Fikir Turu ekibi olarak böyle bir kitabın çıkmasından çok gurur duyduk, çünkü Fikir Turu’nun kurulma amacı, hayatımıza dair her konuda insanlara en doğru bilgiyi en doğru ve akıcı şekilde aktarmak, bir entelektüel havuz oluşturmak. Yani bugünün insanını hem doğru bilgilendirmek hem de hayatlarını kolaylaştırmak için kuruldu Fikir Turu… Sayenizde Fikir Turu’nun ilk defa böyle bir meyvesi de oldu. Teşekkür ederiz.
Siz insana dair her mesele hakkında yazıyorsunuz. App kuşağından da, teknolojinin hayatımıza etkilerinden de bahsediyorsunuz adalet kavramından da. Bu yazılar arasında herhangi biri sizin için farklı mı?
Hayır, farklı değil. Aslında 1,5 senedir aslında Benlik, bilinç, irade bir kitaba hazırlanıyorum. Fikir Turu’nda düzenli yazmaya başlamamla o kitap hazırlığı aynı zamana geliyor. Benim aklımda böyle bir kitap düşüncesi olduğunda aklım fikrim hep orada olur. Ama bir yandan da hayat devam ediyor tabii ki. Hayatın içinde birçok şey olup bitiyor. Benim de her konuya maydanoz olacak bir tabiatım ve çok şükür birazcık da münderacatım var. Olup bitenler hakkında da yazmak istiyorum. Bazen de eski yazdıklarımı tekrar torna tesviyeden geçirmeye, restore etmeye hevesleniyorum. Çünkü biz yarın gideceğiz, onlar kalacak. Kendi düşünce serüvenim görülsün de istiyorum. Öyle olunca siz tam imdada yetiştiniz. O kitap çalışmam dışındaki hayata, yazılarımla müdahalelerin olduğu yer oldu benim için Fikir Turu. Hayat önümüze neyi getirdiyse ben de onları Fikir Turu’nda yazmaya çalıştım.
Yazılarınızda da her kesime ulaşmaya çalışıyorsunuz. Bazen bir düşünürü anlatıyorsunuz, bazen bir kavramı… Bazen biraz daha basit yazabilirsiniz diye düşünüyorum açıkçası… Ama genel olarak okurla beraber düşünmenin yollarını açıyorsunuz. Doğru bilgiyi yaygınlaştırmaya, anlaşılır kılmaya çalışıyorsunuz, o dengeyi yazılarınızda çok güzel tutturuyorsunuz.
Tutturmak da istiyorum. Gençlikteki “Ne kadar karışık yazarsam o kadar iyi olur” yaklaşımım artık gitti. Şimdi bunun çok ciddi narsistik bir takıntı olduğunu fark ediyorum. Artık yazılarımın anlaşılmasını önemsiyorum. Benim yazdığım bir metni okuyan insan, hiç değilse lise mezunu bir kardeşim de anlasın, derdimi anlatabileyim istiyorum.
Türkiye’ye akademisyenlerde, aydın, entelektüel kesimde anlaşılır olmaya dair bir tepki var çoğu zaman. Gerçi son dönemde biraz kırılmaya başlandı ama anlaşılır olmayı basitlik görenlerin sayısı az değil.
Çok haklısınız. Aydın kişi, o dilin aydınıdır, o halkın aydınıdır. Ve mutlaka dünyayla, zihinsel kavramlarla derdi olan insanlar tarafından anlaşılmak istemelidir ve ona göre yazısına düzen vermelidir. Ben aydınsam eğer, bu insanların aydınıyım. Dünyaya Türkçe bakıyorum, onlar da benim gibi bakıyorlar. Bizim bir katkımız olacaksa dünyaya, o Türkçe’nin, Türk kültürünün, buradan düşünmenin bir katkısıdır. Ben bu kavramları bu insanlardan, onlarla paylaştığım ortak yaşantı ve bakış havuzundan öğrendim. Bunları fark ettikçe, yaşadığım topluma, kültüre sevgim saygım arttıkça anlaşılma isteğim de arttı.
Bir de, sahte bilimin, yalan yanlış bilginin çok kolaylıkla yayılabildiği günümüz ortamında sizin gibi insanların, bir bilim ve gönül insanının bilgilerini, görüşlerini paylaşma arzusu da çok önemli…
Kafamda şöyle bir ayrım yok, bilim, beyin bir tarafta; kalp, maneviyat bir tarafta… Hayat var, o kadar. Ben Nietzsche’nin çığlığını anladığımı sanıyorum. Öyle “pür bilim”, “tek ve saf hakikat” gibi bir bakışın olamayacağını, hayatın hayli karmaşık ve amorf bir nitelik gösterdiğini fark edebiliyorum. Tabii ki bilim, bilimsel yöntemler var ve o alanın içinde olan bizler de bilime en açık olmalı ve bilimsel işleyişe en üst düzeyden riayet etmeliyiz. Fakat biz aynı zamanda yaşıyoruz, durmaksızın tecrübe edip duruyoruz ve bilimsel bakışımızı da bu “hayat” deyip geçtiğimiz şey belirliyor. Ben mesela dinî bir kavramı, ideolojik bir nosyonu kendi düşünce sistemimin içine koymaktan hiç çekinmem. Neyin din, neyin bilim ve felsefe olduğunu bildikten sonra niye çekineyim, tam tersini birbirlerini beslesinler isterim. Yarın bilim dünyasından insanlar “Erol Göka böyle düşünüyormuş” diyebilsinler isterim. İster bilimsel yöntemden üretilmiş olsun, ister gelenekten süzülerek gelmiş olsun, benim bir ifadem sadre şifa olmayacaksa, okuyanın ufkunu açmayacaksa niye yazıyorum ki? Bilim de insan içindir. Din de insan içindir. Hayat da insan içindir.
Özellikle sosyal medyada ahkam kesenler çok. Her konuda her şeyi biliyorlar, her şeye söyleyecek sözleri var. Yazılarınıza gelen yorumlardan, geri dönüşlerden sizi şaşırtanlar oldu mu?
“Teknopat” diye yeni bir kavram üretildi biliyorsunuz. Çok seviyorum bu kavramı. Teknolojiyle her şeyi halledeceğini sanan bir çete, bir grup var maalesef. Teknolojiyi hiç sorgulamayan, insani olan her şeyin ona bağımlı olmasını isteyen ve sosyal medyada ahkam kesen birileri var. Teknopat onları anlatıyor. Teknopat kavramını seviyorum çünkü yeni zuhur eden bir kişilik türüyle, yeni tip sosyopatlarla akrabalığını ima ediyor. Sosyal medyada bir insanı ne kadar ittirebilirse, ne kadar küçük görebilirse, kendini o kadar iyi hisseden bir sosyopat türü ortaya çıktı. Veyahut kendisini güzel, yakışıklı gören, düşüncelerini bulunmaz sanan sosyopatlar türedi. Sosyopatı biz antisosyal karşılığı olarak psikopat karşılığı olarak kullanırdık ama şimdi bu anlattığım tipleri de onun içine koymalıyız. Sosya medyada benim karşılaştıklarımın, etkileşimde bulunduklarım arasında onlar da var elbette. Ama ben görmezden geliyorum.
Çok şükür ki sosyal medyada etkileştiklerim arasında sosyopatlar oldukça az. Hatta onlardan daha çok, beni çok sevindiren, şöyle şeyler oluyor. Mesela bir yazımı ya da görüşümü sosyal medyada paylaşıyorum. Bana sitem eden bir tepki geliyor bazen, “Hocam, bunu sizden ummazdım. Biz sizinle aynı bakıyorduk dünyaya. Bu şimdi nereden çıktı?” yazıyor. Ve haklı… Meğer her yazdığımı okumuş, biz bayağı birlikte yürümüşüz. Orada diyorum ki, benim emeklerim boşa gitmiyor. O emek ürünü düşüncelerle yol yürüyen insanlar daha çok. Ve bunlar sessiz. Ne zaman ses ediyorlar? Beklemedikleri bir şey yaparsanız ancak o zaman tepki veriyorlar ve genellikle de haklı çıkıyorlar. Bu samimi yol arkadaşlarımı çok seviyorum, görünmeyen yoldaşlarım olduklarını hissediyorum.
Beraber düşünmek çok değerli. Biz gazeteciler kolaycı soruları severiz “çare ne?” gibi… Ama bugünün yeni bir sürü meselesinde, özellikle de teknolojinin, dijitalleşmenin hızı başımızı döndürürken, cevapları bulmak o kadar güç ki. Bazı sorunları beraber konuşmak da insana iyi geliyor. İnsan yalnız olmadığını hissediyor gibi geliyor bana.
Kesinlikle öyle. Benim eğitimim grup terapisi üstüne; gruplarla çalışmışlığım, oradaki dinamiklere de kafa yormuşluğum var. Grup terapisinde niye insanlar birbirlerine iyi geliyorlar? Bunun zemini iyi niyet ve insanların düşüncelerine saygı göstermek. Benim okuyucuyla böyle bir temasım olduğunu hissediyorum. Bu sesli olmayabilir, dile gelmiş olmayabilir. Böyle bir okuyucun olduğunda grup terapisi etkisi yapıyor. Aynı gemideyiz hissi oluyor. Bir ufuk kaynaşması oluyor ve daha iyi hissettiriyor insana. Ve şu dünyanın sıkıntıları karşısında, olabildiğince samimi olmaya, iyi niyetimizi göstermeye çalışmaktan başka çaremiz olduğunu ben sanmıyorum.
Biz burada onların sağladığı sosyal medya ortamında konuşuyoruz. Ama Silikon Vadisi’ndeki mühendisler her saniye bir şey yapıyorlar. Öyle olunca teknolojinin hızına yetişmek imkansız. Bambaşka gündemlerde kalakalıyoruz. İplerin hiç elimizde olmadığı bu dünyada birbirimizle dayanışmaktan başka bir şansımız yok. Bunu da sosyal hayatın içinde ancak samimiyet yapabilir. “İyi niyetle kendini açma” davranışı yapabilir. Ve size bir sır vereyim, samimiyet ve iyi niyet, güzellik ve zeka kadar apaçıktır, kendisini hemen belli eder.
Bir yandan birbirimize iyi geliyoruz, bir yandan hiç iyi gelmiyoruz. Herkes kendi yankı odasında yaşıyor maalesef… Ercan Kesal’ın bu çağın insanı için yaptığı bir tanımlama düştü sosyal medyada önüme, “Kendini sakınanlar çağındayız.” diyor. “Aman kendini düşün, kendinden o kadar da verme” denen, insanların cimrileştiği, her konuda bencilliğin pompalandığı…
Bugünün modern insanını siz nasıl tarif edersiniz?
Önce Ercan Bey’in söylediklerinden başlayalım. Ben hiç kendisini tanımam ama bu önüme düşen paylaşımlardan dolayı yoldaşım gördüğüm insanlardan bir tanesidir. Demek ki bu sosyal medya dünyasında hiç tanımadığımız, etkileşmediğimiz yoldaşlarımız da olabiliyor. Koreli Alman düşünür Byung-Chul Han da yoldaşım mesela. İnsan, dünyayı dert edinen, dünyayla işi olan kimseleri gördükçe onlarla daha kolay kaynaşıyor. Ve hiç farkına varmadığımız tırnak içinde sosyal medya cemaatlerimiz oluyor. Cemaatleşiyoruz. Bu güzel bir şey. Ama maalesef bu herkes için oluyor. Aynılar aynı yerde saflaşıyor.
O kadar hızlı bir dönüşüm oluyor ki günümüzde. Ben tek televizyon kanalının olduğu dönemleri biliyorum. O zamanın medyası oydu. O dönemde sadece medyada öne çıkan insanlar, köşe yazarları, haberleri biçimlendirenler izleniyordu ve biz de kahvede, evde onları konuşuyorduk ve yine tırnak içinde, medya karşısında, daha doğru fikirlerimizi belirleyenler karşısında haddimizi biliyorduk.
Sonra birden hepimize dendi ki, “Sen de onlardansın. Sen de artık medyacısın. Sen de söz söyle. Sen yap, sen çek, sen dizayn et!” Ve hepimiz birdenbire sunucu, yapımcı oluverdik. Öyle olunca inanılmaz bir kaos oluştu. Böyle kaos zamanlarında da düşünceleri, tarzları benzer olanlar birbirlerine tutunuyor. Bunu Sovyetler Birliği dağılırken gördük, Yugoslavya dağılırken gördük.
Bu ayrışma nereye kadar gider bilemiyorum. Elimizin altından kayıp giden şu dünya beni sahiden endişelendiriyor çünkü bildiğim teoriler de bir işe yaramıyor. Psikoloji, sosyoloji, siyaset teorileri işe yaramıyor. Bildiğimiz en baba psikoloji teorileri 1920’lerde, 1940’larda üretilmiş. Yaşı 40’ın üstünde olanlar, şu akıllı aygıtların dünyasına doğmamış son nesiliz. Yaşları 40’ın altında olanlar, hep akıllı aygıtların dünyasına doğdular ve onların normalleri çok farklı ve biz bunu bilmiyoruz. Sanallık bizi nasıl etkiliyor? Kişiliğimiz nasıl biçimleniyor? Hiçbir şey bilmiyoruz. Bunların teorisi de yapılmadı, yazılmadı henüz.
Bu birbirini bulmanın bir de fanatizm boyutu var tabii…
Tabii… Cahiller de aynı yerde toplanıyor. Bazı benzerler öyle birbirini buluyor ki dünya o kadar cahili bir arada görmemiştir. Cehalet de örgütleniyor, kendi sözcüsünü buluyor, en sesi sert çıkanı sözcü tayin ediyorlar. Söyledikleri her şey yanlış, her şey fanatizm kokuyor. O yüzden de dünya endişelendiriyor beni, çılgın kalabalıklar, cahiller ordusu kazanabilir.
Buna karşı sağduyu ne yapacak? Mutedil insanlar ne yapacak? Dünyayı dert edinenler ne yapacak? Adaleti dert edinenler ne yapacak? Barış içinde bir arada yaşamayı dert edinenler ne yapacak? O kavramlarla konuştuğumuzda işimiz kolay gözükmüyor doğrusu.
İnsanların çok sık yaptığı bir ayrım vardır: Dünyada iki tür insan vardır, diye başlayan… Herkes farklı tamamlar bu sözü. Benim için vicdanlı ve vicdansız insan var. Sizinki nedir?
Benim de bir ayrımım var: Hamallar ve yükler. Ben hamallardanım mesela. Şaka bir tarafa sizin belirlediğiniz yerden ayrımı koymak bana da en doğrusu geliyor. “Gazze”, orada yaşanan vahşet ve soykırım, bu konuda gerçekten işaret fişeği oldu. Gücüm neye yetiyorsa yani psikoloji bilgim, dinî bilgim neye yetiyorsa o kavramları kullanarak ben Gazze’nin önemini anlatmaya çalışıyorum. Siz vicdan sahipleri dediniz. Ben “kalp” üstüne çalıştım. İnsanların tarih boyunca bu kadar önem verdikleri “kalp nedir diye sordum, düşündüm… Kalbin bizi eski insanlarla bizi bağlayan en büyük rabıta noktası olduğunu, kalbin insanlık tarihi boyunca çok canlı bir kavram olarak kalmasının da boşuna olmadığını düşünüyorum. Mesela Kur’an-ı Kerim’de “Kalpleriyle akletmezler mi?” diye soruluyor defalarca. Kalp, hep insanın erdemlerle, güzellikle, sevgiyle ilgili yanını vurgulamak için bulunmuş bir kavram, yoksa bildiğimiz et parçası değil. O yüzden, ben de sizin vicdanlılar çerçevesinde yaptığınız ayrıma biraz kalbi de katıyorum.
Kalpleri kararmış, kalpleri mühürlenmiş olanlar var. Sadece çıkarını düşünüyor ve onun çıkarı için başka insanlara ne olmuş umurunda değil. Mesela adam diyor ki, “bizim 100 rehinemizi vermediniz, o zaman sizde 100 bin kişi ölecek!” Sivil, kadın, yaşlı, çocuk umurunda değil. Onunla konuşacak kelimen kalmıyor. İnsanın hiçbir çığlığını, hiçbir acısını duymaktan yana değiller.
Ben iki kutuplu dünyadan geldim, o dünyada solculuk yapmaya çalıştım, birbirimizi sokaklarda kovaladık, dövdük. Ama ben böylesine bir fanatizm görmedim.
Mesela gençliğimde otobüste Denizli’ye giderken yanıma bir ülkücü düştüğünde yine de onunla konuşacak bir şeyim oluyordu. Birbirimizin boğazına sarılmıyorduk.
Fanatizm üstüne çok yazıldı. Ama ben günümüzdeki gibi bir düzeysizlik, kendini kapatma, ötekini görmemeye hiç şahit olmadım. Bundan insanlar kadar da yaşadığımız ortam, medya da sorumluymuş gibi geliyor bana çünkü insanların kapanmaktan başka çaresi yok. Öyle bir ortamda yaşıyoruz ki kendini koruyabilmek için, mütemadiyen kendi doğruna kendi cemaatine yapışmaktan, diğerini yok saymaktan başka yol yokmuş gibi gösteriliyor.
Bu ortamda insan kalmaya çalışanlar da var.
Evet, ve işte bu, çok değerli. Yoksa şu yaşanılan dünya manzarasından yeni insanlık türemez. Vicdanı olanlar, kalp sahipleri, diğer insanları kendisiyle aynı türden ve insan kardeşi görenler, tabiatın kıymetini bilenler, insanın ahlaki erdemlerinin farkında olanlar, insanın hakikat arayışının, güzellik arayışının farkında olanlar ve bu farka saygı gösterenler… Ancak onlar yeni dünya kurabilir.
Ama hep diğerleri gibi, karşısındakine ölesiye, öldüresiye düşman fanatikler gibi kalırsak zaten birbirimizi boğazlayacağız. Altta kalanın canı çıksın dünyasında herkes bugün altta kalabilir. Üstelik bizden bu isteniyor, sağduyunun sesi sürekli kısılıyor.
Pandemi, savaş, büyük depremler, büyük ekonomik krizler… Neler neler geçirdik son yıllarda… Ders alıyor muyuz, almıyor muyuz? Altta kalanın canı çıksın dünyası hep böyle mi olacak?
Dünyanın hep böyle olduğu yanlar da var, ilk defa karşılaştığımız yanları da var. Ve sanıyorum ilk defa karşılaştığımız ve hiç böyle olmadığı yanları giderek artıyor. Benim gibi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra doğanların neslinde 1980’lere kadar hayat hikayemizde en önemli şey, darbelerdi. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte bambaşka şeyler oldu. Sovyetler Birliği, sosyalist dünya gitti. Eski sosyalistlerden olarak bunun acısını ben inanılmaz duydum. Sosyalizm dediğimiz şey yalanmış, tek bir satır yazılmadı. Milyonlarca insanın çok değer verdiği bir şey uçtu gitti, hayalmiş. O kadar insan niye öldü? Hayallerimiz nereye gitti? Sorulmadan, hesaplaşılmadan üstü örtülüverdi.
Sadece pandemi değil, bütün sevimsiz ve travmatik şeyleri unutmaya daha meyyaliz. Yaşayabilmek için öyle olmak gerekiyor. Pandemiden sonra, büyük depremlerden sonra bunu anlayabiliyorum. Ama dünyayla derdi olan insanların, mesela sosyalizm hülyasının nereye gittiğiyle ilgili biraz uğraşması gerekmiyor mu? Sosyalizm bir örnek sadece… Öyle çok şey oldu ki… Şimdi ben kendimi dünyanın, tarihin en yaşlılarından hissediyorum. Siz de öylesiniz. Neler neler gördük. İsmet Özel’in şiirindeki gibi “Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar” Bizim “Her şeyi gördük” dediğimizin içindeki tonlarca şey, insanlığın ilk defa karşılaştığı şeyler… Burayla da hesaplaşamıyoruz.
Örnek diyebildiğimiz, referans alınan insanları düşünün, Karl Marx, Spinoza ya da “hayat rehberi” denebilecek dinî figürleri düşünelim. Hiçbiri cep telefonunu, televizyonu, interneti bilmiyordu. O yüzden eskilerden koparcasına uzaklaştığımız bir devirde yaşıyoruz. Eski kavramlarımız işe yaramayacak artık. “Post-human” diyenler, insanlık sonrasına girildi diyenler aslında haklılar. “İnsan bitti. Tarih bitti” diyenler aslında haklılar. Onların haksızlıkları, tüm bunları olağan ve hatta sevinçle karşılamalarıyla birlikte başlıyor…
Peki, gelenekle bağımızın kopması iyi mi oldu, kötü mü oldu? İnsanın bir sürekliliği yok mudur? Bu soruları yok sayan, “Onlar eskidendi” şeklinde yaklaşanların tavrından nefret ediyorum. Maalesef akademide böyle bir hava var. “İnsanla robotun aynı olup olmadığını konuşuyoruz. Yapay zekanın normal zekadan kaç kat daha üstün olduğunu konuşuyoruz. Sen neden bahsediyorsun doktor” denilmesine karşıyım. Tabii ki tespitlerinde doğrular var ama buradan nasıl yeni dünya çıkacak? Yeni dünyayı hiç mi düşünmeyelim? Hepsini Silikon Vadisi’ndeki mühendisler mi belirlesin? Tamamen teknolojik akla teslim mi olalım?
Sizce günümüz insanlarının en büyük sorunu ne?
En büyük sorunumuz bence sınırsızlık. Çerçeve yok. Eskiden ne güzel kavramlarımız vardı: insan hakları, hukuk, bilimsel yöntemler vs. Şimdi çerçeveler ilga oldu. Eskiden ne güzel tartışıyorduk, şimdiyse kavramlar işe yaramıyor. Biz daha biraz okuryazarların, mürekkep yalamışlarının ızdırabından bahsediyoruz. Bu ızdırap kitaplardan, okuryazarlıktan uzak olanlar için çok daha feci. Ben az önce söylediğimi tekrar etmek istiyorum. Böylesine katmerleşmiş, katranlaşmış cehalet, cehalet toplulukları ben bugüne kadar görmedim.
İnsan sınırını görmek ister. Erich Fromm, faşizmin özgürlükten kaynaklandığı kanaatindedir. Sınırını bilemezsen bir diktatörü başına getirirsin. Fanatizmin artışını da, şiddete meyyalliğin, zalimliğin artışını da ben biraz buna bağlıyorum.
Sınırımız yok. Nerede duracağımızı bilmiyoruz. Sadece ahlaki ve hukuki bir şeyden bahsetmiyorum, psikolojik bir şeyden bahsediyorum. İnsan neyi ne kadar arzulamalıdır? Arzumuzun sınırı var mıdır? Arzu sadece tatmin olmak için midir? İyi hayat nedir? İnsanı insan yapan bütün elzem olan sorular ortadan kalkmış vaziyette. Sınırsızlıktan bahsederken asıl sözünü ettiğim şey bu. Öyle olunca hepimizin giderek psikolojik olarak aynı anaforun içine doğru sürüklendiğimizi düşünüyorum.
Hekim olarak sizin karşınıza daha çok ne tür sorunlar geliyor?
Biyolojik olarak daha anksiyeteye yatkın, biyolojik olarak zihinleri dağılmaya yatkın insanlar, biyolojik olarak yani beyinleri öyle olduğu için daha otizme yatkın insanlar…
Bu sınırsızlık nedeniyle biyolojik olarak bizden farklı olanların dışındaki herkes birbirine benzemeye başladı. Hepimiz kendi cemaatimizi arıyoruz. Hepimiz kendi paranoid liderimizi arıyoruz. Hepimiz bir bilen arıyoruz. Öyle olunca o paranoidlere de gün doğuyor. Bu kadar çok insanın dinî lider, manevi lider, guru diye ortaya çıkması boşuna değil. Çünkü müşteri var.
Arayan da bulur.
Evet, arayan bulur. İnsanlık tarihinin en güzel, en doğru cümlelerindendir. Arayan bulur.
Sosyal medya, akıllı aygıtlar, bireyselliğe boğulmamız, hiçbir şey üzerine çok düşünmememiz, birbirimizle konuşmamamız, hepsi değerlerimizi de çok değiştirdi. Ayrıca acıların kanıksandığı, dikkatimizin en ağır konuda bile en fazla birkaç dakika kalabildiği zamanlardayız. Mana üzerine düşünmeye dair bütün araçlarımız kayboldu gibi geliyor.
Evet, sınırsızlıktan tam da bunları kastediyorum. Sorunun kökeninde de, teknolojiyi baştan itibaren hiç sorgulamamamız olduğunu düşünüyorum.
Ben hayatta el işlerine becerisi olmayan bir insanım. Kendime hayranlık duyduğum iş nedir biliyor musunuz? Bulaşık yıkamak. Bulaşığı yıkayıp şöyle bakıyorsun ya tezgahı da sildikten sonra… Bu nasıl bir başarı… Şimdi, bulaşık makinası var ve ben bulaşık makinesini istediğim zaman kullanabilirim ama kendimi zaman zaman o bulaşık yıkama zevkiyle de tatmin edebilirim. Evde işe yarar bir adam olma havasıyla gezinebilirim, çocuklarıma bulaşığı ben yıkadım diye hava atabilirim.
İnsanın kendisini ifade edebilmesi, becerilerini sergileyebilmesi çok önemli bir haz kaynağı. Teknoloji hayatımıza bizim istediğimiz kadar girseydi, sadece insanın çıkarına bir şey yapılmış olsaydı ya da biz sorgulayabilseydik buralara gelinmezdi. Mühendis sonuç olarak işini yapıyor. Kapitalizmle mühendislik birleşince feci bir şey ortaya çıkıyor. Çünkü adam her şeyi pazarlamak istiyor. Şimdi rüyalarımız, arzularımız pazarlanıyor. Sınırsızlıktan kastım o. Öyle olunca ben dünyayı kendi elimde, avucumda hissetmiyorum tam tersine hiç tanımadığım birileri, kapitalizmin kazanç hırsına kapılmış mühendis aklı her şeyi belirliyor.
Kavramlar için de sınırsızlık söz konusu. Mesela eskiden bizlerde bir “sınıf” kavramı vardı, şimdiki çocukların öyle bir kavramı yok. O yüzden de payandasız kalmak, çerçevesiz kalmak beni çok düşündürüyor. Ve her şey olabilir bu dünyada. Mesela hatırlarsınız eskiden “nükleer silah tehdidi vardı, Rusya ve Avrupa arasında o detant politikaları vardı. Ben o zamanlar diyordum ki “Bu çok saçma, insanlar niye nükleer kullansın, niye kendilerini de yok edecek bir silaha başvursunlar?” Şimdi hemen herkesin nükleer silahı var ve ben inanıyorum, su dünyadaki fanatiklerden birileri rahatlıkla nükleer kullanabilir. Pervasızca nükleer silah kullanılabilecek bir aşamaya geldik. Sınırsızlıkla anlatmak istediğim bu.
Duygular ve tatmin alanında da sınırsızlık, çerçevesizlik var. Siz ne zaman kendinizi tatmin olmuş hissedeceksiniz? Hangi hızda? Kaçıncı arabanızda? Kaçıncı sevgilinizde? Ne zaman tatmin olmuş hissedeceksiniz? Sınır yok, kimse bilmiyor.
Ve işin kötü yanı, dünyada hep kötülükler olmuştur, belki de dünya kötü bir yerdir, bilmiyorum. Ama bunları tartışacağımız bir davranış setimiz, kavramsal setimiz hep oldu bizim. Ama şimdi o yok. Yazan da yok. Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete modundayız hepimiz.
Peki, günümüz insanlığın en büyük sınavı ne?
En büyük sınavımızı bence yaşıyoruz. Hatta galiba bunu ilk ifade edenlerdenim. En büyük sınavımız şu anda teknoloji versus ontoloji gerilimindeki yerimiz. Bir yanda Allah vergisi hayatlar var, dünya var. Eskiden bu dünyanın üstüne insan olarak koyduklarımıza “kültür” diyorduk. Ama şimdi bilişim alanında ortaya çıkan devasa gelişmelerin yol açtığı teknolojilere “kültür” deyip geçebilir miyiz? Teknoloji bambaşka bir şey. Araştırmalara göre, geçen yıl itibariyle, insanlığın sonradan dünyaya ilave ettikleri, Allah’ın verdiklerinden yani kültürel ve teknolojik olan ontolojik olandan daha çokmuş, biliyor musunuz?
İnsan yapımı her şeyin bu ontolojiye katkıda bulunmasına, mesela sağlıkla ilgili hiçbir teknolojiye itirazım yok. İnsanı, hayatı ve ontolojiyi esas alarak ilerleyen şeylerde bir sorun görmüyorum zaten. Ama şu anda gidişat böyle değil.
Hiç bilmediğimiz, sınırları olmayan, sınırsızca giden bu hayata evet diyeceğiz ve ölen ölüp kalan kalacak mı? Güçlü olan hakimiyet kuracak, öteki her şey gösteri toplumuna mı dahil olacak?
Teknolojinin egemenliğine kayıtsız şartsız, hiçbir soru sormadan boyun eğen köleler mi olacağız? Yoksa “İnsanın, tabiatın, alemin yani bize verili olanın kıymetini bilmemiz lazım” diyebilecek miyiz? Büyük imtihanımızın bu olduğunu düşünüyorum.
Geleceğe dair umutlu musunuz?
Çok umutluyum. Kendimi sol hareketin içinde olduğum gençlik dönemimden sonra daha Müslüman olarak niteliyorum. Çok da hoşnutum bundan, dini çok önemsiyorum. Elbette din tektir, ama dini anlayışlar insan sayısı kadar; benimki de kendine özgü.
Dünyanın dertlerini anlattık, kaosa gidişi söyledik. İşte böyle bir dünyada kendime sık sık “Aferin sana tam zamanında dine sarılmışsın” diyorum. Çünkü o sayede umudum bitmiyor. Orası benim için umut kaynağı. Umutsuzluğu büyük günah kabul ediyorum, umudun bir erdem ve ahlaklılık olduğunu düşünüyorum. “İnsan kaygıyla umut arasındadır” dinimize göre… Bu bakış, beni çok etkilemiştir. Kendimi de hep öyle görmüşümdür. Umudun kaygı gibi mizacımızın varoluşsal temel özelliklerinden birisi olduğunu düşünüyorum. Kalpler karardığında aslında umut da bitiyor.
Kalpleri kararanları, fanatikleri ben “umutsuzlar” olarak görüyorum. Biraz psikolojiden anlayan birisi olarak baktığımda iyi ki onlardan değilim diye şükrediyorum. Çünkü yeni bir dünyaya uyanmıyor onlar. İyi şeyler için mücadele azimleri kalmamış.
Halbuki ben kendimi iyi hissediyorum. Sizinle konuşuyorum, yazıp çiziyorum.
Daha mazlumun mağdurun yanında hissediyorum kendimi. Bunlar bana çok iyi geliyor. Ama din olmasaydı bu umudu kendime aşılayabilir miydim emin değilim, sanki yapamazdım.
Bir dünya tablosu anlatmaya kalktığımda çok karamsar şeyler söylüyorum. Herkes bana “Ne kadar kötümsersin” diyor. Hayır kötümser değilim, sadece karamsar ve endişeliyim ama umutluyum.
Sınırsızlık, teknoloji, kapitalizm ve mühendisliğin birleşmesi ama aynı zamanda iletişim imkanlarının sınırsızlaşması…. Günümüz modern insanı birçok sorunla boğuşuyor. Sizce din bu noktada nasıl bir sınav veriyor? Ama radikal dinî hareketlerden söz etmiyorum.
“Din”, “dindar” gibi başlıkları öne alarak kendini tanımlayan, varoluşunu icra etmeye çalışan insanlar var. Kimseyi incitmemek lazım geliyor. O yüzden de ben dinî terminolojinin içinden konuşmayı çok tercih etmem. Dinin psikolojik olarak ne olduğunu ve bizim için niye vazgeçilmez olduğunu dillendirmeye gayret ederim. Ama göze de sokmak istemem.
Ekonomiyle din nasıl etkileştiyse, şu an dünya manzarası da dinle etkileşiyor. Her yerden fanatizm fışkırıyor da dinden fışkırmayacak mı? Haliyle mutediller yerine fanatiklerin sesi daha çok çıkıyor.
Her şeyin fanatizmi daha çok kendini göstermek istiyor, haliyle biz onları daha çok görüyoruz. Aşk da bile öyle. Oysa asıl hayatlar, asıl inançlar çok ses etmeden yaşanıp gidiyor. Dinî bilgi zaten her şeyin son cümlesini “Doğrusunu Allah bilir” diye koyan bir bilgidir, iddialı değildir. Dindarlar, “Doğrusunu Allah bilir” diyen ve manevi alanı kendisine aşan bir güç olarak tanımlayan ve o gücü saygı içinde davranıp konuşmaya özen gösteren insanlardır. Bırakın diğer insanları, karıncayı bile incitiyor muyum acaba diye telaşlanan, tedirgin olan insanlardır.
Bu kaotik ve fanatik ortamda mutedil insanların kendini ortaya koyma ve anlaşma zeminleri de maalesef azalıyor.
Din bugünkü insanların arayışlarını ve kafalarındaki soru işaretlerine cevap vermekte sizce yeterli kalıyor mu?
Bu bize bağlı, dini bilgiyi, dinden kaynaklanan yaşantıyı, tecrübeyi ve esini ne kadar düşüncemize, hayatımıza aktarabildiğimize bağlı…
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 6 Ağustos 2025’te yayımlanmıştır.