kimi zaman bir kalemle, kimi zaman da iki tekerlekle yazılır tarih. Bisiklet, yalnızca bir ulaşım aracı değil, toplumsal değişimin de bir motorudur. Pedallar döndükçe, eski kalıplar yıkılmış, yeni özgürlük alanları açılmıştır.

19. yüzyılın sonlarında, bisiklet Avrupa’da kadınların hareket özgürlüğünü değiştiren bir devrimci oldu. Etekler dar, bedenler kapatılmış, yollar kadınlar için hep dolaylıydı. Ama bisiklet, bedeni özgürleştirdi, kadınlara ilk kez bireysel hareket kabiliyeti verdi. Susan B. Anthony, kadın hakları için verdiği mücadelede bisikleti bir özgürlük nişanı olarak gördü ve şu sözleri söyledi: “Dünyada kadınların durumunu bisiklet kadar değiştiren başka bir şey yoktur.” Gerçekten de pedal çevirmek, yalnızca bir mekanik hareket değil, zincirlerini kırmak demekti. Kadınlar pedal çevirdikçe, patriyarka tökezledi.

Fransa’da, Paris Komünü zamanlarında işçiler bisikleti bir ulaşım aracı olarak benimsedi. Şehir barikatlarla doluyken, bisikletliler dar sokaklardan geçip mesajlar taşıyor, devrimciler için haberleşmeyi sağlıyordu. Hızlıydı, sessizdi, yakalanması zordu. 20. yüzyılın başında anarşistlerin ve devrimcilerin en çok kullandığı araçlardan biri oldu. Sokakları aşındıran bisikletler, sınırları aşındıran fikirlerin taşıyıcısıydı.

İkinci Dünya Savaşı’nda, işgal altındaki ülkelerde bisiklet, direnişçilerin silahsız silahıydı. Fransa’da, Hollanda’da, Danimarka’da, işgalcilerin ulaşımı kontrol ettiği günlerde, bisikletçilerin gizlice mesajlar taşıdığı anlatılır. Bisikletli postacılar, özgürlüğün gizli habercileriydi. Savaş sonrası Avrupa’nın yeniden inşasında da önemli bir rol oynadı; ekonomik çöküş içinde, otomobil lüksken, halk bisikletle hayata tutundu.

Bugün, iklim kriziyle mücadelede de bir devrimci olarak sahnede bisiklet. Otoriteler karbon salınımını azaltmanın yollarını tartışırken, sessizce yoluna devam eden milyonlarca bisikletli, devrimlerini sürdürüyor. Daha yeşil şehirler, daha yaşanabilir sokaklar, daha özgür bedenler için pedallar çevriliyor. Ve her bisiklet, geçmişteki büyük devrimcilerin mirasını taşıyor. Çünkü devrim, her zaman yüksek sesle bağırarak değil, bazen sadece bir pedal çevirerek de yapılır.

Edebiyatın iki teker üstündeki yolculuğu

Bisiklet, sadece yolları değil, hayalleri de aşındıran bir araç oldu. Bir çocukken ona sahip olmayı hayal edenler, bir yetişkinken onunla dünyayı keşfetmeyi düşleyenler, bisiklete binerken rüzgârı yüzlerinde hissedenler… Edebiyat da bu serüvenden nasibini aldı. Kalemlerini mürekkebe değil, pedallara batıran yazarlar, bisikleti özgürlüğün, yalnızlığın, kaçışın, keşfin ve direnmenin bir simgesi olarak anlatılarına taşıdı.

Mark Twain, düşe kalka bisiklet sürmeyi öğrenirken bu yeni icadın doğasında taşıdığı tuhaf mizahı fark etti. “Taming the Bicycle” adlı yazısında, bisikletle mücadelesini eğlenceli bir dille anlattı. Bisiklet, bir at gibi ehlileştirilmesi gereken bir varlıktı ona göre. Ama bir kez ustalaşınca, “insana özgürlük ve keyif verir,” diye yazdı. Twain’in cümlelerinde bisiklet, insanın doğayla ve kendi dengesizliğiyle giriştiği komik ama ciddi bir dansa dönüşüyordu.

Simone de Beauvoir içinse bisiklet, yalnızca bir araç değil, bir engelin aşılmasıydı. Küçüklüğünde pedal çevirmesine izin verilmemişti. Bisiklet sürmeyi, Paris’in işgal altındaki dar sokaklarında, gecikmiş bir özgürlük olarak öğrendi. İkinci Cins adlı eserinde kadınların hareket alanlarının kısıtlanmasını eleştirirken, bisikleti de bu kısıtlamanın bir sembolü olarak gösterdi. “T.E. Lawrence, 18 yaşında, bisikletle Fransa’yı bir uçtan bir uca dolaşmıştır. Genç bir kızın böyle bir yolculuğa çıkmasına asla izin verilmezdi,” diye yazıyordu. Oysa dünya, ancak pedallar çevrildikçe tanınır, özgürlük ancak yollara düşüldüğünde hissedilirdi.

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç romanında bir kadın, bisiklete binmeyi bir firar planı gibi anlatır: “Bir gün yeldirmemi giyip ağabeyimin bisikletiyle bizim ahır kapısından dışarıya fırladıktan sonra Samatya’ya doğru demiryolunu bir tutturursam iş olur biter!”

Ama toplumun baskısı bisikletin iki tekerinden bile daha ağırdır: “Ne kadar melek huylu bir kız olursan ol, herkesin içinde bir kere bisiklete binmek herkesi senden nefret ettirmeye yeter!”

Kadınlar için bisiklet, sadece bir ulaşım aracı değil, mahremiyetin dışına çıkma cesaretiydi. Pedal çevirirken, toplumun kurallarını da esnetiyorlardı.

Camus ve Sartre için bisiklet, bir düşünme biçimiydi. Sartre, yokuş aşağı hızla pedal çevirdiğinde, varoluşun getirdiği tüm soruları unuttuğunu yazıyordu Beauvoir’in günlüğünde. Bisiklet, bir felsefecinin en saf anıydı; yaşamın ta kendisiydi çünkü.

Ve Henry Miller, bisikleti yalnızlığın ve bağımsızlığın bir sembolü olarak gördü.

“Bisikletin üzerinde saatler geçirmeyi alışkanlık haline getirdikten sonra, arkadaşlarıma giderek daha az ihtiyaç duymaya başladım,” diyordu.

Bisikleti, dostlarından daha sadık bulmuştu. İnsan ilişkilerinin belirsizliği ve kırılganlığına karşın, bisikletin daima güvenilir olduğuna inanıyordu.

Tolstoy’un bisikleti

Bisiklete binmek için ne genç olmak gerekiyordu ne de cesur. 67 yaşında, Tolstoy, ilk kez bisiklet sürdü. Pedallara olan inancı, insanın kendini yenileme gücüne olan inancıyla aynıydı. Yaşamın son demlerinde bile öğrenilecek, keşfedilecek şeyler vardı. O gün bugündür, bisiklete binmeyi öğrenen her yaştaki insan için bir metafor var: “Tolstoy’un bisikleti.” Bu kavram, “Hiçbir şey için geç değildir.” demek. Hayatta yeni bir sayfa açmak, yeni bir beceri kazanmak, yeni bir yol keşfetmek için yaşın, zamanın, toplumun hiçbir anlamı yoktur. Tolstoy gibi 67 yaşında bisiklete binmeyi öğrenebilir, 70 yaşında yeni bir hayalin peşine düşebilirsin.

Bisiklet, edebiyatın satırları arasında sessizce dönmeye devam ediyor. Bazen bir kaçış aracı, bazen özgürlüğün sembolü, bazen yalnızlığın yoldaşı, bazen de çocukluğun masum hatırası… Ama her zaman bir şeyleri aşmanın, kendini bulmanın ve yola devam etmenin bir simgesi olarak.

Bisikletin sanattaki izleri: İki teker, sonsuz ilham

Bir sanatçının hayal dünyası, bir bisikletlinin geçtiği yollar gibidir — kıvrımlı, rüzgârlı, bazen taşlı, bazen pürüzsüz. Bisiklet yalnızca bir ulaşım aracı değildir; bir estetik, bir akış, bir ritim barındırır içinde. Tıpkı müzik gibi pedal çevrildikçe bir melodi doğar; tıpkı sinema gibi hızlandıkça bir sahne değişir; tıpkı resim gibi her dönüşte yeni bir manzara belirir. Sanat, bisikletin çelik gövdesine, dönen tekerleklerine, rüzgârla yarışan ruhuna her zaman ilgi duymuştur.

Bisikletin resme yansımaları: Modern sanatın büyük ustalarından Marcel Duchamp, sıradan nesneleri sanatla buluştururken bisikleti de unutmadı. 1913’te yaptığı Bisiklet Tekerleği (Roue de Bicyclette) adlı çalışmasında, bir tabureye bisiklet tekerleği yerleştirerek sanatın geleneksel kalıplarını yıktı. Duran bir bisiklet tekerleği, hareketin tam tersini ima ederken, aynı zamanda sürekli devinimin de sembolüydü. Bisiklet, burada yalnızca bir ulaşım aracı değil, düşüncenin döngüselliğini simgeliyordu.

Umberto Boccioni ve Fütüristler, hızın, dinamizmin ve modern çağın coşkusunu tuvale aktarırken, bisikleti de hareketin ve ilerlemenin simgesi olarak gördüler. İtalyan fütüristlerin tablolarında bisiklet, makineler ve insan enerjisiyle bütünleşerek çağın hızını anlatan bir metafora dönüştü.

Sinema – Bisiklet üzerinde hikâyeler: Sinema tarihinde de bisiklet, sadece bir araç olmaktan çok daha fazlası oldu. 1948 yapımı Bisiklet Hırsızları (Ladri di Biciclette), savaş sonrası yoksulluğun ve umutsuzluğun hikâyesini anlatırken, çalınan bir bisiklet bir ailenin hayatta kalma mücadelesini temsil ediyordu. Bisiklet, burada hem umut hem de kayıp anlamına geliyordu—hem bir kurtuluş hem de bir felaket.

1969’da Butch Cassidy and the Sundance Kid filminde Paul Newman’ın canlandırdığı Butch Cassidy, bisikletle yaptığı o efsanevi sahnede bisikleti âdeta bir özgürlük ve masumiyet simgesine dönüştürdü. Raindrops Keep Fallin’ on My Head (B.J.Thomas) şarkısıyla birlikte izleyenlere gülümseten o sahne, bisikletin çocukluk neşesini ve macera ruhunu taşıyan bir sanat nesnesi olabileceğini gösterdi.

Wim Wenders’in filmlerinde ise bisiklet, yolculuğun metaforudur. Bir kayboluşun, bir arayışın, bir özgürlüğün sembolü… Tıpkı hayatın kendisi gibi, kimi zaman düşer, kimi zaman yol alır.

Bisikletin müziği – Ritmin döngüsü: Müzikte de bisikletin izi vardır. Queen’in 1978 tarihli Bicycle Race şarkısı, bisikletin isyan dolu ruhunu temsil ederken, Kraftwerk’in Tour de France albümü, bisikleti bir ritim aracı hâline getirdi. Pedal çevirirken çıkan sesler, nefes alışları, ritmik vites değişimleri, elektronik müziğin soğuk mekanik yapısıyla birleşerek adeta bir yarışın içindeymiş hissi verdi.

Fransız müziğinde bisiklet, şansonların içinde sık sık yer buldu. Yves Montand’ın söylediği À Bicyclette, aşk ve nostaljiyi pedal çeviren âşıkların yolculuğunda buluşturdu. Bisiklet, müziğin içinde yalnızca bir nesne olarak değil, bir ritim, bir tempo, bir özgürlük duygusu olarak yankılandı.

Heykel ve bisiklet – Hurda metalden sanata: Sanatın üç boyutlu dünyasında da bisikletin yeri vardır. Heykel sanatçıları, bisiklet parçalarını kullanarak hurda metali sanata dönüştürdü. Kübist sanatçılar, bisikletin çarklarını, jantlarını ve zincirlerini soyut formlara dönüştürerek hareketin ve dengenin sanattaki karşılığını aradı. Jean Tinguely, kinetik heykellerinde bisiklet parçalarını kullanarak devingen bir sanat anlayışı yarattı.

Bugün birçok şehirde, terk edilmiş bisikletlerden yapılan heykeller bulunur. Çünkü bisiklet, tek başına bile bir sanat nesnesidir. Zarif kıvrımları, dengeyi bulma sanatı, hareketin estetiğiyle her zaman ilham verici olmuştur.

Pedallar ve sanat: Sonsuz bir ilham kaynağı

Bisiklet, resimde bir imge, sinemada bir karakter, müzikte bir ritim, heykelde bir form oldu. Her sanat dalında kendine bir yer buldu çünkü o yalnızca bir nesne değil, bir fikirdi. Bisiklet özgürlüğü temsil ettiğinde, sanat da onu sahiplendi. Bisiklet yalnızlığı anlattığında, yazarlar onu öykülerine dahil etti. Ve bisiklet hızlandığında, müzik onun ritmini yakaladı.

Sanat, insanın dünyayı anlama ve yeniden yaratma çabasıysa, bisiklet de insanın yolları aşma ve dünyayı kendi ritmiyle keşfetme çabasıdır. Belki de bu yüzden, bisikletin icadından bu yana, sanat ondan hiç vazgeçmedi.

Özgürlüğün pedalları

Bisiklet, yalnızca bir ulaşım aracı değil, bir hayat felsefesidir. O, bedenin ritmini, zihnin akışını ve ruhun özgürlüğünü bir araya getiren nadir mucizelerden biridir. Bir şehri, bir kasabayı, bir dağı ya da bir sahili en iyi bisikletle keşfedersiniz; çünkü bisiklet size acele etmeden, durup bakmayı, rüzgârın yönünü hissetmeyi ve yolun sesini dinlemeyi öğretir.

Tarihin tozlu yollarında devrimcilerin mesajlarını taşıyan da oydu, sanatçıların hayal gücünü genişleten de… Kadınları evlerin içinden sokaklara çıkaran, çocukları ilk kez dengeyle tanıştıran, yalnız ruhlara dost olan da. Pedallar döndükçe, geçmişin sınırları silinir; yollar yeni hikâyelere açılır.

Ama bisiklet yalnızca bir metafor değildir; gerçek dünyada da insan ve doğa için en iyi yol arkadaşlarından biridir. O, ne egzoz dumanı bırakır ne de yolları beton çığlıklarla inletir. Sessiz, çevreci ve sadıktır. Bisiklet sürenler, rüzgârı ciğerlerinde hisseder, yağmuru teninde taşır, güneşin altında bir gölge kadar hafifler. Çevreye duyarlıdırlar; çünkü bir kez pedala basan, dünyayla uyum içinde hareket etmenin değerini anlar.

Düzenli bisiklet sürmek yalnızca yolları değil, insanı da değiştirir. Kalbinizi güçlendirir, kaslarınızı esnetir, zihninizi berraklaştırır. Nabzınızı düşürür ama içinizdeki heyecanı artırır. Çocuklukta bir bisiklet sahibi olmanın hayalini kurmuş olanlar için, büyüdüklerinde ona kavuşmak belki de içlerindeki çocuğa verilmiş en güzel hediyedir. Çünkü bisiklet yalnızca bir araç değildir; o, geçmişle gelecek arasında çevrilen bir pedaldır.

Ve unutmayın: Yola çıkmak için ne yaşın ne zamanın ne de mükemmel bir anın önemi var. Tolstoy, 67 yaşında bisiklete binmeyi öğrendi. Siz de bugün başlayabilirsiniz.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 31 Ocak 2025’te yayımlanmıştır.

Zeynep Kasap
Zeynep Kasap
Zeynep Kasap - Şair, öykü ve deneme yazarı. İstanbul doğumlu. Memleketi Konya. Çeşitli dergilerde yazıları yayımlanmakta. İki öykü ve bir şiir kitabı var. 21 Kadın 21 Öykü kollektif kitapta bir öyküsüyle yer aldı. Hayat boyu öğrenmeyi savunuyor. Yeni Medya ve Gazetecilik okuyor; özel bir şirkette çalışıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

İnsanlık özgürlüğünü nasıl icat etti: Bisikletin hikâyesi

İki tekerlek, bir dünya… Peki, bisiklet sadece bir araç mı, yoksa bir özgürlük manifestosu mu? Devrimlerin, sanatın, kadınların ve yalnız gezginlerin yol arkadaşı olan bisikletin tarihi boyunca nasıl bir direniş ve dönüşüm hikâyesi yazdığını keşfetmeye hazır mısınız? Zeynep Kasap yazdı.

Bisiklet… Yaz kış, genç yaşlı demeden herkesin binebildiği bir ulaşım aracı. Ama aynı zamanda bundan çok daha fazlası. Bisiklet sürmek, insana huzur veren, özgürlük hissi uyandıran bir eylem. Hele ki kadınlar için…

Bisiklete binmeyi otuzlu yaşlarımda öğrendim. Ama bisikletle ilgili beni en çok etkileyen anım çocukluğuma dayanıyor. Köye dedelerimi ziyarete gittiğimizde, bir arkadaşımla dolaşıp oynarken bizden küçük bir kızın, başında süslü bir yazmayla köy meydanında bisiklet sürdüğünü görmüştüm. O sahne hâlâ gözlerimin önünde. Ben büyükşehirde büyümüştüm; oysa o küçük köyde, kızlardan esirgenen birçok şey varken, bu kız başı dik bir şekilde bisikletiyle meydandan geçiyor, çayırların, derelerin etrafında adeta bir kelebek gibi uçuyordu. Şaşkınlık, hayranlık ve gıpta… Sonradan öğrendim ki o, Almanya’dan kesin dönüş yapan bir gurbetçi ailenin kızıymış. Bisikletini de Almanya’dan getirmiş. O görüntü hafızamdan hiç silinmedi. O an bana, özgürlüğün bir silueti gibi görünmüştü.

Ailem dar görüşlü değildi, ama bisiklet alamayacak kadar mütevazı bir hayatımız vardı. Bisiklet bir lükstü; isteyemezdim bile. Bizim nesil biraz böyleydi—ince düşünceli…

Kadınlar, bisiklet ve mücadele

İlk bisikletimi otuzlu yaşlarımın başında aldım. Sürmeyi bilmiyordum. Erkekler için bisiklete binmek doğal bir öğrenme süreciydi; arkadaşlarının bisikletine binerek ya da düşe kalka öğrenirlerdi. Ama bir kadının bisiklet sürmesi pek alışılmış bir durum değildi. Dalga geçilirim diye akşamları kimse görmeden binmeye çalıştım.

Bir akşam erkek kardeşim, “Anlaşıldı, ben bu işe el atmadan sen öğrenemeyeceksin,” dedi. Bisiklete bindim. Pedalları çevireceğim, o da arkadan tutacak. “Hadi, tutuyorum, pedalları bırakma,” dedi.

Sokağın sonuna geldiğimde, sokak lambasının ışığında gölgemi gördüm. Tek başımaydım. Kardeşim çoktan bırakmıştı. O anda fark ettim: Bisiklet kullanıyordum! Hem şaşkın, hem mutlu, hem de özgürdüm.

Bisiklet uzun süre yalnızca erkeklere ait bir özgürlüktü. Önce sadece zenginlerin, sonra yalnızca erkeklerin, ardından çocukların ve en nihayetinde kadınların hakkı oldu. Ama bu hak kolay elde edilmedi. Bisiklete binen kadınlar yıllarca yadırgandı, ayıplandı, engellenmeye çalışıldı.

Bisikletin zorlu yolu

Günümüzde birçok kadın bisiklete biniyor, ama ne yazık ki hâlâ tam anlamıyla özgür değiller. Bisiklete bakış açısı ülkeye, hatta semtlere göre bile değişebiliyor. Açık bir kadın bisiklet sürdüğünde engellenmek istenebiliyor, kapalı bir kadın bisiklet sürdüğünde ise eleştiriliyor. Gizli ya da açık baskılarla hâlâ karşılaşıyorlar.

Kadınların bisiklet mücadelesi devam ediyor. 2021’de Mardin’de bisiklete binmeyi yeni öğrenen bir kadının şu sözleri çok şey anlatıyor: “Çocukken bile erkeklere bisiklet alınırdı, kızlar süremez denirdi. Rüzgârı hiç hissetmemiştim, bisiklet sürdükten sonra rüzgârı hissettim.”

Özgürlüğün tekerlekleri

Bir zamanlar, insan yürümenin yetersiz olduğunu fark etti. Yollar uzundu, rüzgâr yavaş esiyordu, ayaklar yetişmiyordu zamanın hızına. Oysa gökyüzünde kuşlar, yerin altında su, kıvrılarak akıp gidiyordu. İnsan, doğaya bakıp sordu: Ben de akabilir miyim?

Sonra bir Fransız, Comte de Sivrac, kollarını sıvayıp iki tekerleği yan yana koydu. Adına “Celerifere” dedi. Ne bir pedal vardı ne de gidon. İnsan, kendi ayaklarıyla iterek ilerliyordu; ama bu, bir devrimdi.

Yıllar geçti. 1817’de Karl von Drais sahneye çıktı. O, bir eksikliği fark etti: Denge. Bir gidon yerleştirdi, bir sele ekledi. Böylece “Koşu Makinesi” doğdu. Artık rüzgâr biraz daha hızlanmıştı.

Sonra 1839’da, bir İskoç olan Kirkpatrick MacMillan pedalları ekledi. Pedallar, bisikleti gerçek bir yol arkadaşı yaptı. İnsan artık sadece iterek değil, basarak da ilerliyordu. Bacakları rüzgârla konuşuyordu.

Fakat yollar hâlâ sertti, tekerlekler gürültüyle dönüyordu. Derken 1860’larda Pierre Michaux sahneye çıktı ve “Velocipede”i icat etti. Pedallar öne eklendi, demir çerçeve daha sağlam hale geldi. Yine de, taşlı yollarda ilerlerken kemikler sızlıyor, kollar titriyordu. O yüzden halk ona başka bir isim taktı: Kemik sarsan.

Ama yolculuk burada bitmedi. 1885 yılında John Kemp Starley modern bisikletin ilk versiyonunu yaptı. Zincir eklendi, tekerlekler eşitlendi, denge kuruldu. Artık bu iki tekerlekli icat, sadece bir taşıma aracı değil, bir özgürlük simgesi oldu.

Zaman içinde insanlar ona farklı isimler verdiler. Velosiped dediler. Hobi atı oldu. Züppe atı dediler alayla. Kimileri ondan korktu, şeytan arabası dediler. Ama isimler değişse de onun ruhu hiç değişmedi.

O hep aynı şeyi fısıldadı: Sınırları unut. Pedal çevir. Özgürsün.

Bisiklet ve Osmanlı kadınları

19. yüzyılın sonlarında Avrupa sokaklarında bir fısıltı yükseliyordu. Korseler gevşetiliyor, etekler açılıyor, kadınlar ilk kez ayaklarını yerden kesiyordu. Bisiklet, sadece bir ulaşım aracı değildi artık; rüzgârı saçlarında hisseden, sokakları ve yolları kendi başına keşfetmeye cesaret eden kadınlar için bir devrimdi. Pedal çevirmek, zincirleri kırmaktı. Hareket etmek, hareketlenmekti.

Fakat bu özgürlük, Osmanlı topraklarına vardığında, gözler de kısıldı, dudaklar da büzüldü. Bisiklet, erkeklerin oyuncağıydı; kadınlar için değil, asla olamazdı. Ama tarih, daima sınırları aşanlarla yazılır. Ve kadınlar, o iki tekerlek üstünde özgürlüğün tadına varmaya başladığında, tartışmalar da alev aldı. Muhafazakâr çevreler için bu, bir iflah olmaz başkaldırıydı.

İşte o günlerde, bir kadın kalemiyle bir başka mücadele veriyordu: Fatma Aliye. Osmanlı’nın ilk kadın romancısı, kadınların sesini harf harf, kelime kelime geleceğe taşıyan bir öncüydü. Eğitim, bağımsızlık, toplumsal görünürlük… Onun dünyasında, kadınlar sadece eş, anne ya da kız kardeş değil; düşünen, yazan, öğrenen ve en önemlisi var olan bireylerdi.

Fatma Aliye’nin kalemle açtığı yollar, bisikletin tekerlekleriyle genişledi. Kadınların iki tekerlek üstünde, kendi başlarına ilerleyebilmesi, onun düşlediği modernleşmenin bir parçasıydı. Herkesin dilinde tek bir cümle vardı: “Kadın kısmısı bisiklete mi biner!” Ama kadınlar bindi. Üç tekerlekli bisikletiyle Çamlıca yollarında gezindiğinde, ardında hayretle bakan gözler bırakıyordu. Kimi öfkeyle, kimi şaşkınlıkla: “Sübhânallah, başımıza taş yağacak! Devir, kıyamet devridir!”

Oysa o kadınlar, pedal çevirdikçe dünya dönüyordu. Bisikletin tekerlekleri yalnızca yolları değil, zihinleri de aşıyordu. Ve her çevrilen pedal, kadınların özgürlük hikâyesine yeni bir satır ekliyordu.

İstanbul’da bisikletin ilk tekerlek izleri

Her devrim bir meydan okumayla başlar. 1868’de Fransa’nın Saint Cloud parkında düzenlenen ilk resmi bisiklet yarışı, sadece bir spor müsabakası değil, aynı zamanda özgürlüğe doğru atılmış ilk pedaldı. 1894-1895’te Annie Londonderry, bisikletiyle dünyayı turlayarak tarihe geçtiğinde, bu iki tekerlekli araç artık sadece bir ulaşım aracı olmaktan çıkmıştı. Kadınların, gezginlerin, devrimcilerin, maceraperestlerin yol arkadaşı olmuştu.

O yıllarda İngiltere ve Amerika, bisiklet için yollar inşa ediyor, caddeleri pürüzsüz hale getiriyordu. 1900 yılında Uluslararası Amatör Bisiklet Federasyonu kurulduğunda, bisiklet artık sadece bir özgürlük sembolü değil, resmî bir spor dalıydı. Ve dünya, yarışların hızına yetişmeye çalışıyordu.

Peki ya İstanbul?

Osmanlı başkentinde bisikletin halkın gözü önüne çıkışı, beklenmedik bir figürle gerçekleşti. İrlanda asıllı Amerikalı bir kadın: Mary Mills Patrick. Üsküdar’daki İstanbul Kız Koleji’nde felsefe hocası ve müdireydi. Ama onu esas farklı kılan, sadece bilgisi değil, cesaretiydi. Pantolonuyla, bisikletin üzerinde İstanbul sokaklarında pedal çevirirken halkın şaşkın bakışlarını topluyordu. Kimi hayranlıkla, kimi dehşetle izliyordu onu. Çünkü bir kadının bisiklete binmesi, yürüyüşünden farklıydı; hızlanmak, gitmek, yoldan çıkmak anlamına geliyordu.

Bu iki tekerlekli devrim, Osmanlı topraklarına girmeye başlamıştı. 1910-1912 yılları arasında Selanik’te ilk bisiklet yarışları düzenlendiğinde, artık bu garip “şeytan arabası” halkın gözünde bir eğlence, bir tutku ve hatta bir spor dalına dönüşmüştü.

Ve yıllar geçti…

Bugün şehirlerimizin sokaklarında, kıyılarında, dağlarında her türlü bisiklet görmek mümkün. Yüz milyonlarca bisiklet, dünyadaki araba sayısının iki katına ulaştı. Yolları kirletmez, doğayı zehirlemez, gürültüsü bile bir kuşun kanat çırpışı kadar hafiftir. Ama ne yazık ki, bisiklet yolları hâlâ eksik, zihniyetler hâlâ dirençli, şehirler ise hâlâ motorlu taşıtların istilası altında.

Oysa bir bisikletle şehir keşfedilir, bir bisikletle rüzgâr yakalanır, bir bisikletle özgürlüğe yol alınır. Ve her pedal çeviriş, geçmişte yola çıkan cesur insanların bıraktığı izlerin devamıdır.

Bisiklet ve devrimler: Pedallarla yazılan tarih

Devrimler yalnızca meydanlarda, pankartlarla, silahlarla yapılmaz. Kimi zaman bir fikirle, kimi zaman bir kalemle, kimi zaman da iki tekerlekle yazılır tarih. Bisiklet, yalnızca bir ulaşım aracı değil, toplumsal değişimin de bir motorudur. Pedallar döndükçe, eski kalıplar yıkılmış, yeni özgürlük alanları açılmıştır.

19. yüzyılın sonlarında, bisiklet Avrupa’da kadınların hareket özgürlüğünü değiştiren bir devrimci oldu. Etekler dar, bedenler kapatılmış, yollar kadınlar için hep dolaylıydı. Ama bisiklet, bedeni özgürleştirdi, kadınlara ilk kez bireysel hareket kabiliyeti verdi. Susan B. Anthony, kadın hakları için verdiği mücadelede bisikleti bir özgürlük nişanı olarak gördü ve şu sözleri söyledi: “Dünyada kadınların durumunu bisiklet kadar değiştiren başka bir şey yoktur.” Gerçekten de pedal çevirmek, yalnızca bir mekanik hareket değil, zincirlerini kırmak demekti. Kadınlar pedal çevirdikçe, patriyarka tökezledi.

Fransa’da, Paris Komünü zamanlarında işçiler bisikleti bir ulaşım aracı olarak benimsedi. Şehir barikatlarla doluyken, bisikletliler dar sokaklardan geçip mesajlar taşıyor, devrimciler için haberleşmeyi sağlıyordu. Hızlıydı, sessizdi, yakalanması zordu. 20. yüzyılın başında anarşistlerin ve devrimcilerin en çok kullandığı araçlardan biri oldu. Sokakları aşındıran bisikletler, sınırları aşındıran fikirlerin taşıyıcısıydı.

İkinci Dünya Savaşı’nda, işgal altındaki ülkelerde bisiklet, direnişçilerin silahsız silahıydı. Fransa’da, Hollanda’da, Danimarka’da, işgalcilerin ulaşımı kontrol ettiği günlerde, bisikletçilerin gizlice mesajlar taşıdığı anlatılır. Bisikletli postacılar, özgürlüğün gizli habercileriydi. Savaş sonrası Avrupa’nın yeniden inşasında da önemli bir rol oynadı; ekonomik çöküş içinde, otomobil lüksken, halk bisikletle hayata tutundu.

Bugün, iklim kriziyle mücadelede de bir devrimci olarak sahnede bisiklet. Otoriteler karbon salınımını azaltmanın yollarını tartışırken, sessizce yoluna devam eden milyonlarca bisikletli, devrimlerini sürdürüyor. Daha yeşil şehirler, daha yaşanabilir sokaklar, daha özgür bedenler için pedallar çevriliyor. Ve her bisiklet, geçmişteki büyük devrimcilerin mirasını taşıyor. Çünkü devrim, her zaman yüksek sesle bağırarak değil, bazen sadece bir pedal çevirerek de yapılır.

Edebiyatın iki teker üstündeki yolculuğu

Bisiklet, sadece yolları değil, hayalleri de aşındıran bir araç oldu. Bir çocukken ona sahip olmayı hayal edenler, bir yetişkinken onunla dünyayı keşfetmeyi düşleyenler, bisiklete binerken rüzgârı yüzlerinde hissedenler… Edebiyat da bu serüvenden nasibini aldı. Kalemlerini mürekkebe değil, pedallara batıran yazarlar, bisikleti özgürlüğün, yalnızlığın, kaçışın, keşfin ve direnmenin bir simgesi olarak anlatılarına taşıdı.

Mark Twain, düşe kalka bisiklet sürmeyi öğrenirken bu yeni icadın doğasında taşıdığı tuhaf mizahı fark etti. “Taming the Bicycle” adlı yazısında, bisikletle mücadelesini eğlenceli bir dille anlattı. Bisiklet, bir at gibi ehlileştirilmesi gereken bir varlıktı ona göre. Ama bir kez ustalaşınca, “insana özgürlük ve keyif verir,” diye yazdı. Twain’in cümlelerinde bisiklet, insanın doğayla ve kendi dengesizliğiyle giriştiği komik ama ciddi bir dansa dönüşüyordu.

Simone de Beauvoir içinse bisiklet, yalnızca bir araç değil, bir engelin aşılmasıydı. Küçüklüğünde pedal çevirmesine izin verilmemişti. Bisiklet sürmeyi, Paris’in işgal altındaki dar sokaklarında, gecikmiş bir özgürlük olarak öğrendi. İkinci Cins adlı eserinde kadınların hareket alanlarının kısıtlanmasını eleştirirken, bisikleti de bu kısıtlamanın bir sembolü olarak gösterdi. “T.E. Lawrence, 18 yaşında, bisikletle Fransa’yı bir uçtan bir uca dolaşmıştır. Genç bir kızın böyle bir yolculuğa çıkmasına asla izin verilmezdi,” diye yazıyordu. Oysa dünya, ancak pedallar çevrildikçe tanınır, özgürlük ancak yollara düşüldüğünde hissedilirdi.

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç romanında bir kadın, bisiklete binmeyi bir firar planı gibi anlatır: “Bir gün yeldirmemi giyip ağabeyimin bisikletiyle bizim ahır kapısından dışarıya fırladıktan sonra Samatya’ya doğru demiryolunu bir tutturursam iş olur biter!”

Ama toplumun baskısı bisikletin iki tekerinden bile daha ağırdır: “Ne kadar melek huylu bir kız olursan ol, herkesin içinde bir kere bisiklete binmek herkesi senden nefret ettirmeye yeter!”

Kadınlar için bisiklet, sadece bir ulaşım aracı değil, mahremiyetin dışına çıkma cesaretiydi. Pedal çevirirken, toplumun kurallarını da esnetiyorlardı.

Camus ve Sartre için bisiklet, bir düşünme biçimiydi. Sartre, yokuş aşağı hızla pedal çevirdiğinde, varoluşun getirdiği tüm soruları unuttuğunu yazıyordu Beauvoir’in günlüğünde. Bisiklet, bir felsefecinin en saf anıydı; yaşamın ta kendisiydi çünkü.

Ve Henry Miller, bisikleti yalnızlığın ve bağımsızlığın bir sembolü olarak gördü.

“Bisikletin üzerinde saatler geçirmeyi alışkanlık haline getirdikten sonra, arkadaşlarıma giderek daha az ihtiyaç duymaya başladım,” diyordu.

Bisikleti, dostlarından daha sadık bulmuştu. İnsan ilişkilerinin belirsizliği ve kırılganlığına karşın, bisikletin daima güvenilir olduğuna inanıyordu.

Tolstoy’un bisikleti

Bisiklete binmek için ne genç olmak gerekiyordu ne de cesur. 67 yaşında, Tolstoy, ilk kez bisiklet sürdü. Pedallara olan inancı, insanın kendini yenileme gücüne olan inancıyla aynıydı. Yaşamın son demlerinde bile öğrenilecek, keşfedilecek şeyler vardı. O gün bugündür, bisiklete binmeyi öğrenen her yaştaki insan için bir metafor var: “Tolstoy’un bisikleti.” Bu kavram, “Hiçbir şey için geç değildir.” demek. Hayatta yeni bir sayfa açmak, yeni bir beceri kazanmak, yeni bir yol keşfetmek için yaşın, zamanın, toplumun hiçbir anlamı yoktur. Tolstoy gibi 67 yaşında bisiklete binmeyi öğrenebilir, 70 yaşında yeni bir hayalin peşine düşebilirsin.

Bisiklet, edebiyatın satırları arasında sessizce dönmeye devam ediyor. Bazen bir kaçış aracı, bazen özgürlüğün sembolü, bazen yalnızlığın yoldaşı, bazen de çocukluğun masum hatırası… Ama her zaman bir şeyleri aşmanın, kendini bulmanın ve yola devam etmenin bir simgesi olarak.

Bisikletin sanattaki izleri: İki teker, sonsuz ilham

Bir sanatçının hayal dünyası, bir bisikletlinin geçtiği yollar gibidir — kıvrımlı, rüzgârlı, bazen taşlı, bazen pürüzsüz. Bisiklet yalnızca bir ulaşım aracı değildir; bir estetik, bir akış, bir ritim barındırır içinde. Tıpkı müzik gibi pedal çevrildikçe bir melodi doğar; tıpkı sinema gibi hızlandıkça bir sahne değişir; tıpkı resim gibi her dönüşte yeni bir manzara belirir. Sanat, bisikletin çelik gövdesine, dönen tekerleklerine, rüzgârla yarışan ruhuna her zaman ilgi duymuştur.

Bisikletin resme yansımaları: Modern sanatın büyük ustalarından Marcel Duchamp, sıradan nesneleri sanatla buluştururken bisikleti de unutmadı. 1913’te yaptığı Bisiklet Tekerleği (Roue de Bicyclette) adlı çalışmasında, bir tabureye bisiklet tekerleği yerleştirerek sanatın geleneksel kalıplarını yıktı. Duran bir bisiklet tekerleği, hareketin tam tersini ima ederken, aynı zamanda sürekli devinimin de sembolüydü. Bisiklet, burada yalnızca bir ulaşım aracı değil, düşüncenin döngüselliğini simgeliyordu.

Umberto Boccioni ve Fütüristler, hızın, dinamizmin ve modern çağın coşkusunu tuvale aktarırken, bisikleti de hareketin ve ilerlemenin simgesi olarak gördüler. İtalyan fütüristlerin tablolarında bisiklet, makineler ve insan enerjisiyle bütünleşerek çağın hızını anlatan bir metafora dönüştü.

Sinema – Bisiklet üzerinde hikâyeler: Sinema tarihinde de bisiklet, sadece bir araç olmaktan çok daha fazlası oldu. 1948 yapımı Bisiklet Hırsızları (Ladri di Biciclette), savaş sonrası yoksulluğun ve umutsuzluğun hikâyesini anlatırken, çalınan bir bisiklet bir ailenin hayatta kalma mücadelesini temsil ediyordu. Bisiklet, burada hem umut hem de kayıp anlamına geliyordu—hem bir kurtuluş hem de bir felaket.

1969’da Butch Cassidy and the Sundance Kid filminde Paul Newman’ın canlandırdığı Butch Cassidy, bisikletle yaptığı o efsanevi sahnede bisikleti âdeta bir özgürlük ve masumiyet simgesine dönüştürdü. Raindrops Keep Fallin’ on My Head (B.J.Thomas) şarkısıyla birlikte izleyenlere gülümseten o sahne, bisikletin çocukluk neşesini ve macera ruhunu taşıyan bir sanat nesnesi olabileceğini gösterdi.

Wim Wenders’in filmlerinde ise bisiklet, yolculuğun metaforudur. Bir kayboluşun, bir arayışın, bir özgürlüğün sembolü… Tıpkı hayatın kendisi gibi, kimi zaman düşer, kimi zaman yol alır.

Bisikletin müziği – Ritmin döngüsü: Müzikte de bisikletin izi vardır. Queen’in 1978 tarihli Bicycle Race şarkısı, bisikletin isyan dolu ruhunu temsil ederken, Kraftwerk’in Tour de France albümü, bisikleti bir ritim aracı hâline getirdi. Pedal çevirirken çıkan sesler, nefes alışları, ritmik vites değişimleri, elektronik müziğin soğuk mekanik yapısıyla birleşerek adeta bir yarışın içindeymiş hissi verdi.

Fransız müziğinde bisiklet, şansonların içinde sık sık yer buldu. Yves Montand’ın söylediği À Bicyclette, aşk ve nostaljiyi pedal çeviren âşıkların yolculuğunda buluşturdu. Bisiklet, müziğin içinde yalnızca bir nesne olarak değil, bir ritim, bir tempo, bir özgürlük duygusu olarak yankılandı.

Heykel ve bisiklet – Hurda metalden sanata: Sanatın üç boyutlu dünyasında da bisikletin yeri vardır. Heykel sanatçıları, bisiklet parçalarını kullanarak hurda metali sanata dönüştürdü. Kübist sanatçılar, bisikletin çarklarını, jantlarını ve zincirlerini soyut formlara dönüştürerek hareketin ve dengenin sanattaki karşılığını aradı. Jean Tinguely, kinetik heykellerinde bisiklet parçalarını kullanarak devingen bir sanat anlayışı yarattı.

Bugün birçok şehirde, terk edilmiş bisikletlerden yapılan heykeller bulunur. Çünkü bisiklet, tek başına bile bir sanat nesnesidir. Zarif kıvrımları, dengeyi bulma sanatı, hareketin estetiğiyle her zaman ilham verici olmuştur.

Pedallar ve sanat: Sonsuz bir ilham kaynağı

Bisiklet, resimde bir imge, sinemada bir karakter, müzikte bir ritim, heykelde bir form oldu. Her sanat dalında kendine bir yer buldu çünkü o yalnızca bir nesne değil, bir fikirdi. Bisiklet özgürlüğü temsil ettiğinde, sanat da onu sahiplendi. Bisiklet yalnızlığı anlattığında, yazarlar onu öykülerine dahil etti. Ve bisiklet hızlandığında, müzik onun ritmini yakaladı.

Sanat, insanın dünyayı anlama ve yeniden yaratma çabasıysa, bisiklet de insanın yolları aşma ve dünyayı kendi ritmiyle keşfetme çabasıdır. Belki de bu yüzden, bisikletin icadından bu yana, sanat ondan hiç vazgeçmedi.

Özgürlüğün pedalları

Bisiklet, yalnızca bir ulaşım aracı değil, bir hayat felsefesidir. O, bedenin ritmini, zihnin akışını ve ruhun özgürlüğünü bir araya getiren nadir mucizelerden biridir. Bir şehri, bir kasabayı, bir dağı ya da bir sahili en iyi bisikletle keşfedersiniz; çünkü bisiklet size acele etmeden, durup bakmayı, rüzgârın yönünü hissetmeyi ve yolun sesini dinlemeyi öğretir.

Tarihin tozlu yollarında devrimcilerin mesajlarını taşıyan da oydu, sanatçıların hayal gücünü genişleten de… Kadınları evlerin içinden sokaklara çıkaran, çocukları ilk kez dengeyle tanıştıran, yalnız ruhlara dost olan da. Pedallar döndükçe, geçmişin sınırları silinir; yollar yeni hikâyelere açılır.

Ama bisiklet yalnızca bir metafor değildir; gerçek dünyada da insan ve doğa için en iyi yol arkadaşlarından biridir. O, ne egzoz dumanı bırakır ne de yolları beton çığlıklarla inletir. Sessiz, çevreci ve sadıktır. Bisiklet sürenler, rüzgârı ciğerlerinde hisseder, yağmuru teninde taşır, güneşin altında bir gölge kadar hafifler. Çevreye duyarlıdırlar; çünkü bir kez pedala basan, dünyayla uyum içinde hareket etmenin değerini anlar.

Düzenli bisiklet sürmek yalnızca yolları değil, insanı da değiştirir. Kalbinizi güçlendirir, kaslarınızı esnetir, zihninizi berraklaştırır. Nabzınızı düşürür ama içinizdeki heyecanı artırır. Çocuklukta bir bisiklet sahibi olmanın hayalini kurmuş olanlar için, büyüdüklerinde ona kavuşmak belki de içlerindeki çocuğa verilmiş en güzel hediyedir. Çünkü bisiklet yalnızca bir araç değildir; o, geçmişle gelecek arasında çevrilen bir pedaldır.

Ve unutmayın: Yola çıkmak için ne yaşın ne zamanın ne de mükemmel bir anın önemi var. Tolstoy, 67 yaşında bisiklete binmeyi öğrendi. Siz de bugün başlayabilirsiniz.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 31 Ocak 2025’te yayımlanmıştır.

Zeynep Kasap
Zeynep Kasap
Zeynep Kasap - Şair, öykü ve deneme yazarı. İstanbul doğumlu. Memleketi Konya. Çeşitli dergilerde yazıları yayımlanmakta. İki öykü ve bir şiir kitabı var. 21 Kadın 21 Öykü kollektif kitapta bir öyküsüyle yer aldı. Hayat boyu öğrenmeyi savunuyor. Yeni Medya ve Gazetecilik okuyor; özel bir şirkette çalışıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x