Sözcü – Öğrenci evine sipariş götürdü… (27 Haziran 2025)
“Kardeşim sen bana gelsen desen ki öğrenciyiz 200 liram çıkışmadı, sen bana bi IBAN ver olunca ben sana göndereyim desen ben seni zaten bi güzel döverim ve paran yoksa yeme deyip alır siparişi giderim zaten niye böyle işlere giriyorsun”
Bir öğrenci evine yemek götüren kurye, aldığı ödemeler arasında sahte bir 200 TL olduğunu fark ediyor. Paranın arkasına tükenmez kalemle yazılmış bir not iliştirilmiş: “Abi öğrenciyiz, bilerek yapmadık. Hakkını helal et.” Notu okuyunca öfkelenen kurye, yaşadıklarını sosyal medya hesabında paylaşıyor. Anlattıkları, olayın acı tarafını daha da görünür kılıyor.
Gündelik hayatın sönük bir parıltısı gibi duran bu olay —bir sipariş, bir sahte para, bir not ve bir öfke— aslında çok daha büyük bir yapının kırık aynasından yansıma. Haberi ilk okuduğumuzda üzülüyoruz: “Demek öğrenciler aç.” Ardından, şaşkınlık: “Sahte para mı verdiler?” Ve sonra: “Kurye haklı, ama biraz sert çıkmış…” Fakat haberde gizli olan, bu üçlü tepkinin altında yatan daha büyük yapılar: ekonomik eşitsizlik, statü çatışması, dayanışmanın yarım kalması, sınıfsal öfkenin yön değiştirmesi.
Kurye, “bi güzel döverim seni” dediğinde yalnızca öfkelenmiyor; aynı zamanda bir hüküm veriyor, cezayı da kendi kesiyor. Kendi öfkesine hem yargıç hem infazcı oluyor. Bu noktada sormak gerekiyor: Hangi hakla? Ne adına? Neye dayanarak?
Kurye ne kolluk gücü, ne hukuk temsilcisi, ne de hakkı gasp edilen bir üretici. Getirdiği ürün onun değil; hizmet ettiği sistem, ona bu öfkeyi kazandıran yapı. Günlerdir, belki haftalardır, güvencesiz, sigortasız, yorgun bir şekilde çalışıyor. Belki destek arıyor, belki greve çıkan arkadaşlarını düşünüyor, belki kendi çaresizliğinin ve acizliğinin bir başka yansımasını görüyor önündeki notta. “Öğrenciyiz” diyen ses, bir zamanlar onun da ait olduğu, olmayı düşlediği bir geçmişe ait olabilir. Ama artık orada değil. O yol kapanmış. Şimdi acı, kendini otoriteye dönüştürüyor. Acıyan değil, cezalandıran oluyor.
Öte yandan öğrencilerin de hikâyesi düz bir açgözlülük değil. Bir notla vicdan satın alınmaya çalışılıyor: “Hakkını helal et.” Bu da bir tür itiraf — açlık mı, fırsatçılık mı, bilemiyoruz. Ama asıl soru şurada: Açlıkla kandırılmak arasında nasıl bir sınır var?
Bu tekil olay, üç ayrı acının kesişim kümesini gösteriyor:
a. Aç bir öğrencinin belki de hayatta kalma telaşı;
b. Yorgun bir kuryenin kendi sınıfsal çaresizliğini unutarak şiddet üretmesi;
c. Sistemin iki yoksul aktörünü birbirine düşürerek gerçek sorumluluktan uzak kalması.
Hiçbiri tam anlamıyla masum değil belki. Ama hiçbiri güçlü de değil. En büyük trajedi, kırılganların birbirine kırdırıldığı bir toplumsal düzenin sessizliğinde gizli. Kuryenin cümlesi bu yüzden sadece öfke değil, sistemin içimize ektiği cezasızlık hissinin de dışavurumu: “Bi güzel döverim seni.” Dövmenin meşrulaştırıldığı, empatiyle beslenen öfkenin linçle karardığı bir ruh hâli.
Evet; bu da bir acı – belki de en yaygın, en sinsi olanı: Başkasının acısıyla kendi yoksunluğunu aklamaya çalışmak.
Adaletin olmadığı yerde öfke ceza gibi konuşur
Bazen tek bir cümle, bir ülkenin iç iklimini ele verir. “Bi güzel döverim seni” gibi sıradan görünen bir tehdit, bireysel bir öfke olabileceği gibi, adalet sistemine güvensizliğin, duygusal denetimsizliğin ve en önemlisi sınıfsal aşağılanmanın bir yansıması da olabilir. Bu tehdit, aynı zamanda şunu da söyler: “Ben kimseyi dava edemem, çağıracak polisim yok, ama seni dövebilirim.”
Bu, hem mağdurun hem failin aynı yapısal yoklukta buluştuğu, şiddeti iletişim hâline getiren bir gerilim hattıdır. Kurye şiddeti talep etmezken bile onu içinde taşır, çünkü başka bir yerde sesini duyuramaz. Hukuki bir çerçevede hakkını aramak yerine, fiziki müdahaleye yeltenir. Burada sorun yalnızca şiddet tehdidi değildir — bu tehdidin sıradanlaşmasıdır.
Öte yandan, “öğrenciyiz” notuyla yapılan açıklama da çarpıcı bir kültürel refleksi açığa çıkarır: Açlık, burada yalnızca biyolojik bir durum değil; bir tür meşruiyet silahına dönüştürülmektedir. Yoksulluk, burada bir gerekçe, hatta özürdür. “Paramız yoktu” demek, “beni yargılama, beni anla” demektir. Fakat bu acıya sığınma biçimi, çoğu zaman toplumsal vicdanda dağınık bir yankı bulur. Peki, açlık yalan söyleme hakkı verir mi? Aç kalmak suçu hafifletir mi? O halde mağduriyet, manipülasyonun zeminine mi dönüşmektedir?
Bu örnekte çarpıcı olan, tarafların ikisinin de “halk” olmasıdır. Ne kurye güvenceli bir işte çalışıyordur ne öğrenci doğru düzgün bir destek sisteminin parçasıdır. Kurye, emeği karşılıksız kaldığı için öfkelidir; öğrenci, ihtiyaçlarını karşılayamadığı için çaresizdir. Her ikisi de sistemin “taşra duyguları”yla yetişmiş bireyleridir: kendini ezdirmemek, kandırılmamak, hak ettiğini almak, gerekirse almayı bilmek…
Dahası, bu çatışma, adaletin asla uğramadığı bir mikro evrende geçer. Kurye mahkemeye başvurmaz, öğrenci sosyal yardıma ulaşmaz, haber ise olayın karikatürünü sunar. Aslında hepsi, aynı çürümüş sistemin parçalarıdır. Bu yüzden de bu hikâyede acı, sadece tarafların yaşadıklarında değil, aynı zamanda bu olayın kamuya yansıma biçiminde saklıdır. Bir “haber” değil, bir “günlük patlama” olarak servis edilen bu yaşantı, trajediyi basitliğe indirger. Böylece sıradan bir düzensizlik, toplumsal refleks hâline gelir. Zira burada yalnız açlık ve öfke değil, adalet ve anlam da kayıptır.
Adalet boşluğunda filizlenen çatışmalı empati
Kurye, hukuken bir hizmet sağlayıcıdır; öğrenci ise bir müşteri. Aralarındaki sözleşme, sipariş ve ödeme ekseninde şekillenir. Dolayısıyla kurye, ödeme yapılmadığında hukuki yollara başvurabilir. Ancak kurye, devlete ya da sisteme duyduğu güvensizlik nedeniyle bu yolu tercih etmez. Bunun yerine, fiziksel güçle hakkını savunmaya yönelir. Bu, adaletin görünür olmaması durumunda bireylerin nasıl özsavunma refleksi geliştirdiğini gösterir. Aynı zamanda “adalet boşluğu” dediğimiz yapısal bir açığa da işaret eder.
Kuryenin öfkesi ve öğrencilerin bahanesi, yüzeydeki davranış biçimlerinin ötesinde, bastırılmış çaresizliklerin ifadesidir. Kuryenin tehditkâr çıkışı, bastırılmış değersizlik hissini geçici bir üstünlükle telafi etme çabasıdır. Yetersizlik, sömürülmüşlük ve görülmeme hâli, onu saldırganlaştırır. Öte yandan öğrenci tarafında da bir savunma mekanizması devrededir: Açlık ya da ekonomik sıkıntı gerekçe gösterilerek yapılan manipülatif davranışlar, hayatta kalma içgüdüsünün zihin üzerindeki etkisidir. Bu tür durumlar “çatışmalı empati” yaratır: Mağdurun mazur gösterilme çabası, failin de kendi mağduriyetini öne çıkarma mücadelesi.
Bu çatışma, sınıfsal gerginliklerin mikro ölçekteki izdüşümüdür. Hem öğrenci hem kurye “alt sınıf” ya da “kırılgan sınıf” kategorisine dahildir. Yani bu bir üst sınıf-alt sınıf çatışması değil; alt sınıfın kendi içindeki parçalanmasıdır. Sistemin yarattığı eşitsizlik, benzer mağduriyetler arasında bir dayanışma değil, bir rekabet üretmiştir. Güvencesizliğin norm haline geldiği bir toplumda, herkes herkes için potansiyel bir tehdit hâline gelir. Bu da sosyal güvenin çöküşünü beraberinde getirir. Kuryenin “döverim” sözü ya da öğrencinin “öğrenciyiz” notu, bireysel değil, yapısal ezberlerin dışavurumudur.
Acının görünmezliği ve anlatılamayan onur kırıkları
Hikâye küçük gibi görünür: Bir kurye, üç öğrencinin ödemeyi eksik bırakmasına sinirlenir. Ne büyük bir şeydir, ne kanlı bir olay… Ama bu küçük hikâyenin içine eğildiğimizde, edebiyat ve sinema dünyasının en köklü meselelerine temas ederiz: insaniyet, gurur, kırgınlık, aşağılanma, çaresizlik, güç kullanma hakkı, görünmeyen yorgunluklar…
Çehov’un Acı (Тоска) adlı öyküsü, böyle bir suskun kırılmayı sahneye taşır. Oğlunu kaybeden yaşlı faytoncu İona, derdini yolculara anlatamaz. Hiçbiri dinlemez onu. Sonunda faytonuna koşulu atın kulağına fısıldar derdini. Dinlenememenin, anlatamamanın, görünmemenin hüznü çöker üstüne. Aynı şey burada da var: Kurye, sesini duyurmak istiyor. Öğrenciler de görünmek, anlaşılmak istiyor. Ama kimse kimsenin frekansına ulaşamıyor.
Akira Kurosawa’nın Ikiru (Yaşamak) adlı filminde, ölmekte olan bir bürokrat, hayatının anlamını ararken küçücük bir çocuk parkını hayata geçirmeye çalışır. Herkes onun niyetini sorgular, küçümser. Ama o bilir: Küçük bir iş, bazen insanın hayatını onarabilir. Tersinden düşünürsek; küçük bir aşağılanma da bazen bir insanın bütün onurunu yerle bir edebilir.
Bu anlamda, öğrencilerin “biz öğrenciyiz” notu, yalnızca bir açıklama değil, aynı zamanda bir koruma talebidir. Fakat aynı cümle, başka bir açıdan bakıldığında, istismar hissi uyandırır. İşte burada Susan Sontag’ın Başkalarının Acısına Bakmak kitabı gelir akla: “Acı çekenin görüntüsü, kolayca sömürülür hâle gelir.” Öğrencinin açlığı, acındırıcı bir anlatıya evrilmiş midir? Kurye, kendisinin kimse tarafından acınmadığını hissettiği için mi bu kadar sertleşmiştir? Bu sorular, estetik ve etik sınırların birbirine karıştığı bir alanda dolanır.
Benzer bir duygu, Yorgos Lanthimos’un The Killing of a Sacred Deer filminde de vardır: Suçu olmayan kişiler, başkalarının eylemlerinin sonucu olarak bir ceza ile karşılaşırlar. Sınıfsal ya da bireysel suçların bedeli, bazen ilgisiz kişilerin üstüne yıkılır. Kurye, toplumun yükünü sırtında taşıyan kişidir. Öğrenciler ise geleceği inşa etmesi beklenen, ama bugünün yükünü taşımakta zorlanan figürlerdir. Her ikisi de bir sistemin “fazlalıkları” gibi hisseder kendini.
Popüler kültürde, Joker filmi bu çatışmayı başka bir açıdan işler. Arthur Fleck’in başına gelen küçük küçük aşağılanmalar, onun ruhsal çöküşünü hızlandırır. Kimse onu ciddiye almaz, herkes ona “şımarıklık yapıyorsun” gibi davranır. Bir gün, artık dayanamaz. Kurye de benzer bir patlama eşiğindedir. Burada söz konusu olan, yalnızca ödenmemiş birkaç lira değildir; “saygı” ve “onur” hissinin aleni biçimde zedelenmesidir.
Sanatta, edebiyatta, hatta mitolojide bile aynı meseleyle karşılaşırız: Görünmeyen, anlaşılmayan, küçümsenen kişilerin kırılma anları. Asıl olan, kurye ya da öğrencilerin haklı-haksız olması değildir. Asıl olan, sistemin bütün taraflarını inciten yapısal bir sessizliktir. Ve bu sessizlik, bazen bir “not kağıdı”yla, bazen de “bir güzel döverim” cümlesiyle açığa çıkar.
Yoksulluğun yatay hiyerarşisi ve yön değiştiren öfke
Acı, kimi zaman öfke kılığına bürünür. Kuryenin ağzından dökülen söz, kaba bir ifadenin dışavurumu değildir. Bu, hem sistemin mağduru hem de sistemin sürdürümcüsü olan bireyin yaşadığı çelişkiden doğar. Kendisi de sömürünün içinde ezilirken, ona benzer başka bir ezilene yönelttiği şiddet dili, aslında dayanışma yoksunluğunun, sınıfsal belleksizliğin ve bastırılmış öfkenin tezahürüdür.
Bir ülkede, halkın büyük kısmı sürekli aşağıda tutuluyorsa, bu aşağıda tutulanlar birbirlerine üstünlük kurmak için en savunmasız olana yönelir: Aç olduğu ima edilen öğrenciye, belki öğrenciden daha az paraya çalışan motokuryeye, işsiz babaya, kamuda sözleşmeli çalışana… Hiyerarşi burada yukarıdan aşağıya doğru değil, yatay bir cephe savaşı gibi işler. Herkes herkesin karşısındadır. Herkes kendisinden altta gördüğüne, kendi çaresizliğini unutturacak bir hedef arar. Böylece acı, paylaşılması gereken bir insanlık hâli olmaktan çıkar, yönlendirilmiş bir kızgınlığa dönüşür. Suçlu arayan bir öfkeye…
Bu tabloya baktığımızda, kuryenin aslında neyi dövmek istediğini sormak gerek. Öğrencileri mi? Açlığı mı? Alay edilme korkusunu mu? Yoksa her gün 12 saat boyunca apartman apartman, sokak sokak dolaşmasına rağmen hâlâ “küçük görülme” hissini mi? Cevap ne olursa olsun, bu tür bir öfke, yalnızca bir bireyin değil, bir toplumun duygusal yorgunluğunun da işaretidir. Çünkü bastırılmış acılar, bastırılmış sevgiler gibi, bir gün mutlaka biçim değiştirerek geri döner.
O sahte 200 lira ve üzerinde yazan “hakkını helal et” ibaresi, belki de ironinin değil, çaresizliğin ifadesi. Ama karşılığı şefkat yahut hoşgörü değil, tehdit… Zira artık her tebessümün altında bir hakaret, her teşekkürün ardında bir aşağılama aranıyor – çağ, böyle bir çağ!. Bu, toplumsal acının vardığı tehlikeli bir eşiğe işaret ediyor: İyi niyetin bile şüpheyle karşılandığı, kırılganlığın suç sayıldığı, empati yerine infialin kucaklandığı bir eşik[1].
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 11 Temmuz 2025’te yayımlanmıştır.
[1] Henüz yayımlanmamış “Acının Topografyası – Olaylar, İmgeler ve Eğilimler Üzerinden Bir Seyrütemaşa” başlıklı kitaptan bir bölüm…