Bismillahirrahmanirrahim
Bizler yaşıyoruz ve görüyoruz ki bize verilen dünyada yaşadığımız her şey aslında zıtlıkların dengesi içinde… Sıcak ve soğuk, güçlü ve zayıf, iyi ve kötü… Evet, hep biliyoruz ki Firavun ve Musa bir dengedir aslında.
Ama bugün gördüğümüz bu kadar katışıksız kötülük karşısında aklımıza şu soru geliyor: Musa kim olacak?
Belki çok uzun bir süre biz bu sürecin Musa’sını bekledik. Birisi çıkıp bu zalimliğe karşı Musa olsun diye umut ettik. Fakat unuttuğumuz bir şey vardı: Firavun bir tane değildi ki biz tek bir Musa bekleyelim!
Aslında hepimiz, dünya genelinde kurulmuş olan İsrail düzeni içinde büyüyen potansiyel Musa’larız. Ve Musa olduğumuzu birilerinin bize hatırlatmasını bekliyoruz.
İşte Sumud Filosu da bize tam olarak bunu hatırlatıyor.
Sessizliğin en ağır yükü
Gazze’de yaklaşık iki milyon insan, her yeni günü bir sınav gibi yaşıyor. Çocukların kahkahaları çoktan çığlıklara karışmış, annelerin şefkati çaresizliğe bürünmüş, babaların gayreti umutsuz bir bekleyişe dönüşmüş durumda. Oyun çağındaki çocuklar artık oyuncakla oynamıyor, yıkıntılar arasında yaşam savaşı veriyor. Duvarlar, mutluluğun değil, bombaların izlerini taşıyor.
Ve biz, dünyanın dört bir yanında bu manzaraya tanıklık ediyoruz. Kimimiz ekran başında, kimimiz meydanlarda yürüyüşlerde, kimimiz ellerimizi semaya açtığımız dualarda… Hepimizin kalbinde aynı soru yankılanıyor: “Biz ne yapabiliriz?”
Belki tek başımıza dünyayı değiştiremeyiz. Belki bir adımla savaşları durduramayız. Ama biliyoruz ki susmak, hiçbir şey yapmamak, görmezden gelmek en ağır yük. İşte bu yüzden, küçük de olsa bir adım atmak, sessizliğe karşı çıkmak, vicdanın sesine kulak vermek gerekiyordu. İşte Sumud Filosu, böyle bir sessizliğe karşı doğdu.
Bir fısıltıdan filoya
7 Ekim’den sonra meydanlarda toplandık. Yürüyüşler yaptık, mitingler düzenledik, yardım kampanyaları organize ettik. Her adımda sesimizi yükseltmeye çalıştık. Fakat bütün çabalar işgali durdurmaya yetmedi.
Yine de vazgeçmedik. Çünkü vicdan bir kere harekete geçti mi geri dönmek mümkün değildir. “Biz buradayız!” demeye devam ettik.
Ve gördük ki yalnız değiliz. Avrupa’da, Asya’da, Amerika’da, Afrika’nın ücra köylerinde… Dünyanın dört bir yanında insanlar aynı şeyi yapıyordu. Dilleri, dinleri, ideolojileri farklıydı ama yüreklerinde aynı sızı vardı. Sağcı, solcu, muhafazakâr ya da seküler olmaları fark etmiyordu. Çünkü hepsini birleştiren tek bir şey vardı: vicdan.
İşte o vicdan, yeni bir fikri doğurdu. Önce bir fısıltı halinde yayıldı: “Birlikte denize açılırsak, sesimiz daha gür çıkar.”
O fısıltı kısa sürede bir çağrıya dönüştü. Çağrı, tarihe geçecek bir yolculuğun ilk adımı oldu.
Küresel Sumud Filosu’nun doğuşu
Bu kez karar farklıydı: Karadan değil, denizden gidilecekti. March to Gaza hareketi, Refah’a ulaşmaya çalışan Sumud Konvoyu ve Özgürlük Filosu ekibi güçlerini birleştirdi. Üç farklı damarın birleştiği yerde tek bir isim doğdu: Küresel Sumud Filosu.
Artık herkes daha tecrübeliydi, daha kararlıydı. Çünkü Gazze sona doğru gidiyordu. Katılım için çağrı yapıldığında dünyanın dört bir yanından insanlar cevap verdi.
Bir öğrenci derslerini yarıda bıraktı. Bir doktor hastalarını meslektaşlarına emanet etti. Bir anne çocuğunun saçlarını okşayarak gözyaşlarıyla vedalaştı. Bir gazeteci kamerasını yanına aldı, bir sanatçı fırçalarını, bir imam seccadesini. Bir çiftçi köyünden çıkıp, “Benim verecek ekmeğim yok ama varlığım yeter” diyerek yola koyuldu. Bir mülteci, “Kaderim beni hayattan kopardı ama belki bu sefer başkasının hayatına dokunabilirim” diyerek gemiye bindi.
Onlar farklı diller konuşuyorlardı ama aynı dili paylaşıyorlardı: vicdanın dili.
Limandaki vedalar
Gemilerin kalkacağı limanlarda hüzün ve onur yan yanaydı. Bir baba oğlunun elini tuttu: “Eğer dönmezsen, bil ki adını gururla taşıyacağım.” Bir genç kız annesine sarıldı: “Anne, bana öğrettiğin duaları alıp gidiyorum. Sen de benim için dua et.”
Bir çocuk babasının cebine küçük bir oyuncak araba koydu: “Bunu götür, oradaki çocuklarla oyna.” O an, bir oyuncağın taşıdığı anlam binlerce kitabı aşan bir derinlik kazandı.
Valizler de sembollerle doluydu. Kimisi bayrak aldı, kimisi Kur’an-ı Kerim, kimisi bir günlük… Her eşya, yolculuğun maneviyatını taşıyan bir işaret gibiydi.
Zorluklarla dolu yolculuk
31 Ağustos’ta Barselona’dan ilk gemiler yola çıktı. Akdeniz’in tuzlu rüzgârı umut dolu yüzlere çarptı. Günler sonra Tunus’a vardılar. Ama işgalciler boş durmadı.
Tunus’ta, limanda beklerken gemiler İHA’larla saldırıya uğradı. İki büyük gemi ağır hasar aldı, yolculuk günlerce gecikti. Katılımcılar, “Acaba hiç yola çıkamayacak mıyız?” diye kaygılandılar.
Ama isimleri Sumud’du; yani kararlılık, sebat. Gemi tamir edildi, sabırla beklediler ve sonunda yeniden yola çıktılar.
Akdeniz açıklarında bir kez daha taciz başladı. İHA’lar gemilerin etrafında alçak uçuş yaptı, tehditkâr hareketlerle korku salmaya çalıştı. Katılımcılar o an, güvertede topluca cemaatle namaza durdu. Dalga sesiyle karışan tekbirler, korkunun yerini dirence bıraktı.
Sonunda gemiler İtalya’ya ulaştı. Yeni gemiler katıldı, yeni gönüllüler geldi. Ve filo, Akdeniz’in engin sularında yoluna devam etti.
Gemilerde hayat
Birçok katılımcı hayatında ilk kez deniz yolculuğuna çıkmıştı. Dalgalı günlerde çoğu deniz tuttu, yataklara çekildi. Ama o anlarda bile dayanışma vardı. Birisi diğerine su verdi, omzuna dokundu, “Geçecek” dedi.
Deniz sakinleştiğinde güverteler başka bir hayata dönüştü. Sabahları güneşin doğuşu dalgaların üzerine altın bir yol serdiğinde insanlar toplandı. Cemaatle sabah namazı kılındı, ardından eller hep birlikte semaya açıldı. Kimisi dua etti, kimisi ekmeğini, zeytinini paylaştı. Kimisi günlüğüne yazdı, kimisi sadece denizi izledi.
Bir baba günlüğüne yazdı: “Evlatlarım, belki dönmem. Ama bilin ki bu yolculuğa sizin onurunuz için çıktım.” Bir genç kadın defterine karaladı: “Korkuyorum ama korkunun üzerinde bir şey var: umut.”
Akşamları farklı dillerden şarkılar yükseldi. Kahkahalar dalgalara karıştı. Bir gitar sesi duyuldu, ardından herkesin eşlik ettiği melodiler… O an herkes tek bir aileye dönüştü.
Ve geceler… Yıldızların gökyüzünü doldurduğu anlarda güverteler bir mabede dönüştü. Bir köşede Kur’an tilaveti, diğerinde bir rahibin duası, başka yerde gençlerin kendi dillerinde şarkıları… Dalga sesleri, insanlığın ortak duasına karıştı.
Katılımcıların hikâyeleri
Gemiler, sadece yolcular değil; her biri ayrı bir hikâyeyi taşıyordu.
Bir doktor vardı. Beyaz önlüğünü bırakmış, stetoskop yerine acil çantasını almıştı. “Hastalarım bana emanet, ama Gazze’deki çocukların kalbi de bana emanet” diyordu.
Bir öğrenci vardı. Henüz yirmili yaşlarının başındaydı. Defterlerini kapatıp başka bir deftere yazmaya başlamıştı: “Bu yolculuk, hayatımın en önemli dersi.”
Bir anne vardı. Çocuğunu arkasında bırakmıştı. Gözleri nemliydi ama sesi güçlüydü: “Benim oğlum büyüdüğünde, annesinin sustuğunu değil, direndiğini bilsin.”
Bir yaşlı adam vardı. Saçlarına ak düşmüştü. Bastonunu kenara bırakıp ufka bakıyordu: “Ömrüm azaldı ama belki kalan günlerim, bir bebeğin hayatına ışık olur.”
Ve… Dilek Abla vardı. Oğlunun çocuğu dünyaya geldiği anda gemideydi. Bir gece telefonuna görüntülü arama geldi. Güvertede toplanan herkes sessizce ekranına baktı. Dünyaya gözlerini yeni açan minik kız, Leyla Sumud, ilk nefeslerini alıyordu. O an gemidekiler hem sevinçten hem hüzünden gözyaşlarına boğuldu. Dilek Abla’nın elleri titredi, gözleri doldu. Yanındakiler sessizce ona sarıldı. Ve o, boğazı düğümlenmiş sesiyle şöyle dedi:
“Torunum Leyla Sumud’u kucağıma almadan, Gazze’deki bütün çocukları kucağımdaki emanet bildim.”
Bir baba vardı. Kızının düğün davetiyesi cebindeydi. Tarih gemi yolculuğu ile çakışıyordu. “Kızım bana kızacak belki,” dedi, “ama ben onun geleceği için gidiyorum.” O düğüne katılamadı ama kalbi kızının beyaz gelinliğiyle Gazze’deki masumiyet arasında köprü kurdu.
Bir işadamı vardı. Yıllardır büyüttüğü işleri vardı. Kazancı, düzeni, çalışanları… Ama bir gün karar verdi: “Vicdanım izin vermedi. Kazanç değil, insanlık kazanmalı.” Anahtarlarını emanet etti, gemiye bindi.
Onların her biri ayrı bir Musa’ydı. Her biri farklı bir Firavun düzenine karşı çıkıyordu. Ve hepsi aynı filoda birleşmişti.
Hazırlıkların sessiz hikâyesi
Her yolculuk bir hazırlık ister ama bu yolculuğun hazırlığı bambaşkaydı. Kimi ailesiyle helalleşirken gözyaşlarını içine akıttı. Kimi pasaportunu alırken yüreğinin titrediğini hissetti. Kimi çantasına bir kitap koydu, kimi bir bayrak.
Bir genç annesine dedi ki: “Ben dönmesem bile sen benimle gurur duy.” Bir yaşlı adam düşündü: “Ömrümün çoğu geçti, bari kalan kısmı faydalı olsun.” Bir anne çocuğunu öperken fısıldadı: “Sen büyüdüğünde bana kızma, çünkü ben senin için gidiyorum.”
Hazırlık sürecinde gönüllüler gemileri temizledi, ilaçları düzenledi, yiyecekleri paylaştırdı. Kimi güverteyi boyadı, kimi motor dairesinde çalıştı. Yüzlerce el, tek bir amaç için birleşti. Herkes aynı şeyi hissediyordu: “Bu yolculuk bizim değil, insanlığın yolculuğu.”
Umut ve korku
Elbette korku da vardı. Önlerinde belirsizlikler, engeller, tehditler vardı. Ama korkudan daha güçlü bir şey vardı: umut.
Çünkü onlar biliyorlardı ki bu yolculuk sadece bir yardım seferi değildi. Bu yolculuk, insanlığın hâlâ ölmediğini gösterecek bir haykırıştı.
Ne bekliyorlar?
Kimileri sadece Gazze kıyılarını görebilmeyi…
Kimileri çocuklara bir bardak süt ulaştırmayı…
Kimileri bir yetime defter vermeyi…
Kimileri de tarihe şu sözü bırakmayı bekliyor:
“Biz susmadık, denedik.”
Son söz
Sumud Filosu bu yüzden sadece bir deniz yolculuğu değil. Sessizliğe karşı bir çığlık, umutsuzluğa karşı bir direniş, karanlığa yakılmış bir mum.
Ve şimdi size soruyor:
Bu yolculukta siz hangi gemidesiniz? Sessizliğin güvenli limanında mı, yoksa vicdanın dalgalarıyla mücadele eden bu yolculukta mı?
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 29 Eylül 2025’te yayımlanmıştır.