Etrafımızı kuşatan mutluluk endüstrisinin bize sıklıkla tekrarladığı mottolardan biri de, pozitif düşün, pozitif olsun. Oysa, pozitif düşünmek, hep iyiye odaklanmak, kötüyü ortadan kaldırmıyor yalnızca dışarıda bırakıyor. Kötü muamele, istismar, şiddet ve daha fazlası köşe başında beklerken, “pozitife odaklan” diyerek tüm risklere gözümüzü kapadığımızda kendimizi göz göre göre tehlikenin kucağına bırakmış oluyoruz. Halbuki olumsuz olanı görmek, bizi kendimizi korumak için önlem almaya yönlendirir. Pozitif düşüncenin vaatlerinin tehlikeli sonuçlarından biri de, pozitif düşünce vasıtasıyla sağlık, para ve refaha kavuşulacağı ümidinin boşa çıktığı durumda kişinin kendisini suçlaması. Yeterince pozitif olunursa, kişinin başarmaması işten değildir çünkü. Neticede mutlu olmak insanın kendi ödevi ise, mutsuz olmak da onun suçudur.
Bir şeyleri yeterince istemediğimiz için olmadığı, yeterli inanca sahip olmadığımız için gerçekleşmediği fikri ile hareket edildiğinde, bunun kişinin kendi hatası olduğu çıkarımına yol açtığını ve böylece sisteme ilişkin problemlerin hasır altı edildiğini bu yazının ilk kısmında söylemiştim. Örneğin, iş bulamamak, ekonomik veya eğitim alanının eksiği değil, kişinin “yeterince” girişken olmayan, motivasyon eksikliği olan, evrene “pozitif” mesaj gönderemeyen biri olmasından kaynaklanıyordur.
Kapitalist düzenin içerisindeki bireyin daha büyük sorular sormasının önüne geçmenin bir enstrümanı haline gelen kişisel gelişim, kişiyi içinde bulunduğu daha geniş güç ilişkilerinden, siyasi problemlerden koparıyor. Bu durum “insan acısının depolitize edilmesi” olarak tanımlanabilir. Depolitizasyon, sistemin işlerliğini güçlendirmeye yarıyor. Kişi artık bir tehdit olmaktan çıkıp, halihazırdaki çarkın bir dişlisi haline geliyor.
Günümüzde “problemin olduğu durumlar” ve “mutlu olunan durumlar” birbirinin zıttı olarak konumlandırılıyor. Problemlerin bize kötü hissettireceğine eminiz, dolayısıyla problemlerin olmadığı durumlarda mutlaka iyi ve mutlu hissederiz anlayışı hakim. Problem ile mutluluk, dert ile deva, sıkıntı ile iyilik hali arasındaki uçurum gün geçtikçe açılıyor. Halbuki, eskiler “Allah derdini arttırsın” diye dua ederdi.
Filozof Soren Kierkegaar’un Korku ve Titreme’deki muazzam sözünü işitmişizdir: “Hepsi anımsanacaktı, ama herkes mücadele ettiği şeyin büyüklüğü kadar büyüktü. Dünyayla mücadele eden dünyayı alt ettiği için, kendisiyle mücadele eden kendini alt ettiği için büyüktü. Oysa tanrıyla mücadele eden herkesten büyüktü. Dünyada mücadele vardı; insana karşı insan, bine karşı bir; oysa tanrıyla mücadele eden herkesten büyüktü. Yeryüzünde mücadele vardı: kendi gücüyle her şeyi alt eden biri vardı ve kendi güçsüzlüğüyle tanrı’yı alt eden biri vardı. Kendine güvenen ve her şeyi kazanan biri vardı; gücünün güvencesinde her şeyini feda edebilen biri vardı. Oysa tanrı’ya inanan herkesten büyüktü.” İnsanın yükselişi, direnci mücadele ettiği şeyin büyüklüğü kadardır. Güvercin, hava olmasa, hızının yol açtığı rüzgâr ona çarpmasa daha iyi uçabileceğini sanabilir ama “güvercinin havaya karşı mücadele ettiği gibi, yüzücünün suya karşı yaptığı gibi dünyaya karşı mücadele etmek zorundayız, ancak dünyayı yüzücünün suyu sevdiği gibi sevmeliyiz de” diyor Simone Weil de Felsefe Dersleri eserinde.
“Sadece kendin ol” savunucularının göremediği
Stanford Üniversitesi psikologlarından Carol Dweck, çalışmalarıyla “sadece kendin ol” mottosuna öldürücü bir darbe vuruyor. Dweck; stres, kaygı ve başarı eksikliğinden mustarip olmamızın en büyük nedenlerinden birinin kişiliğin sabit bir şey olduğu fikrinden kaynaklandığını gösteriyor. ‘Kendiniz Olun’ savunucuları, sinsi bir şekilde aslında, ‘kim olduğunuzun’ sabit bir şey olduğunu varsaymakta.
Oysa kadim öğretilerin terbiyesinin bize ulaştırdığı ve modern çalışmaların da yeniden üzerine eğildiği ve kuramsallaştırdığı düşünceye göre, benlik, içinde barındığı muhite ve bağlantıda olduğu önemli ilişki ağlarına göre tağyir ve tebdil olan daimî bir inşaat alanı.
Çevremizdekilerin bir yansıması olarak, yani ayna benlik olarak bir manzara, kolaj bir mimaridir benliğimiz. Neyi seçtiğimiz elbette ki mühim ama yansıtabileceğimiz şeylerin niteliği de bir o kadar önemli bu yapıtta. Ralph Waldo Emerson, “Hayat, tesbih taneleri gibi birbiri ardına dizilmiş bir duygu trenidir” diye yazmıştı, “ve onların içinden geçerken, her biri dünyayı kendi renklerine boyayan ve kendi odağında ne olduğunu bize gösteren pek çok renkli mercek…”
Gelişimin gözden kaçırdığı
Gelişim kelimesi hep ileriye, geleceğe yönelimlidir. Diğer bir ifadeyle, şimdi ve buradaki benden daha iyisi olma fikrini içerisinde taşır. Bu nedenle, kişisel gelişim yönelim itibariyle geleceğe dönüktür. Böylece an’ın doğurganlığı anlamını yitirir. Mutluluk hep ileride, özlemi çekilen, hedeflenen o henüz gelmemiş gelecekte seyreder. Kişisel gelişimimiz bizden önde attığı her adımda, bizi geride bırakıyor. Gelişmeye kaçan her yanımız kendimizi şu anda unutup da gidiyor. Gelişim sürecini ileriye yansıtan kişisel gelişim furyası, anın bütün zenginliğinden mahrum bırakıyor bizi. Ancak, “Dem bu demdir, dem bu dem.” Klinik psikolog Stephen Briers, “Amaçlarımızın, hayatımızda bizim için gerçekten önemli olanları görmemizi engellememesi gerekir” diyor. Amaçlarımıza odaklı ilerlerken, “bu sırada neyi kaçırıyoruz?” sorusu bize yol gösterebilir.
Bir Zen şiiri şöyle diyordu “Bir şey yapmadan sessizce otur./Bahar gelir/Ve otlar kendiliğinden büyür.” Yine de insan, “bir şey yapmalı” duygusuyla hırpalanıyor biteviye. Diğer yaratılmışlar gibi zorunluluğa tabi ancak yine de onlardan başka şekilde özgür irade sahibi bir varlık olmak, yaşamımızın yüreğinde daimî bir kaygıyı barındıran şey.
Psikolog Neal Roese, ‘If Only’ adlı kitabında, gerçek hayattaki seçimler söz konusu olduğunda, “Bir şeyi yapmaya karar verirseniz ve bu karar, kötü sonuçlanırsa, muhtemelen bu, gelecekteki on yılda sizi rahatsız etmeyecektir. Başarısızlığı yeniden çerçeveleyecek, makul açıklamalar getirecek, devam edecek ve unutacaksınız. Harekete geçmemekle ilgili ise durum öyle değil. Harekete geçmediğiniz için daha uzun süre pişmanlık duyacaksınız, çünkü bu durum, “hayal gücü açısından sınırsızdır”: Gerçekleşme ihtimali olanların sonsuz olasılıkları içinde kendinizi sonsuza kadar kaybedebilirsiniz.” diyor. Eskilerin “zuhurata tabi olmak” tavsiyesi belki hem kendimizi ve yaşamı inşa etme ödevini ifa etmemize yardım ederken, hem de projeler, düsturlar, hedefe güdümlü eylem planlarının pençesine düşmekten bizi esirgeyebilir. Yolların çatallandığı her noktada, yeni bir tecellinin açılması için kendi benzersiz kurgusu ve ilişkileri içerisindeki benliğimizin dinamiklerini kullanmalıyız. Elimizdeki hazır reçeteler, her ne kadar göz atılıp fikir alınması için faydalı olsa da biziz onların yorumcusu; bu an içerisinde bize dair bir söz söylemek ödevi sadece bizim.
Hızla değişen dünyada, elinde olanları sıkı sıkıya tutmaya çalışanlar artık tutucu, değişime direnen, geri zihniyetli benzeri ithamlara maruz kalıyor. Her geçen gün kültürün ve geleneğin prangalarından özgürleşiyoruz. Daha ve daha yenilikçi oluyoruz. Moda her gün değişiyor. Modayı takip edebilenlerimiz, hayranlık bakışlarını üzerine toplayabiliyor. Mükellefiyetlerden kurtulabildiğimiz oranda yeniliklere, orijinal şeylere yer açabiliyoruz.
Steven Brinkmann, kişilik, güçlü yanlar gibi geliştirilmesi gereken, üzerine çalışılması beklenen popüler konuların ötesinde “şahsiyet sahibi olmak” fikrine vurgu yapıyor. Bütünlük, sağlamlık, bozulmamışlık kavramları ile tanımladığı şahsiyet sahibi olma bağlamını, sahip olunan değerleri korumak, her yeni gelene kafa sallamamak, eyvallah dememek gerekliliğiyle destekliyor. Yeni olan her şeyin mutlaka iyi olduğu fikrine karşı çıkarak “tekrar ve gelenekte büyük bir değer vardır ve yenilik ciddi problemler doğurur. Ancak, suları bulandırma pahasına, her tekrarın yenilikçi olduğunu eklemek isterim” diyor. Her yeni olana veya yeni olacak olana yüzümüzü döndükçe, kendimize ve bugüne kadar sahip olduklarımıza, elimizde tuttuklarımıza sırtımızı dönme riski vardır.
Gelenekten kopuş
Gustav Mahler’in söylediği gibi, “Gelenek, ateşin elden ele verilmesidir, küllere tapınmak değil.” Gelenekçilik de gözü kapalı savunulacak bir ideoloji değil ama insanda yaşamı destekleyen ateş, nesile nesile aktarılan aynı meşalenin yangınındandır. Geleneğin kaybı, tecrübelerin şekillendiği anlam örüntülerinin de yitirilmesine neden oluyor. Gelenekten kopuş aynı zamanda insandan, ilişkiden de kopuş anlamına gelir.
Bugünkü kişisel gelişim sektörüne zemin hazırlayan sebeplerden biri de bu kopma hali ile bireyin yalnızlaşmasıdır. Birey, hem insanlardan hem de değerler ve anlam bütünlüğünden izole oluyor. Tutunacak, referans alınacak değerlerimizi yitirdikçe, “yeni” olan fikirlere ihtiyacımız da artıyor. Bu boşluğu, kişisel gelişim mitleri dolduruyor. Bize kendimizi ve hayatı dönemin ruhu ile şekillenen fikirler aracılığı ile anlatıyor. Kişisel gelişim sektörü, “Pozitif düşün, hayatın değişsin”; “İçindeki çocuğa sarıl”; “Duygularına izin ver” ve daha birçok miti, günün hikmet açlığını doldurma girişimi ile pazara sunuyor.
Psikoloji biliminin odağı
Psikoloji bilimi insana fazlasıyla birey odaklı yaklaşır. Kimi yaklaşımlar kişinin içsel yapılarını, kimi yaklaşımlar düşünce ve davranışlarını inceler. İnceleme sahası ekollere göre değişiklik gösterse de genel itibariyle psikoterapi yaklaşımları kişiyi daha geniş ilişkiler ağındaki bir etkilenim öznesi olarak değil, tekil olarak ele alır. Örneğin, bir kişinin sosyal kaygı yaşaması, kişiye ait düşünceler, duygular veya yapısal özellikleri ile ilgili olarak değerlendirilir ve kişinin bunu düzeltmesi, değiştirmesi amaçlanır. Ancak, bu sosyal kaygıya zemin hazırlayan sosyal koşullar göz ardı edilir. Günümüzde, bir diğerinin duygusunu düşünmeden hareket etmek özgüven sahibi olarak tanımlanabiliyor. Veya girişimcilik kimi durumda, başkasının hakkını gözetmekten vazgeçmeyi gerektirebiliyor. Bu bakış tarzı, psikoloji alanının da depolitize olduğunun işaretidir. Depolitize olmanın bir sonucu olarak problemler gerçekten ait oldukları bağlamlarda değerlendirilme şansını yitirirler ve tüm yükü birey sırtlanır.
Psikolojide, teşrih masasında didik didik edilen bir ceset gibi benliğin her bir unsuru incelemeye alınır. Bu, insanı daha iyi anlıyor olma yanılgısı veriyor bize. Briers, “Popüler psikoloji, kendimizi anlayabilmemizi sağlaması için bize bir ayna tutar; ancak bu ayna, bizi, kendi görüntüsüne büründürerek gösteren bozuk bir aynadır” diyor. Yansımalar, popüler psikolojinin trendlerine göre dağılıyor.
Geçmiş dönemlerde, insanların aşmaya çalıştıkları zorluklar genel olarak fazlalıkların azaltılması yönündeydi. Ancak günümüzde birçok insan motivasyonunun, öz-güveninin, mutluluğun az olduğundan dem vuruyor. Psikoloji alanında, dışa vurulamayan içgüdü ve dürtülerin fazla olmasından kaynaklanan nevrozun, yerini motivasyon, keyif alma, neşe ve öz güvenin azlığı ile tanımlanan depresyona bıraktığını söyleyebiliriz. Kişisel gelişim, önce eksikliklerin belirlenmesi ve sonra da o eksikliklerin giderilmesi süreci olarak tasarlanıyor. Neyin problem olarak tanımlanacağı, dönemin ihtiyaçları, yaklaşımları ve trendleri ile belirleniyor.
Bir sentez de mümkün
Popüler kişisel gelişim endüstrisine pek çok esaslı noktada haklı eleştiriler getirmek mümkün. Her meselede olduğu gibi, bu konuda da ifrat ve tefritten sakınmak, orta yolu tercih etmek veya bilimsel ifadeyle “bir senteze varmak” gerekiyor. Üstelik bu sefer orta yol, insanların yürümekten en çok kaçındıkları, farkı yaratan bir patika. İnsanın yolculuğunu kesintiye uğratmak, onu bir ağıla hapsetmek ve içten içe çürümesine göz yummak manasına gelecektir. Bir Martı’nın ses duvarını aşması gibi gerçek dışı bir hedef değil elbette talip olduğumuz, ama mümkünün sınırlarını daha ileri taşıyabilecek bir tür varsa yerkürede, bu da insandır. Yeryüzünde bizler için ayetler vardır; kozasının içinde çürüyen tırtıl, bir kelebek olduğunu görür rüyasında. Ağaçlar tohumdan, kozalaktan yetişir. İnsan yavrusu iki ayağı üzerinde doğrulmakla kalmaz, koşmakla ifade ve hız kazanır. Dil, iki heceden yola çıkar ve görülemeyen nesneleri, varlıkları, evrenleri tanımlar. İnsanın zindanlarında ne kadar duvar örülürse örülsün, elimizi uzatır ve meçhule bakan bir dizi kapı açarız.
İnsan bir tarihin içine doğar, bir sosyalliğe doğar. İçinde soluk alıp verdiğimiz politik ortam ve kültür bize hız da verebilir, ayağımıza köstek de olabilir. İnsanın bütün meselesini zihninin içine hapsederek onu tarihten ve kültürden yalıtmak, ona kolay kişisel gelişim reçeteleriyle yön tayin etmek beyhude bir çaba. Tam aksine hayatı bütün coşkusuyla, sunduklarına gönlümüzü açarak, bütün getirdikleriyle kabullenmek, kimi yerde kaderle inatlaşırken kimi yerde kendimizi onun rüzgarına bırakmak, bana daha doğru bir yöntem gibi geliyor. Modern dünyanın ilerleme fikrine inat buna ‘Kişisel gelişim’ yerine, ‘olgunlaşma yolculuğu’ demeyi tercih ederim. Olgunlaşmak zira hep bir şeyler edinerek olmaz, fazlalıkları arkada bırakarak, ağırlıklardan ve yanılsamalardan kurtularak olur.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 14 Ekim 2021’de yayımlanmıştır.