Kişisel gelişim efsaneleri

Mutluluk enstitüleri, kampları, gezileri, atölyeleri ve inzivaları mevcut. Kişisel mutluluk her yerde satışa sunulan büyük bir işletme. Peki, kişisel gelişim neleri göz ardı ediyor? Kişisel gelişim ve kişilik gelişimi arasındaki fark ne? Prof. Dr. Kemal Sayar’ın yazısının ilk bölümü.

Yıllar önce, benden daha kıdemli bir meslektaşımla bir konu üzerine fikir ayrılığına düşmüştük. Meslektaşım, psikoterapinin amacının danışanların mutlu olmalarını sağlamak olduğunu düşündüğünü söylemişti. Buna katılmadığımı, terapistlerin ‘yanlış bir bilinçle, yanlış bir dünyaya uyum sağlamak’ gibi bir amaca hizmet edemeyeceğini söylediğimde aldığım cevap, “Danışanların acı çekmesini mi istiyoruz yani?” olmuştu.

Öyle ya, mutlu olmak istemenin nesi yanlıştı? Oysa mutsuzluğumuzun kökünde uyum sağlamaya çalıştığımız yanlış bir toplumsal hayat da yatıyor olabilir. Yarışmacılık, tüketimcilik, hız ve diğer uyuşturucular, hayatın maddileşmesi, anlam kaybı ve toplumsal eşitsizlikler gibi bir dizi etken modern insanın kitlesel depresyonunda rol oynuyor. Ne ki kişisel gelişim ideolojileri insanın ait olduğu tarihsel ve kültürel bağlamı adeta gözden kaçırıyor ve her şeyin insanın elinde olduğunu, istersek başarabileceğimizi inatçı bir slogan gibi daima zihnimize çarpıyor. Bu durumda ‘başaramayan’ kişi kolayca kaybedenler kulübüne dâhil ediliyor ve yeterince çabalamadığı varsayılıyor. Sonuç: Kurbanın kendisini suçlaması!

Immanuel Kant gibi şen şakrak tabiatıyla ünlenmemiş bir felsefeci bile “Mutlu olmak her sonlu, rasyonel varlığın dileğidir, dolayısıyla bu, kaçınılmaz olarak arzu yetisinin belirleyici bir prensibidir,” diyordu. Ancak daha sonra başka bir yerde belirteceği üzere, “Maalesef mutluluk kavramı o kadar belirsizdir ki her insan mutluluğu elde etmeyi dilese de gerçekten ne dilediğini ve ne istediğini kesin ve tutarlı olarak söyleyemez”. Meta anlatıların, semavi güçlerin sesinin işitilmediği bu çağda insanlar, yapılmamış, eskiz halde bırakılmış veya kötü yaşanmış hayatlarıyla ne yapacaklarını bilmiyorlar. Sürgit bir yanlışlık, tatminsizlik, tedirginlik hissiyle maluller ve mütemadiyen başkalarına ait hayatların içine uyandıkları hissiyle doğruluyorlar yataklarından. El alabilecekleri büyük üstatlar, gelenekle birlikte mazinin loşluğunda yitip gitti. Kitle insanı esenliği uyum sağlamakta buldu, başka insanlardan gelecek onaylanmanın zincirine bağlıyız.

Olumlu düşünme miti

Pozitif (olumlu) düşünmenin bizi daha iyiye götüreceği konusundaki kişisel gelişim mitini ele alalım: Aslında Kalvinizmin belirgin özelliklerinden biri olan kendini gözetlemeyi farklı bir biçimde değerlendiriyor. Kalvinizm, kişiyi kendi duygu ve düşüncelerini günah olup olmadığı açısından sigaya çekmesi için yönlendirirken; pozitif düşünce, negatif düşüncelere sahip olup olmadığı konusunda kişinin kendisini sürekli gözetim altına tutmasına neden olur. Benlik üzerine çalışılmalı, yeniden programlanmalı ve kusurlarından arındırılmalıdır. Sanki üzerinde çalışılması gereken ve ondan ayrı olarak bu işi yapacak başka bir benlik vardır. Olumlu olanı çağırmanın hayatı da olumlu bir şekilde değiştireceğini öngören bu basit varsayım, mesela kanser hastalarının yaşadığı kederle alakalı bize söyleyebilir? Hayatları talihsizliklerle bükülen insanlar sonunda bir kendini suçlama döngüsüne girmiş olmazlar mı?

Michael Foley, Saçmalıklar Çağı’nda “Sistemin mekanizmaları sorgulanır ama altında yatan, ‘sınırsız kişisel özgürlük ve sınırsız seçenek varsa herkes her şey olabilir ve her şeyi elde edebilir’ varsayımı sorgulanmaz. Ne düşünce ne çaba gereklidir. Sadece istemek, olmaya ve edinmeye yeter: Reklamlarla sinsice ve kişisel gelişim endüstrisi tarafından alenen pompalanan mesaj budur.’’ diye yazar. “Şen Şakrak Kişilik” çağın idealidir ve artık antidepresan etkisiyle ‘ışıltıyla gülümseyen depresifler’ yaşadığımız çağın fenomenine dönüşmüştür. Mutluluk, eskilerin, sadece belli başlı erdemleri taşıyan seçkin ruhlu insanların, bir zahmet neticesinde belirli düşünüş ve ihsas tarzını, yaşam pratiklerini uygulayarak elde edecekleri bir şey değil artık; bir emir ve bir vecibe. ‘Herkes mutlu olabilir’den de öte ‘herkes mutlu olmalıdır!’ Kendini mutlu edecek hedeflere erişemeyen insan, hayatının yegâne suçlusudur.

Adorno, “Yanlış bir hayat doğru yaşanmaz” demişti. Bir çukurun içindeyseniz, ilk işiniz kazmayı bırakmak olmalıdır. Aydınlanma sonrasının yurtsuzlaşmış insanı, yanlış bir hayata uyum sağlamak, onu doğru yaşamak için çırpınıp duran bir bedbahtı andırıyor. Son yirmi yıldır ‘mutluluk endüstrisi’nin değirmenine su taşıyan nice kitap basıldı, belki çok daha fazla kurslar düzenlendi. Terapi kültürünün bir zaferi. Özellikle Doğu düşüncesinden yaraya pansuman kabilinden ödünç alınan bilgelik, Batılı kişisel gelişim kitaplarının ana mihveri haline geldi. Mutluluk bu kitaplar ve kurslar yoluyla hem üretiliyor hem tüketiliyor, bir çeşit sermaye olarak değer kazanıyor.

Aslında bu furyanın uzun yıllar önce başladığı söylenebilir. Sadece mutluluk bezirgânları değil, başarılı kariyer, zenginlik, ilişki diye üç sacayağını belirleyebileceğimiz kişisel başarı parametrelerine ulaşma yöntemleri yirminci yüzyılın sonlarından itibaren kendine bir kişisel gelişim pazarı yarattı. (NLP) Nero Linguistic Programming, olayların kendinden ziyade, onları algılama tarzımızın yaşamlarımızı ve tercihlerimizi belirlediği savıyla ve “harita sahanın kendisi değildir” mottosuyla yola çıkmıştı, dünyayı algılama biçimimizi etkili bir şekilde ve hızlı bir davranış değişikliği yaratarak dönüştürmeyi gaye edinmişti.

Geleneksel dünyada mutluluk, erdem ve iyi yaşamla ilişkiliydi ve ödül de bizatihi erdemin kendisiydi. Takip eden Ortaçağ’da mutluluk Tanrı’nın bir lütfu sayılırdı, Tanrı onu dilediğine verirdi ve dilediğinden alırdı. Kimse mutluluğu kendisi hak etmezdi. Modern mutluluk anlayışı ise onu herkesin özel olarak hazırlaması, yetiştirmesi ve kazanması gereken bir ödül addediyor.

Mutluluk endüstrisi

Elizabeth Farrelly, Mutluluğun Sakıncaları adlı kitabında, arzu, tatmin, haz çizgisinin mutlulukla sonuçlanacağı yönündeki yaygın kabulü reddederek şöyle diyor, “Çoğu zaman haz, olsa olsa mutsuzluğa karşı bir avuntudur sadece; en kötü ihtimalle de, sefaletimizi pekiştirmekten başka bir işe yaramaz. Tüm bunlar, art arda yapılan araştırmaların tüketim, iklim değişikliği, obezite ve yaygın depresyon arasındaki nedensel bağlantıları ortaya koymasıyla daha da açıklık kazanıyor. Buna rağmen, doyum elde etmeye yönelik dürtü, popüler kültürde hala işlerliğini korumakta. Çoğumuz açısından din ıskartaya çıkarılmış ve Aydınlanma hayal kırıklığı yaratmış olsa da, haz yoluyla mutluluk arayışı çağımızın en sarsılmaz inancı olmaya devam ediyor. Kitabevleri nasıl mutlu olunacağını anlatan el kitaplarıyla dolup taşıyor.”

Mutluluk enstitüleri, kampları, gezileri, atölyeleri ve inzivaları mevcut. Gezegenimiz mahvoladursun, kişisel mutluluk her yerde satışa sunulan büyük bir işletme. Kişisel gelişim alanında can bulan birçok mesele artık hayatımızın çeşitli alanlarında karşımıza çıkıyor. Mutlu olmak, pozitif düşünmek, evrene istediklerimizi mesaj olarak iletmek, kendimizi geliştirmek gibi kavramlar, karşılaştığımız, çalıştığımız birçok alanda, konuda her şeye nüfuz etmiş halde kendisini gösteriyor. İş hayatından psikoterapi odasına; günlük yaşamla ilgili fikirlerden hayatın amacına kadar geniş bir sahada etkisini gün geçtikçe artırıyor. Sonsuz yaşamı deneyimlemenin bir yolu olarak mutluluğun peşindeyiz. Umberto Eco 2009 yılında, Der Spiegel’de yayınlanan bir röportajında “Listeleri severiz, çünkü ölmek istemiyoruz” demişti. Yahya Kemal de “Bu emel gurbetinin yoktur ucu/ Daimâ yollar uzar, kalp üzülür/ Ömrü oldukça yürür her yolcu/Varmadan menzile bir yerde ölür.” diyordu.

1996 yılında yayınlanan Ferrarisini Satan Bilge kitabı, milyonlarca adet sattı, sadece zenginlik, başarı ve ilişki yönetimine değil, ruhani gelişimimize de göz dikmişti artık mutluluk endüstrisi. Kitabın açılışında Winston Churchill’den alıntılanan “Bugün eminim ki bizler yazgımızın efendileriyiz… kendi nedenlerimize inandığımız ve aşılamaz bir kazanma azmimiz olduğu sürece zafer bizden esirgenmeyecektir.” sözleri, belki tüm bir kişisel gelişim endüstrisinin de özeti mahiyetindedir.

Bir eleştirmen, “Herkesin faydalanabileceği sade bir bilgelik” olarak tanımlamıştı kitabı. Oysa, Uzakdoğu disiplinlerinin de biteviye vurguladığı gibi, bilenler öğrenmemiştir, öğrenen bilmez. İrfana giden bir otoban yoktur. Ruh, bu yolculukta kendi çarmıhını sırtında taşır. Şule Gürbüz’ün ifadesiyle “Bazı şeyler düşünerek değil, üzülerek öğreniliyor.”

Biz modernler bu, her parasını bastırana garantili mutluluk pazarlayan kitapları okuduğumuzda, bir yandan “mutluluğun kovalandığı için hep son anda elden kaçan, oysa kişi sakince dursaydı onun üzerine konacak bir kelebeğe benzediği” düşüncesi ile öte yandan Churchill’in ifade ettiği gibi inançla ve aşılmaz bir kazanma azmi ile mutluluğu seçersek, onun da kaçınılmaz olarak bizi çağıracağı anlayışı ile karşı karşıya kalırız. Sır (Secret) budur; evrene pozitif enerji göndererek evreni kendimize uyarlarız. “Başarmaya inanmak bazen başaracağınız anlamına gelirken, başaramayacağınıza inanmak hiçbir zaman başaramayacağınız anlamına gelir.” demişti Bruce Hood, Benlik Yanılsaması adlı kitabında. Bu açıdan, pozitif düşünmenin yaşamlarımız üzerindeki etkisini yadsımak mümkün değil elbette, ancak dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insanın kendi bulunduğu şartlardan ve hedeflediği menzilinden bağımsız olarak müşterek o tek hedefe (aslında üç hedef; para, itibar ve sevgi güvencesi) varmak için aynı reçeteyi uygulamanın faydasına inanmasının, temelde günlük burç fallarına inanmaktan bir farkı yok.

Bizim hikemî geleneğimizde insanın yüreğinde kök salmış, vazgeçilmez ve takas edilmez biricik o arzuya erme usulüne dair belki en derinlikli kıssa, Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ındaki anlatısıdır. Kişi, sınana sınana (talep, aşk, mârifet, istiğna, tevhid, hayret ve fakru fenâ vadilerinde) en sonunda bizatihi arzusuna dönüşür. “Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz; daha fazla veya daha eksik gelseydiniz yine o kadar görünürdünüz; burası bir aynadır.” diye nida edilir dergâha varıldığında. Kadim anlatılarda, hikâyesinin sonunda herkes kendine dönüşür.

Varoluşcu düşünür Gabriel Marcel’in “yol insanı” diye tarif ettiği kişiyi, bir başka varoloşçu filozof Karl Jaspers şöyle açıklar: “Bilgece yaşam sürmenin ereği, erişilip son biçimini almış bir durum olarak, kurallaştırılacak nitelikte değildir. Bizim durumlarımız, ancak, kendi varoluşumuzun sürekli çabasının ya da başarısızlığının bir görünüşüdür, öz varlığımız ‘yolda olmak’tır. Bizler, zamanı yarıp geçmek istedik.”

İnsanın benlik gelişiminin “kişisel” olarak adlandırılması manidardır. Kişisel gelişim mitlerinin en büyük handikaplarından biri, insanı ilişkileri içerisinde ele almaması. Gelişim, değişim, dönüşüm hep birey üzerinden ele alınır. Halbuki, Klinik psikolog Stephen Briers’ın ifade ettiği gibi, “Hayatı nasıl deneyimlediğimiz, hatta kendimizi nasıl deneyimlediğimiz büyük oranda başkaları tarafından belirleniyor.” Kişinin ilişkilerinden azat edilmesi, kendi davranışlarının sorumluluğunu almasını engeller. İlişki yoksa, sorumluluk duyacağımız insanlar da yoktur. Briers’ın, psikoloji alanındaki mitleri tartıştığı kitabında, ele aldığı mitlerden biri de “kimse sana izin vermediğin bir şeyi hissettiremez” anlayışı. Bu ve benzeri modern mitlerin temel problemi kişiyi içinde yaşadığı çevreden soyutlaması ve ona sorumluluklarını unutturmasıdır. Kişisel gelişim sektörü, “Ben ne istiyorum?”; “Neyi hak ediyorum?”; “Dünyadan/Çevremden neyi alabilirim?” gibi soruları merkeze alırken; “Ben dünyaya/çevreme ne veriyorum?”; “Başkaları üzerindeki etkilerim neler?”; “Çevreme karşı sorumluluklarım neler?” nev’inden soruları pas geçer.

Kontrol ihtiyacımız

İlişkiden koparılmış bir benlik, bencilleşmek yolunda emin adımlarla ilerler. İlişkilerden uzaklaştıkça, kendi içimize gömüldükçe kırılganlığımız da aynı oranda artıyor. Dış dünya yine aynı oranda daha tehlikeli ve dolayısıyla da daha çok kontrol gerektiren bir nesne haline geliyor. Bugün artık incinebilirlik toplumunda yaşıyoruz. İncinmekten, zarar görmekten korkuyoruz. Etrafımıza kaleler inşa ediyoruz. Kontrolü sağlayabileceğimiz sağlam kaleler.

Kontrol ihtiyacımıza karşılık sahici ilişki kurma ihtimalini feda ediyoruz. Kendi kovuklarımızda yalnızlaşıyoruz. Önümüze sunulan çok sayıda seçenek ve teknolojik gelişmeler sonucunda, modern dünya bize etrafımızda olanları kontrol edebileceğimize dair bir yanılsama hissi veriyor. Bu da kontrolü kaybetme ihtimalini korkutucu olarak algılamamıza neden oluyor. İlişkisellikten bireysele geri çekilen insan için kontrol ihtiyacı daha büyük bir önem arz ediyor. Halbuki incinebilirlik tasavvuru, negatif bir değerlendirme ve yorumlamadan sıyrıldığı takdirde, hayatımıza katacakları görünür hale gelecektir. Oliver Burkeman, incinebilirliği, “daha az rol yapmanın diğer adı” olarak tanımlıyor. İncinebilirliğimizi örtmek için satın aldığımız her şey (para, makam, şöhret), bizi daha az sahici kılıyor ve daha fazla yalnızlaştırıyor.

İrfani geleneğimiz ne söylüyor?

İrfânî geleneğimizin asli gayesi insanın kendini dünyanın ve diğer insanların tehlikelerine karşı korumaya alması değil, dünyayı ve diğer insanları kendinden korumasıdır. Kişi, esenlik yurdunu evvelemirde dışarıda değil kendi içinde kurmalıdır. Bu nedenle kişisel gelişim, ben’in silahsızlandırılması manasına gelir hikemi gelenekte daha ziyade. Nefis terbiyesi denilen şey, hayatın sürdürülmesi ve güçlendirilmesi adına kendiliğin emre amade şekilde hizaya çekilmesi demektir. Bu, özün cılızlaştırılma ameliyesi değildir, bilakis özün sınırlarının çözülerek bütün varlığa yayılması girişimidir.

Anadolu kültüründe yaygın olarak yapılan bir yörük duası çalındı yakınlarda kulağıma: “Allah’ım! İlk önce dağa taşa ver. Ormana, hayvanlara, suya ver. Ondan sonra insanlara, kapı komşuma, muhtaç olana ver. Peşi sıra da bana ver!..” diye. Çok geniş bir varlık halkasının bağımlı ancak ikame edilemez bir parçası olarak kişinin, yalnızca kendi selametini öncelemesi, yaşamın sürdürülebilirliğini baltalayan bir yaklaşımdır. “İnsanı yaşat ki varlık yaşasın”dan daha sağlam bir tutamaktır “varlığı yaşat ki insan yaşasın”. İşin aslı bir sevgi eylemidir bu, sevgi eylemlerinin öznesi olmadığı kadar nesnesi de bulunmaz. Ne yaşatan bir ‘ben’ vardır, ne de yaşattığımız bir ‘şey’. Böyle bir geniş yürek birliği ‘Biz’den daha geniş bir zamire ihtiyaç duyuyor.

“Kendin Yap” girişiminin barındırdığı yetersizlik, büyük ölçüde özerklik ve bağımlılık arasındaki çizgiyi bulanıklaştırmasından kaynaklanıyor. Kendimizi ileri taşıma girişiminde bulunduğunuzda dış kaynaklara olan bağımlılığımız başka zamanlardan daha yüksektir. Zira mevzuu bahis insan ise, bir artı birin ikiden çok daha yükseğe eriştiğinin kanıtıdır soyumuzun tarihi. İnsanın tek başına sahip olduğu imkân alanı, benzerine dayandığında genişler ve onun da imkân alanını ileriye taşır.

“Hep daha iyi olabilirsin” demek

Kişisel gelişim ile, kişilik gelişimi (tekâmül) arasındaki bir diğer fark; tekamülde kişinin kendi en iyi haline ulaşmak için samimi bir niyetle işe koyulması iken, kişisel gelişimin, bir amacı elde etmek üzere insanın kendi özgün tabiatını gözden çıkarıp bir başkası olmak zorunda kalması, sürü ile aynılaşmak zorunda kalmasıdır. Bu hiç kimseleşme veya Heidegger’in tabiriyle herkesleşme öylesine eşitler ki insanların paydasını, “Hep daha iyi olabilirsin” demek, aslında basitçe “hiçbir zaman yeterince iyi olamazsın” demek manasına gelir. Herkese uyan ortak çözüm önerileri içeren kitaplar, konuşmalar kişisel gelişim alanının en yaygın tüketim malzemeleridir. Bu kaynaklarda, hitap edilen kitlenin farklılıkları gözetilmez. İnsanların “kişisel” gelişimi, birey odaklı değil; “kişisel gelişim” metinlerinin belirlediği pozitif düşüncenin tekelindedir.

Geleneksel yaklaşımda, kişinin kemale erme yolculuğunda bireylerin eğilimleri, yatkınlıkları, kişisel farklılıkları göz önünde bulundurularak kişiye özgü bir terbiyeye tabi tutulması esastır. Hatta, böyle bir yolculuğa çıkmaya niyet eden kişinin kendi meşrebine uygun bir yol ve yoldaş araması öğütlenir. Talibin kılavuzu olacak usta öylesine seçilmiştir ki, hazır giyim kalıplarına (pret a porter) benzeyen kişisel gelişim araçlarının aksine, kılavuz, arayan (talip) kişi için kendisini yeniden organize eder.

Modern bireysel performans değerlendirme sistemleri çalışanından kendisi için her sene daha ileride yeni bir hedef belirlemesini ister. Çalışanın kendisini yaptığı işte daima yetersiz hissetmesini sağlamak, performans toplumu öznelerinin özyıkımına yol açar. Sonrasında gelen depresyon ve tükenmişlik sendromları sorumluluk hisseden insanlar için istisna değil kuraldır artık.

Karakter aşınması ifadesi, modern toplumlarda iş ahlakının bireysel ahlakı ve insanı karakterize etmesini ifade ediyor. Psikolog Paul Watzlawick “Çocuklukta bize öğretilmiş olanı (üzüntüden kurtulamıyorsak kabahati kendimizde arama alışkanlığını) ileriki yıllarda da sürdürerek belli durumlarda üzülmeye ne hakkımız ne de nedenimiz bulunduğuna kendimizi inandırarak üzüntüyü ruhsal çöküntüye dönüştürebiliriz. Öyleyse ruhsal çöküntü, bu dönüştürme yeteneğimizin sonucudur.” diyor Mutsuzluk Kılavuzu adlı kitabında.

Pozitif düşünceye bu denli önem atfetmenin sonucu olarak sıkıntıdan, problemden, dertlerden kaçınmaya çalışıyoruz. Acının kaynağından uzaklaşmaya çalışmak, direncin yarattığı bunalımı derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor oysa ki. Kabul ve Kararlılık Terapisi (ACT) yaklaşımının kurucularından Steven Hayes, “…bizi en çok acıtma gücüne sahip şeyler, bizim en derinden önemsediğimiz şeylerdir” der. Hayes, acı duyduğumuz şeylerin değerlerimize işaret ettiğini ve acıdan kaçındığımızda ise değerlerimizle aramızın açıldığını söyler. Zevk verici şeyler ortaya çıktığı anda onları keyifle deneyimlemek yerine sonsuza dek elimizde tutabilmek için onlara yapışıyor veya acı verici olanla, onu deneyimlediğimiz anda kalabilmek yerine, acıdan kaçınmanın tüm yollarını deniyoruz. Her ikisi de (zevk verene yapışmak veya acıdan kaçınmak), o anda geçici olana bağlanmak anlamına geliyor. Geçici olana fazlasıyla bağlanmanın muhakkak ki acı ve mutsuzluk verici sonuçları vardır. Didem Madak bir şiirinde “Kardeşim, Biriciğim/ Bazı yaralar yararlıdır buna inan/ Bazı yaraların ortasında küçücük bir el sanki geçmişine çiçek uzatır, tüm geleceğin yıkanır.(…) Kardeşim Biriciğim, Haydi çık o karanlık odadan.” demişti.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 13 Ekim 2021’de yayımlanmıştır.

Kemal Sayar
Kemal Sayarhttps://kemalsayar.com/
Prof. Dr. Kemal Sayar, psikiyatri profesörü. İstanbul Bakırköy Ruh ve Sinir Hastanesi’nde klinik şefliği, çeşitli radyo ve televizyon kanallarında programlar yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı öğretim üyesi olan Sayar, Hayat Teselli Bulmaktır (Timaş Yayınları, 2013) ile Başı Sınuklar için Kılavuz (Kapı Yayınları, 2019) ve Dünyaya Geldim Gitmeye (Turkuvaz, 2019) başta olmak üzere yirmiyi aşkın kitaba imza attı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Kişisel gelişim efsaneleri

Mutluluk enstitüleri, kampları, gezileri, atölyeleri ve inzivaları mevcut. Kişisel mutluluk her yerde satışa sunulan büyük bir işletme. Peki, kişisel gelişim neleri göz ardı ediyor? Kişisel gelişim ve kişilik gelişimi arasındaki fark ne? Prof. Dr. Kemal Sayar’ın yazısının ilk bölümü.

Yıllar önce, benden daha kıdemli bir meslektaşımla bir konu üzerine fikir ayrılığına düşmüştük. Meslektaşım, psikoterapinin amacının danışanların mutlu olmalarını sağlamak olduğunu düşündüğünü söylemişti. Buna katılmadığımı, terapistlerin ‘yanlış bir bilinçle, yanlış bir dünyaya uyum sağlamak’ gibi bir amaca hizmet edemeyeceğini söylediğimde aldığım cevap, “Danışanların acı çekmesini mi istiyoruz yani?” olmuştu.

Öyle ya, mutlu olmak istemenin nesi yanlıştı? Oysa mutsuzluğumuzun kökünde uyum sağlamaya çalıştığımız yanlış bir toplumsal hayat da yatıyor olabilir. Yarışmacılık, tüketimcilik, hız ve diğer uyuşturucular, hayatın maddileşmesi, anlam kaybı ve toplumsal eşitsizlikler gibi bir dizi etken modern insanın kitlesel depresyonunda rol oynuyor. Ne ki kişisel gelişim ideolojileri insanın ait olduğu tarihsel ve kültürel bağlamı adeta gözden kaçırıyor ve her şeyin insanın elinde olduğunu, istersek başarabileceğimizi inatçı bir slogan gibi daima zihnimize çarpıyor. Bu durumda ‘başaramayan’ kişi kolayca kaybedenler kulübüne dâhil ediliyor ve yeterince çabalamadığı varsayılıyor. Sonuç: Kurbanın kendisini suçlaması!

Immanuel Kant gibi şen şakrak tabiatıyla ünlenmemiş bir felsefeci bile “Mutlu olmak her sonlu, rasyonel varlığın dileğidir, dolayısıyla bu, kaçınılmaz olarak arzu yetisinin belirleyici bir prensibidir,” diyordu. Ancak daha sonra başka bir yerde belirteceği üzere, “Maalesef mutluluk kavramı o kadar belirsizdir ki her insan mutluluğu elde etmeyi dilese de gerçekten ne dilediğini ve ne istediğini kesin ve tutarlı olarak söyleyemez”. Meta anlatıların, semavi güçlerin sesinin işitilmediği bu çağda insanlar, yapılmamış, eskiz halde bırakılmış veya kötü yaşanmış hayatlarıyla ne yapacaklarını bilmiyorlar. Sürgit bir yanlışlık, tatminsizlik, tedirginlik hissiyle maluller ve mütemadiyen başkalarına ait hayatların içine uyandıkları hissiyle doğruluyorlar yataklarından. El alabilecekleri büyük üstatlar, gelenekle birlikte mazinin loşluğunda yitip gitti. Kitle insanı esenliği uyum sağlamakta buldu, başka insanlardan gelecek onaylanmanın zincirine bağlıyız.

Olumlu düşünme miti

Pozitif (olumlu) düşünmenin bizi daha iyiye götüreceği konusundaki kişisel gelişim mitini ele alalım: Aslında Kalvinizmin belirgin özelliklerinden biri olan kendini gözetlemeyi farklı bir biçimde değerlendiriyor. Kalvinizm, kişiyi kendi duygu ve düşüncelerini günah olup olmadığı açısından sigaya çekmesi için yönlendirirken; pozitif düşünce, negatif düşüncelere sahip olup olmadığı konusunda kişinin kendisini sürekli gözetim altına tutmasına neden olur. Benlik üzerine çalışılmalı, yeniden programlanmalı ve kusurlarından arındırılmalıdır. Sanki üzerinde çalışılması gereken ve ondan ayrı olarak bu işi yapacak başka bir benlik vardır. Olumlu olanı çağırmanın hayatı da olumlu bir şekilde değiştireceğini öngören bu basit varsayım, mesela kanser hastalarının yaşadığı kederle alakalı bize söyleyebilir? Hayatları talihsizliklerle bükülen insanlar sonunda bir kendini suçlama döngüsüne girmiş olmazlar mı?

Michael Foley, Saçmalıklar Çağı’nda “Sistemin mekanizmaları sorgulanır ama altında yatan, ‘sınırsız kişisel özgürlük ve sınırsız seçenek varsa herkes her şey olabilir ve her şeyi elde edebilir’ varsayımı sorgulanmaz. Ne düşünce ne çaba gereklidir. Sadece istemek, olmaya ve edinmeye yeter: Reklamlarla sinsice ve kişisel gelişim endüstrisi tarafından alenen pompalanan mesaj budur.’’ diye yazar. “Şen Şakrak Kişilik” çağın idealidir ve artık antidepresan etkisiyle ‘ışıltıyla gülümseyen depresifler’ yaşadığımız çağın fenomenine dönüşmüştür. Mutluluk, eskilerin, sadece belli başlı erdemleri taşıyan seçkin ruhlu insanların, bir zahmet neticesinde belirli düşünüş ve ihsas tarzını, yaşam pratiklerini uygulayarak elde edecekleri bir şey değil artık; bir emir ve bir vecibe. ‘Herkes mutlu olabilir’den de öte ‘herkes mutlu olmalıdır!’ Kendini mutlu edecek hedeflere erişemeyen insan, hayatının yegâne suçlusudur.

Adorno, “Yanlış bir hayat doğru yaşanmaz” demişti. Bir çukurun içindeyseniz, ilk işiniz kazmayı bırakmak olmalıdır. Aydınlanma sonrasının yurtsuzlaşmış insanı, yanlış bir hayata uyum sağlamak, onu doğru yaşamak için çırpınıp duran bir bedbahtı andırıyor. Son yirmi yıldır ‘mutluluk endüstrisi’nin değirmenine su taşıyan nice kitap basıldı, belki çok daha fazla kurslar düzenlendi. Terapi kültürünün bir zaferi. Özellikle Doğu düşüncesinden yaraya pansuman kabilinden ödünç alınan bilgelik, Batılı kişisel gelişim kitaplarının ana mihveri haline geldi. Mutluluk bu kitaplar ve kurslar yoluyla hem üretiliyor hem tüketiliyor, bir çeşit sermaye olarak değer kazanıyor.

Aslında bu furyanın uzun yıllar önce başladığı söylenebilir. Sadece mutluluk bezirgânları değil, başarılı kariyer, zenginlik, ilişki diye üç sacayağını belirleyebileceğimiz kişisel başarı parametrelerine ulaşma yöntemleri yirminci yüzyılın sonlarından itibaren kendine bir kişisel gelişim pazarı yarattı. (NLP) Nero Linguistic Programming, olayların kendinden ziyade, onları algılama tarzımızın yaşamlarımızı ve tercihlerimizi belirlediği savıyla ve “harita sahanın kendisi değildir” mottosuyla yola çıkmıştı, dünyayı algılama biçimimizi etkili bir şekilde ve hızlı bir davranış değişikliği yaratarak dönüştürmeyi gaye edinmişti.

Geleneksel dünyada mutluluk, erdem ve iyi yaşamla ilişkiliydi ve ödül de bizatihi erdemin kendisiydi. Takip eden Ortaçağ’da mutluluk Tanrı’nın bir lütfu sayılırdı, Tanrı onu dilediğine verirdi ve dilediğinden alırdı. Kimse mutluluğu kendisi hak etmezdi. Modern mutluluk anlayışı ise onu herkesin özel olarak hazırlaması, yetiştirmesi ve kazanması gereken bir ödül addediyor.

Mutluluk endüstrisi

Elizabeth Farrelly, Mutluluğun Sakıncaları adlı kitabında, arzu, tatmin, haz çizgisinin mutlulukla sonuçlanacağı yönündeki yaygın kabulü reddederek şöyle diyor, “Çoğu zaman haz, olsa olsa mutsuzluğa karşı bir avuntudur sadece; en kötü ihtimalle de, sefaletimizi pekiştirmekten başka bir işe yaramaz. Tüm bunlar, art arda yapılan araştırmaların tüketim, iklim değişikliği, obezite ve yaygın depresyon arasındaki nedensel bağlantıları ortaya koymasıyla daha da açıklık kazanıyor. Buna rağmen, doyum elde etmeye yönelik dürtü, popüler kültürde hala işlerliğini korumakta. Çoğumuz açısından din ıskartaya çıkarılmış ve Aydınlanma hayal kırıklığı yaratmış olsa da, haz yoluyla mutluluk arayışı çağımızın en sarsılmaz inancı olmaya devam ediyor. Kitabevleri nasıl mutlu olunacağını anlatan el kitaplarıyla dolup taşıyor.”

Mutluluk enstitüleri, kampları, gezileri, atölyeleri ve inzivaları mevcut. Gezegenimiz mahvoladursun, kişisel mutluluk her yerde satışa sunulan büyük bir işletme. Kişisel gelişim alanında can bulan birçok mesele artık hayatımızın çeşitli alanlarında karşımıza çıkıyor. Mutlu olmak, pozitif düşünmek, evrene istediklerimizi mesaj olarak iletmek, kendimizi geliştirmek gibi kavramlar, karşılaştığımız, çalıştığımız birçok alanda, konuda her şeye nüfuz etmiş halde kendisini gösteriyor. İş hayatından psikoterapi odasına; günlük yaşamla ilgili fikirlerden hayatın amacına kadar geniş bir sahada etkisini gün geçtikçe artırıyor. Sonsuz yaşamı deneyimlemenin bir yolu olarak mutluluğun peşindeyiz. Umberto Eco 2009 yılında, Der Spiegel’de yayınlanan bir röportajında “Listeleri severiz, çünkü ölmek istemiyoruz” demişti. Yahya Kemal de “Bu emel gurbetinin yoktur ucu/ Daimâ yollar uzar, kalp üzülür/ Ömrü oldukça yürür her yolcu/Varmadan menzile bir yerde ölür.” diyordu.

1996 yılında yayınlanan Ferrarisini Satan Bilge kitabı, milyonlarca adet sattı, sadece zenginlik, başarı ve ilişki yönetimine değil, ruhani gelişimimize de göz dikmişti artık mutluluk endüstrisi. Kitabın açılışında Winston Churchill’den alıntılanan “Bugün eminim ki bizler yazgımızın efendileriyiz… kendi nedenlerimize inandığımız ve aşılamaz bir kazanma azmimiz olduğu sürece zafer bizden esirgenmeyecektir.” sözleri, belki tüm bir kişisel gelişim endüstrisinin de özeti mahiyetindedir.

Bir eleştirmen, “Herkesin faydalanabileceği sade bir bilgelik” olarak tanımlamıştı kitabı. Oysa, Uzakdoğu disiplinlerinin de biteviye vurguladığı gibi, bilenler öğrenmemiştir, öğrenen bilmez. İrfana giden bir otoban yoktur. Ruh, bu yolculukta kendi çarmıhını sırtında taşır. Şule Gürbüz’ün ifadesiyle “Bazı şeyler düşünerek değil, üzülerek öğreniliyor.”

Biz modernler bu, her parasını bastırana garantili mutluluk pazarlayan kitapları okuduğumuzda, bir yandan “mutluluğun kovalandığı için hep son anda elden kaçan, oysa kişi sakince dursaydı onun üzerine konacak bir kelebeğe benzediği” düşüncesi ile öte yandan Churchill’in ifade ettiği gibi inançla ve aşılmaz bir kazanma azmi ile mutluluğu seçersek, onun da kaçınılmaz olarak bizi çağıracağı anlayışı ile karşı karşıya kalırız. Sır (Secret) budur; evrene pozitif enerji göndererek evreni kendimize uyarlarız. “Başarmaya inanmak bazen başaracağınız anlamına gelirken, başaramayacağınıza inanmak hiçbir zaman başaramayacağınız anlamına gelir.” demişti Bruce Hood, Benlik Yanılsaması adlı kitabında. Bu açıdan, pozitif düşünmenin yaşamlarımız üzerindeki etkisini yadsımak mümkün değil elbette, ancak dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insanın kendi bulunduğu şartlardan ve hedeflediği menzilinden bağımsız olarak müşterek o tek hedefe (aslında üç hedef; para, itibar ve sevgi güvencesi) varmak için aynı reçeteyi uygulamanın faydasına inanmasının, temelde günlük burç fallarına inanmaktan bir farkı yok.

Bizim hikemî geleneğimizde insanın yüreğinde kök salmış, vazgeçilmez ve takas edilmez biricik o arzuya erme usulüne dair belki en derinlikli kıssa, Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ındaki anlatısıdır. Kişi, sınana sınana (talep, aşk, mârifet, istiğna, tevhid, hayret ve fakru fenâ vadilerinde) en sonunda bizatihi arzusuna dönüşür. “Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz; daha fazla veya daha eksik gelseydiniz yine o kadar görünürdünüz; burası bir aynadır.” diye nida edilir dergâha varıldığında. Kadim anlatılarda, hikâyesinin sonunda herkes kendine dönüşür.

Varoluşcu düşünür Gabriel Marcel’in “yol insanı” diye tarif ettiği kişiyi, bir başka varoloşçu filozof Karl Jaspers şöyle açıklar: “Bilgece yaşam sürmenin ereği, erişilip son biçimini almış bir durum olarak, kurallaştırılacak nitelikte değildir. Bizim durumlarımız, ancak, kendi varoluşumuzun sürekli çabasının ya da başarısızlığının bir görünüşüdür, öz varlığımız ‘yolda olmak’tır. Bizler, zamanı yarıp geçmek istedik.”

İnsanın benlik gelişiminin “kişisel” olarak adlandırılması manidardır. Kişisel gelişim mitlerinin en büyük handikaplarından biri, insanı ilişkileri içerisinde ele almaması. Gelişim, değişim, dönüşüm hep birey üzerinden ele alınır. Halbuki, Klinik psikolog Stephen Briers’ın ifade ettiği gibi, “Hayatı nasıl deneyimlediğimiz, hatta kendimizi nasıl deneyimlediğimiz büyük oranda başkaları tarafından belirleniyor.” Kişinin ilişkilerinden azat edilmesi, kendi davranışlarının sorumluluğunu almasını engeller. İlişki yoksa, sorumluluk duyacağımız insanlar da yoktur. Briers’ın, psikoloji alanındaki mitleri tartıştığı kitabında, ele aldığı mitlerden biri de “kimse sana izin vermediğin bir şeyi hissettiremez” anlayışı. Bu ve benzeri modern mitlerin temel problemi kişiyi içinde yaşadığı çevreden soyutlaması ve ona sorumluluklarını unutturmasıdır. Kişisel gelişim sektörü, “Ben ne istiyorum?”; “Neyi hak ediyorum?”; “Dünyadan/Çevremden neyi alabilirim?” gibi soruları merkeze alırken; “Ben dünyaya/çevreme ne veriyorum?”; “Başkaları üzerindeki etkilerim neler?”; “Çevreme karşı sorumluluklarım neler?” nev’inden soruları pas geçer.

Kontrol ihtiyacımız

İlişkiden koparılmış bir benlik, bencilleşmek yolunda emin adımlarla ilerler. İlişkilerden uzaklaştıkça, kendi içimize gömüldükçe kırılganlığımız da aynı oranda artıyor. Dış dünya yine aynı oranda daha tehlikeli ve dolayısıyla da daha çok kontrol gerektiren bir nesne haline geliyor. Bugün artık incinebilirlik toplumunda yaşıyoruz. İncinmekten, zarar görmekten korkuyoruz. Etrafımıza kaleler inşa ediyoruz. Kontrolü sağlayabileceğimiz sağlam kaleler.

Kontrol ihtiyacımıza karşılık sahici ilişki kurma ihtimalini feda ediyoruz. Kendi kovuklarımızda yalnızlaşıyoruz. Önümüze sunulan çok sayıda seçenek ve teknolojik gelişmeler sonucunda, modern dünya bize etrafımızda olanları kontrol edebileceğimize dair bir yanılsama hissi veriyor. Bu da kontrolü kaybetme ihtimalini korkutucu olarak algılamamıza neden oluyor. İlişkisellikten bireysele geri çekilen insan için kontrol ihtiyacı daha büyük bir önem arz ediyor. Halbuki incinebilirlik tasavvuru, negatif bir değerlendirme ve yorumlamadan sıyrıldığı takdirde, hayatımıza katacakları görünür hale gelecektir. Oliver Burkeman, incinebilirliği, “daha az rol yapmanın diğer adı” olarak tanımlıyor. İncinebilirliğimizi örtmek için satın aldığımız her şey (para, makam, şöhret), bizi daha az sahici kılıyor ve daha fazla yalnızlaştırıyor.

İrfani geleneğimiz ne söylüyor?

İrfânî geleneğimizin asli gayesi insanın kendini dünyanın ve diğer insanların tehlikelerine karşı korumaya alması değil, dünyayı ve diğer insanları kendinden korumasıdır. Kişi, esenlik yurdunu evvelemirde dışarıda değil kendi içinde kurmalıdır. Bu nedenle kişisel gelişim, ben’in silahsızlandırılması manasına gelir hikemi gelenekte daha ziyade. Nefis terbiyesi denilen şey, hayatın sürdürülmesi ve güçlendirilmesi adına kendiliğin emre amade şekilde hizaya çekilmesi demektir. Bu, özün cılızlaştırılma ameliyesi değildir, bilakis özün sınırlarının çözülerek bütün varlığa yayılması girişimidir.

Anadolu kültüründe yaygın olarak yapılan bir yörük duası çalındı yakınlarda kulağıma: “Allah’ım! İlk önce dağa taşa ver. Ormana, hayvanlara, suya ver. Ondan sonra insanlara, kapı komşuma, muhtaç olana ver. Peşi sıra da bana ver!..” diye. Çok geniş bir varlık halkasının bağımlı ancak ikame edilemez bir parçası olarak kişinin, yalnızca kendi selametini öncelemesi, yaşamın sürdürülebilirliğini baltalayan bir yaklaşımdır. “İnsanı yaşat ki varlık yaşasın”dan daha sağlam bir tutamaktır “varlığı yaşat ki insan yaşasın”. İşin aslı bir sevgi eylemidir bu, sevgi eylemlerinin öznesi olmadığı kadar nesnesi de bulunmaz. Ne yaşatan bir ‘ben’ vardır, ne de yaşattığımız bir ‘şey’. Böyle bir geniş yürek birliği ‘Biz’den daha geniş bir zamire ihtiyaç duyuyor.

“Kendin Yap” girişiminin barındırdığı yetersizlik, büyük ölçüde özerklik ve bağımlılık arasındaki çizgiyi bulanıklaştırmasından kaynaklanıyor. Kendimizi ileri taşıma girişiminde bulunduğunuzda dış kaynaklara olan bağımlılığımız başka zamanlardan daha yüksektir. Zira mevzuu bahis insan ise, bir artı birin ikiden çok daha yükseğe eriştiğinin kanıtıdır soyumuzun tarihi. İnsanın tek başına sahip olduğu imkân alanı, benzerine dayandığında genişler ve onun da imkân alanını ileriye taşır.

“Hep daha iyi olabilirsin” demek

Kişisel gelişim ile, kişilik gelişimi (tekâmül) arasındaki bir diğer fark; tekamülde kişinin kendi en iyi haline ulaşmak için samimi bir niyetle işe koyulması iken, kişisel gelişimin, bir amacı elde etmek üzere insanın kendi özgün tabiatını gözden çıkarıp bir başkası olmak zorunda kalması, sürü ile aynılaşmak zorunda kalmasıdır. Bu hiç kimseleşme veya Heidegger’in tabiriyle herkesleşme öylesine eşitler ki insanların paydasını, “Hep daha iyi olabilirsin” demek, aslında basitçe “hiçbir zaman yeterince iyi olamazsın” demek manasına gelir. Herkese uyan ortak çözüm önerileri içeren kitaplar, konuşmalar kişisel gelişim alanının en yaygın tüketim malzemeleridir. Bu kaynaklarda, hitap edilen kitlenin farklılıkları gözetilmez. İnsanların “kişisel” gelişimi, birey odaklı değil; “kişisel gelişim” metinlerinin belirlediği pozitif düşüncenin tekelindedir.

Geleneksel yaklaşımda, kişinin kemale erme yolculuğunda bireylerin eğilimleri, yatkınlıkları, kişisel farklılıkları göz önünde bulundurularak kişiye özgü bir terbiyeye tabi tutulması esastır. Hatta, böyle bir yolculuğa çıkmaya niyet eden kişinin kendi meşrebine uygun bir yol ve yoldaş araması öğütlenir. Talibin kılavuzu olacak usta öylesine seçilmiştir ki, hazır giyim kalıplarına (pret a porter) benzeyen kişisel gelişim araçlarının aksine, kılavuz, arayan (talip) kişi için kendisini yeniden organize eder.

Modern bireysel performans değerlendirme sistemleri çalışanından kendisi için her sene daha ileride yeni bir hedef belirlemesini ister. Çalışanın kendisini yaptığı işte daima yetersiz hissetmesini sağlamak, performans toplumu öznelerinin özyıkımına yol açar. Sonrasında gelen depresyon ve tükenmişlik sendromları sorumluluk hisseden insanlar için istisna değil kuraldır artık.

Karakter aşınması ifadesi, modern toplumlarda iş ahlakının bireysel ahlakı ve insanı karakterize etmesini ifade ediyor. Psikolog Paul Watzlawick “Çocuklukta bize öğretilmiş olanı (üzüntüden kurtulamıyorsak kabahati kendimizde arama alışkanlığını) ileriki yıllarda da sürdürerek belli durumlarda üzülmeye ne hakkımız ne de nedenimiz bulunduğuna kendimizi inandırarak üzüntüyü ruhsal çöküntüye dönüştürebiliriz. Öyleyse ruhsal çöküntü, bu dönüştürme yeteneğimizin sonucudur.” diyor Mutsuzluk Kılavuzu adlı kitabında.

Pozitif düşünceye bu denli önem atfetmenin sonucu olarak sıkıntıdan, problemden, dertlerden kaçınmaya çalışıyoruz. Acının kaynağından uzaklaşmaya çalışmak, direncin yarattığı bunalımı derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor oysa ki. Kabul ve Kararlılık Terapisi (ACT) yaklaşımının kurucularından Steven Hayes, “…bizi en çok acıtma gücüne sahip şeyler, bizim en derinden önemsediğimiz şeylerdir” der. Hayes, acı duyduğumuz şeylerin değerlerimize işaret ettiğini ve acıdan kaçındığımızda ise değerlerimizle aramızın açıldığını söyler. Zevk verici şeyler ortaya çıktığı anda onları keyifle deneyimlemek yerine sonsuza dek elimizde tutabilmek için onlara yapışıyor veya acı verici olanla, onu deneyimlediğimiz anda kalabilmek yerine, acıdan kaçınmanın tüm yollarını deniyoruz. Her ikisi de (zevk verene yapışmak veya acıdan kaçınmak), o anda geçici olana bağlanmak anlamına geliyor. Geçici olana fazlasıyla bağlanmanın muhakkak ki acı ve mutsuzluk verici sonuçları vardır. Didem Madak bir şiirinde “Kardeşim, Biriciğim/ Bazı yaralar yararlıdır buna inan/ Bazı yaraların ortasında küçücük bir el sanki geçmişine çiçek uzatır, tüm geleceğin yıkanır.(…) Kardeşim Biriciğim, Haydi çık o karanlık odadan.” demişti.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 13 Ekim 2021’de yayımlanmıştır.

Kemal Sayar
Kemal Sayarhttps://kemalsayar.com/
Prof. Dr. Kemal Sayar, psikiyatri profesörü. İstanbul Bakırköy Ruh ve Sinir Hastanesi’nde klinik şefliği, çeşitli radyo ve televizyon kanallarında programlar yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı öğretim üyesi olan Sayar, Hayat Teselli Bulmaktır (Timaş Yayınları, 2013) ile Başı Sınuklar için Kılavuz (Kapı Yayınları, 2019) ve Dünyaya Geldim Gitmeye (Turkuvaz, 2019) başta olmak üzere yirmiyi aşkın kitaba imza attı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

1
0
Would love your thoughts, please comment.x