“Kurdu nasıl pişirmeli?”

Korona günlerinde yemekle sıkılaşan ilişkimiz bize ne öğretti? Evde ekmek yaparken neleri kavradık? Bu yaşadıklarımız Korona sonrası hayatımızda ne tür izler bırakacak? Önümüzde nasıl yeni bir yaşam ihtimali var? Sosyolog Prof. Zafer Yenal yazdı.

Gelmiş geçmiş en önemli yemek yazarlarından M. F. K. Fisher’in çok sayıda kitabının arasında 1942 yılında ilk baskısı yayınlanan “Kurdu Nasıl Pişirmeli” adlı kitap özel bir yer tutar. Bildiğimiz birçok yemek kitabının aksine bu kitabın temel derdi, yoklukların dünyasında bile nasıl iyi ve insana yakışır yemeklerin pişirilebileceğini göstermektir. Fisher İkinci Dünya Savaşı’nın en kasvetli günlerinde okuyucularıyla buluşan bu kitabın 1951’deki gözden geçirilmiş ikinci baskısı için yazdığı önsöze şu cümleyle başlar: “Hem damağımızın hem de ruhumuzun kelime dağarcığında en büyük değişiklikleri savaşın mı yoksa barışın mı yaptığını bilmek zor.”[efn_note]M F K Fisher, “How to Cook a Wolf,” in The Art of Eating: 50th Anniversary Edition, Houghton Mifflin Harcourt, Houghton Mifflin Harcourt, 2014.[/efn_note]

İzolasyondan çıkış hazırlıkları yaptığımız bu olağanüstü günlerde muhtemelen pek çoğumuzun kafasındaki soru aynı: Salgından sonra hayatımız nasıl olacak? Fisher’in alıntısından da anlaşılacağı gibi geçmişte savaşlar, ekonomik krizler, felaketler gibi geçici de olsa toplumsal hayatın sekteye uğradığı dönemlerde insanlar hep benzer soruları sormuş, yaşanan sıkıntıların toplumsal ve kültürel sonuçları üzerine düşünmüş. Bu minvalde salgın günlerinde birçok insanın hayatının baş köşesine oturan yemek pratiklerinin aldığı yeni haller yol gösterici olabilir mi? Geleceği tahayyül etmeye çalıştığımız bugünlerde değişen yemek alışkanlıkları bize ne anlatıyor? Her tahayyülün beraberinde bir seri siyasi ve sosyal edimi de kışkırtma potansiyeli olduğunu hatırlarsak bu soruların el yakıcılığı iyiden iyiye ortaya çıkabilir.

Hayatımızda nelere gerçekten ihtiyaç duyuyoruz?

Fisher’in kitabına konu ettikleriyle bugün yaşadıklarımız arasındaki belki de en büyük benzerlik, neyin “gerekli,” nelerin gerçekten “ihtiyaç” olduğunu yeniden düşünmeye başlamamız.[efn_note]Sarah Ditum. “I wish more people would read … How to Cook a Wolf by MFK Fisher.” Guardian, April 29.[/efn_note] Herhalde bunun böyle olmasında salgın öncesi hayatımızda sıradanlaşan, kanıksanan ve yaparken üzerine artık çok düşünmediğimiz şeylerin ve durumların bir anda hayatımızdan çıkmak zorunda kalmasının rolü büyük. Örneğin, daha önce içinde saatlerimizi geçirdiğimiz AVM’lerin yeme-içme katları, restoranlar, kafeler yüksek riskli yerler oldukları için neredeyse tamamen hayatımızdan çıktı.

Öte yandan yine hayatın “doğal” akışı içerisinde görünmez hale gelen, yaşamlarımızın sürdürülebilirliği açısından zaruri oldukları halde kanıksadığımız ve değerini çoğu zaman bilmediğimiz faaliyetlerin ve mesleklerin de hiç olmadığı kadar hayatımıza girmesi, “gereksinim” kavramını bize tekrar düşündürtmeye başlayan süreçler arasında. Market çalışanlarından kamyon şoförlerine, mevsimlik tarım işçilerinden kargo taşıyıcılarına varıncaya kadar birçokları hayatımızın idamesindeki ağırlıklarını iyiden iyiye hissettirir hale geldi.

Bütün bunların elbette yeme içme pratiklerine yansıması da çok belirgin oldu. İnsanlar uzun zamandır hiç olmadığı kadar çok evlerinde yemek pişirmeye başladı. Ekmek yapanlardan turşu kuranlara, lahmacun pişirenlerden brownie yapanlara uzanan geniş bir skala içerisinde insanların saatlerini artık çoluklu çocuklu mutfakta geçirdiklerine dair birçok haber dinliyoruz, sosyal medya paylaşımı alıyoruz; bu durumu bizzat yaşıyoruz. Hiç şüphesiz özellikle salgının yayılmasına karşı alınan önlemlerin artmaya başladığı ilk haftalardaki marketlere ve fırınlara hücum görüntüleriyle birlikte bu yemek pişirme merakı korona günlerinin hafızalarımızda kalacak özellikleri arasında yer alacak. Peki, bütün bunlar ne kadar kalıcı olacak? Bütün bu yaşadıklarımız Korona sonrası hayatımızda ne tür izler bırakacak?

Kriz dönemleri ve bize kazandırdığı yeni alışkanlıklar

Tarihte yaşanmış ve toplumsal hafızada travmatik izler bırakmış kriz dönemlerine baktığımızda bu sorunun bir cevabı varsa bu cevabın kimi zaman birbiriyle çatışan birçok ihtimali ve olumsallığı barındırdığını görüyoruz. Örneğin, Fisher’in kitabını yazdığı savaş yıllarında yokluk ve yoksulluk altında kadınlar az malzemeyle nasıl çorba yapılacağını, bayat ekmekleri nasıl tekrar kullanacağını öğrenirken[efn_note]Derek Gatopoulos, “Belt-tightening Greeks turn to starvation cookbook.” December 6, 2011[/efn_note] cephede erkekler bir yandan savaşırken bir yandan da belki de hayatlarında ilk defa cola denilen gazlı içeceklerle tanışıyorlardı. Çünkü bu yıllar şirketin yaptığı yatırımlarla Coca Cola’nın Atlantik Okyanusu’nu aştığı, asker kışlalarında erişilebilen nadir tüketim ürünlerden birine dönüştüğü ve giderek çok sayıda insanın gözünde Amerikan hayat tarzının ve özgürlüğün sembolü haline geldiği dönemlerdi aynı zamanda.[efn_note]Sydney Mintz, Tasting Food, Tasting Freedom: Excursions Into Eating, Power, And The Past. Beacon Press, 1997.[/efn_note]

Yani “savaş görmüş kuşaklar” savaşın en zor zamanlarında bile geleceğe sadece tutumluluğu değil tüketimi de taşıyacak deneyimleri paylaştılar birbirleriyle… Belki tam da bu yüzden İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki döneme baktığımızda tüketim ve tasarruf eğilimlerinin iç içe geçtiğini ve bunlara paralel siyasi ve sosyal düzenlemelerin toplumu yeniden şekillendirdiğini görüyoruz. Dünyada birçok ülkede bu yıllar alışveriş merkezleriyle, hızlı yeme zincirleriyle, mutfağın sanayileşmesiyle, buzdolaplarının “dayanıklı” gıdalarla dolmasıyla tüketim toplumunun iyiden iyiye kendini hissettirdiği yıllar… Ama yine aynı yılların tüketimin kışkırttığı bireyciliğin karşısında dayanışmaya dayalı güçlü toplum fikrinin de yaygın olduğu bir döneme tekabül ettiğini de unutmamalı. Böylelikle çalışan kesimlerin örgütlendiği, dayanışmanın ve yardımlaşmanın refah devleti politikalarıyla kurumsallaştığı savaş sonrası dönemde gelir dağılımı ve fırsat eşitliği anlamında çok daha dengeli bir sosyal yapının şekillenmesi mümkün olabildi.

Evde ekmek yaparken neleri kavradık?

COVID-19’a karşı evlere kapandığımız bugünlerde götürdükleriyle ve getirdikleriyle yaşadığımız deneyimlerin de benzer bir iki uçluluğu barındırdığını söyleyebiliriz. Bir yandan ihtiyaçlarımızı tanımlarken ve bu ihtiyaçları yerine getirmek için çalışırken piyasadan bağımsızlaşmanın, kendi kendimize yeterli olmanın ne kadar önemli olduğunu uzunca bir süreden sonra belki ilk kez gerçekten farkına vardık.

Hayatın iyice tekinsizleştiği, salgının hayatımızdaki belirsizlikleri ve kaygıları iyice artırdığı bir dönemde kendi yemeğimizi yapmak, ekmeğimizi pişirebilmek geçici de olsa ayaklarımızı yere bastıran, sınırlı da olsa yarını kuran deneyimlerden oldu çoğumuz için. Evimize unu ulaştıran kurye çalışanına teşekkür ederken, ekşi mayasını paylaşan arkadaşımıza sevgimiz perçinlenirken ya da tüm risklere rağmen toprağını ekime hazırlayan çiftçilerin haberlerini okurken korumaya çalıştığımız sosyal mesafeye rağmen ne kadar toplumsal canlılar olduğumuzu ve ancak yan yana gelince bir yaşam kuracağımızı bir kez daha anladık.

Öte yandan, pişirdiğimiz yemekleri, hazırladığımız sofraları sosyal medyadan paylaşmaya devam etmekten de geri kalmadık. Instagram’da restoranlardaki süslü tabak fotoğraflarının yerini bu sefer kendi hazırladıklarımız aldı. Bu fotoğraflarla tanıdıklarımıza kimliğimize, statümüze, gustomuza uygun mesajlar vermeye devam ettik. Yüzümüzde maskelerle hırsız gibi hızlıca marketteki alışverişimizi sonlandırmaya ve herkesten daha önce kasaya ulaşmaya çalışırken ya da sokağa çıkma yasağı haberini aldıktan sonra fırınlara, büfelere akın ederken yine muhtemelen tek düşündüğümüz kendimiz ve ailemizdi. Bütün bu anlarda yemek bizleri birleştirmekten ve ortaklaştırmadan ziyade farklılıkların ve eşitsizliklerin altını çizen ve bu haliyle de iktidar ilişkilerini kuran bir pratik olarak karşımıza çıktı.

Yeni bir yaşam ihtimali

Gelecekte bu iki uçtan hangisine daha yakın bir yerlerde “yeni normallerimizin” şekilleneceği bizlerin elinde… Korona sonrası hayatımızda ihtiyaçlarımızı yeniden şekillenmesinde birey temelli, rekabetçi ve pazarın öncelikleri tarafından belirlenmiş süreçler etkili olabilir. Son otuz kırk yıldır dünyada birçok yerde toplumun geniş kesimlerinin zaten aşina olduğu durum bu. Dolayısıyla hanemize, bedenimize kapanma teamülleri iyice derinleşebilir. Ama dünyada yine birçok yerde birçokları pazarın hükümranlığındaki bir düzenin ekolojik dengenin bozulmasından tutun da yoksulluk, açlık, siyasi ve kültürel çatışmalara varıncaya kadar dünyanın sürdürülebilirliğini tehdit eden birçok sosyal sorunun müsebbibi olduğunun da farkında… O yüzdendir ki bugün sıklıkla alternatif gıda ağlarından, kooperatiflerden, adil değer zincirinden bahseder olduk.

İşte bu noktada diğer uca yakın bir yerlerde ihtiyaçların toplumsallaştığı, dayanışmanın öne çıktığı yeni bir yaşam ihtimali de beliriyor. Sadece kendi yiyip içtiğimizi değil başkalarının da ne yiyip içtiğini önemsediğimiz bir yaşam… Sadece yemeğin tüketimini değil üretim ve ticaretinin koşullarını ve sosyal etkileri üzerine de düşündüğümüz bir yaşam… “COVID-19 görmüş kuşaklar” olarak çocuklarımıza, torunlarımıza kurtuluşun bireysel olamayacağını birbirimizin sağlığına, esenliğine dikkat etmeden ne kendimiz ne ailemiz için faydayı çoğaltamayacağımızı anlattığımız bir yaşam… Herhalde böyle bir yaşamın vaadi çok daha baştan çıkarıcı olmalı çoğumuz için. Çünkü Fisher’in de yine Kurdu Nasıl Pişirmeli’nin önsözünde dediği gibi: “…Hayatın kendisi için yediğimiz yemeğe gösterdiğimiz dikkatsizlikten daha utanç verici bir dikkatsizlik olamaz. Düşünmeden ya da şükran duymadan yaşamak canavarlara mahsustur, insanlara değil…”

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 27 Mayıs 2020’de yayımlanmıştır.

Zafer Yenal
Zafer Yenal
Prof. Dr. Zafer Yenal - Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi. Tüketim Çalışmaları, Yemek Kültürü, Tarım ve Kır Sosyolojisi, Tarihsel Sosyoloji Yenal’ın başlıca çalışma alanları arasında yer alıyor. Türkiye’de tarımsal dönüşümler, yemek kültürü ve tüketim sosyolojisi konularında çok sayıda çalışması olan Yenal’ın Bildiğimiz Tarımın Sonu: Küresel İktidar ve Köylülük (Çağlar Keyder’le birlikte, İletişim Yayınları, 2013) ve Aradığınız Kişiye Şu An Ulaşılamıyor: Türkiye’de Hayat Tarzı Temsilleri, 1980-2005 (Meltem Ahıska ile birlikte, Osmanlı Bankası Yayınları, 2006) başlıklı kitapları bulunuyor. Prof. Dr. Yenal, New Perspectives on Turkey ve Irish Journal of Sociology dergilerinin yayın kurulunda yer alıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

“Kurdu nasıl pişirmeli?”

Korona günlerinde yemekle sıkılaşan ilişkimiz bize ne öğretti? Evde ekmek yaparken neleri kavradık? Bu yaşadıklarımız Korona sonrası hayatımızda ne tür izler bırakacak? Önümüzde nasıl yeni bir yaşam ihtimali var? Sosyolog Prof. Zafer Yenal yazdı.

Gelmiş geçmiş en önemli yemek yazarlarından M. F. K. Fisher’in çok sayıda kitabının arasında 1942 yılında ilk baskısı yayınlanan “Kurdu Nasıl Pişirmeli” adlı kitap özel bir yer tutar. Bildiğimiz birçok yemek kitabının aksine bu kitabın temel derdi, yoklukların dünyasında bile nasıl iyi ve insana yakışır yemeklerin pişirilebileceğini göstermektir. Fisher İkinci Dünya Savaşı’nın en kasvetli günlerinde okuyucularıyla buluşan bu kitabın 1951’deki gözden geçirilmiş ikinci baskısı için yazdığı önsöze şu cümleyle başlar: “Hem damağımızın hem de ruhumuzun kelime dağarcığında en büyük değişiklikleri savaşın mı yoksa barışın mı yaptığını bilmek zor.”[efn_note]M F K Fisher, “How to Cook a Wolf,” in The Art of Eating: 50th Anniversary Edition, Houghton Mifflin Harcourt, Houghton Mifflin Harcourt, 2014.[/efn_note]

İzolasyondan çıkış hazırlıkları yaptığımız bu olağanüstü günlerde muhtemelen pek çoğumuzun kafasındaki soru aynı: Salgından sonra hayatımız nasıl olacak? Fisher’in alıntısından da anlaşılacağı gibi geçmişte savaşlar, ekonomik krizler, felaketler gibi geçici de olsa toplumsal hayatın sekteye uğradığı dönemlerde insanlar hep benzer soruları sormuş, yaşanan sıkıntıların toplumsal ve kültürel sonuçları üzerine düşünmüş. Bu minvalde salgın günlerinde birçok insanın hayatının baş köşesine oturan yemek pratiklerinin aldığı yeni haller yol gösterici olabilir mi? Geleceği tahayyül etmeye çalıştığımız bugünlerde değişen yemek alışkanlıkları bize ne anlatıyor? Her tahayyülün beraberinde bir seri siyasi ve sosyal edimi de kışkırtma potansiyeli olduğunu hatırlarsak bu soruların el yakıcılığı iyiden iyiye ortaya çıkabilir.

Hayatımızda nelere gerçekten ihtiyaç duyuyoruz?

Fisher’in kitabına konu ettikleriyle bugün yaşadıklarımız arasındaki belki de en büyük benzerlik, neyin “gerekli,” nelerin gerçekten “ihtiyaç” olduğunu yeniden düşünmeye başlamamız.[efn_note]Sarah Ditum. “I wish more people would read … How to Cook a Wolf by MFK Fisher.” Guardian, April 29.[/efn_note] Herhalde bunun böyle olmasında salgın öncesi hayatımızda sıradanlaşan, kanıksanan ve yaparken üzerine artık çok düşünmediğimiz şeylerin ve durumların bir anda hayatımızdan çıkmak zorunda kalmasının rolü büyük. Örneğin, daha önce içinde saatlerimizi geçirdiğimiz AVM’lerin yeme-içme katları, restoranlar, kafeler yüksek riskli yerler oldukları için neredeyse tamamen hayatımızdan çıktı.

Öte yandan yine hayatın “doğal” akışı içerisinde görünmez hale gelen, yaşamlarımızın sürdürülebilirliği açısından zaruri oldukları halde kanıksadığımız ve değerini çoğu zaman bilmediğimiz faaliyetlerin ve mesleklerin de hiç olmadığı kadar hayatımıza girmesi, “gereksinim” kavramını bize tekrar düşündürtmeye başlayan süreçler arasında. Market çalışanlarından kamyon şoförlerine, mevsimlik tarım işçilerinden kargo taşıyıcılarına varıncaya kadar birçokları hayatımızın idamesindeki ağırlıklarını iyiden iyiye hissettirir hale geldi.

Bütün bunların elbette yeme içme pratiklerine yansıması da çok belirgin oldu. İnsanlar uzun zamandır hiç olmadığı kadar çok evlerinde yemek pişirmeye başladı. Ekmek yapanlardan turşu kuranlara, lahmacun pişirenlerden brownie yapanlara uzanan geniş bir skala içerisinde insanların saatlerini artık çoluklu çocuklu mutfakta geçirdiklerine dair birçok haber dinliyoruz, sosyal medya paylaşımı alıyoruz; bu durumu bizzat yaşıyoruz. Hiç şüphesiz özellikle salgının yayılmasına karşı alınan önlemlerin artmaya başladığı ilk haftalardaki marketlere ve fırınlara hücum görüntüleriyle birlikte bu yemek pişirme merakı korona günlerinin hafızalarımızda kalacak özellikleri arasında yer alacak. Peki, bütün bunlar ne kadar kalıcı olacak? Bütün bu yaşadıklarımız Korona sonrası hayatımızda ne tür izler bırakacak?

Kriz dönemleri ve bize kazandırdığı yeni alışkanlıklar

Tarihte yaşanmış ve toplumsal hafızada travmatik izler bırakmış kriz dönemlerine baktığımızda bu sorunun bir cevabı varsa bu cevabın kimi zaman birbiriyle çatışan birçok ihtimali ve olumsallığı barındırdığını görüyoruz. Örneğin, Fisher’in kitabını yazdığı savaş yıllarında yokluk ve yoksulluk altında kadınlar az malzemeyle nasıl çorba yapılacağını, bayat ekmekleri nasıl tekrar kullanacağını öğrenirken[efn_note]Derek Gatopoulos, “Belt-tightening Greeks turn to starvation cookbook.” December 6, 2011[/efn_note] cephede erkekler bir yandan savaşırken bir yandan da belki de hayatlarında ilk defa cola denilen gazlı içeceklerle tanışıyorlardı. Çünkü bu yıllar şirketin yaptığı yatırımlarla Coca Cola’nın Atlantik Okyanusu’nu aştığı, asker kışlalarında erişilebilen nadir tüketim ürünlerden birine dönüştüğü ve giderek çok sayıda insanın gözünde Amerikan hayat tarzının ve özgürlüğün sembolü haline geldiği dönemlerdi aynı zamanda.[efn_note]Sydney Mintz, Tasting Food, Tasting Freedom: Excursions Into Eating, Power, And The Past. Beacon Press, 1997.[/efn_note]

Yani “savaş görmüş kuşaklar” savaşın en zor zamanlarında bile geleceğe sadece tutumluluğu değil tüketimi de taşıyacak deneyimleri paylaştılar birbirleriyle… Belki tam da bu yüzden İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki döneme baktığımızda tüketim ve tasarruf eğilimlerinin iç içe geçtiğini ve bunlara paralel siyasi ve sosyal düzenlemelerin toplumu yeniden şekillendirdiğini görüyoruz. Dünyada birçok ülkede bu yıllar alışveriş merkezleriyle, hızlı yeme zincirleriyle, mutfağın sanayileşmesiyle, buzdolaplarının “dayanıklı” gıdalarla dolmasıyla tüketim toplumunun iyiden iyiye kendini hissettirdiği yıllar… Ama yine aynı yılların tüketimin kışkırttığı bireyciliğin karşısında dayanışmaya dayalı güçlü toplum fikrinin de yaygın olduğu bir döneme tekabül ettiğini de unutmamalı. Böylelikle çalışan kesimlerin örgütlendiği, dayanışmanın ve yardımlaşmanın refah devleti politikalarıyla kurumsallaştığı savaş sonrası dönemde gelir dağılımı ve fırsat eşitliği anlamında çok daha dengeli bir sosyal yapının şekillenmesi mümkün olabildi.

Evde ekmek yaparken neleri kavradık?

COVID-19’a karşı evlere kapandığımız bugünlerde götürdükleriyle ve getirdikleriyle yaşadığımız deneyimlerin de benzer bir iki uçluluğu barındırdığını söyleyebiliriz. Bir yandan ihtiyaçlarımızı tanımlarken ve bu ihtiyaçları yerine getirmek için çalışırken piyasadan bağımsızlaşmanın, kendi kendimize yeterli olmanın ne kadar önemli olduğunu uzunca bir süreden sonra belki ilk kez gerçekten farkına vardık.

Hayatın iyice tekinsizleştiği, salgının hayatımızdaki belirsizlikleri ve kaygıları iyice artırdığı bir dönemde kendi yemeğimizi yapmak, ekmeğimizi pişirebilmek geçici de olsa ayaklarımızı yere bastıran, sınırlı da olsa yarını kuran deneyimlerden oldu çoğumuz için. Evimize unu ulaştıran kurye çalışanına teşekkür ederken, ekşi mayasını paylaşan arkadaşımıza sevgimiz perçinlenirken ya da tüm risklere rağmen toprağını ekime hazırlayan çiftçilerin haberlerini okurken korumaya çalıştığımız sosyal mesafeye rağmen ne kadar toplumsal canlılar olduğumuzu ve ancak yan yana gelince bir yaşam kuracağımızı bir kez daha anladık.

Öte yandan, pişirdiğimiz yemekleri, hazırladığımız sofraları sosyal medyadan paylaşmaya devam etmekten de geri kalmadık. Instagram’da restoranlardaki süslü tabak fotoğraflarının yerini bu sefer kendi hazırladıklarımız aldı. Bu fotoğraflarla tanıdıklarımıza kimliğimize, statümüze, gustomuza uygun mesajlar vermeye devam ettik. Yüzümüzde maskelerle hırsız gibi hızlıca marketteki alışverişimizi sonlandırmaya ve herkesten daha önce kasaya ulaşmaya çalışırken ya da sokağa çıkma yasağı haberini aldıktan sonra fırınlara, büfelere akın ederken yine muhtemelen tek düşündüğümüz kendimiz ve ailemizdi. Bütün bu anlarda yemek bizleri birleştirmekten ve ortaklaştırmadan ziyade farklılıkların ve eşitsizliklerin altını çizen ve bu haliyle de iktidar ilişkilerini kuran bir pratik olarak karşımıza çıktı.

Yeni bir yaşam ihtimali

Gelecekte bu iki uçtan hangisine daha yakın bir yerlerde “yeni normallerimizin” şekilleneceği bizlerin elinde… Korona sonrası hayatımızda ihtiyaçlarımızı yeniden şekillenmesinde birey temelli, rekabetçi ve pazarın öncelikleri tarafından belirlenmiş süreçler etkili olabilir. Son otuz kırk yıldır dünyada birçok yerde toplumun geniş kesimlerinin zaten aşina olduğu durum bu. Dolayısıyla hanemize, bedenimize kapanma teamülleri iyice derinleşebilir. Ama dünyada yine birçok yerde birçokları pazarın hükümranlığındaki bir düzenin ekolojik dengenin bozulmasından tutun da yoksulluk, açlık, siyasi ve kültürel çatışmalara varıncaya kadar dünyanın sürdürülebilirliğini tehdit eden birçok sosyal sorunun müsebbibi olduğunun da farkında… O yüzdendir ki bugün sıklıkla alternatif gıda ağlarından, kooperatiflerden, adil değer zincirinden bahseder olduk.

İşte bu noktada diğer uca yakın bir yerlerde ihtiyaçların toplumsallaştığı, dayanışmanın öne çıktığı yeni bir yaşam ihtimali de beliriyor. Sadece kendi yiyip içtiğimizi değil başkalarının da ne yiyip içtiğini önemsediğimiz bir yaşam… Sadece yemeğin tüketimini değil üretim ve ticaretinin koşullarını ve sosyal etkileri üzerine de düşündüğümüz bir yaşam… “COVID-19 görmüş kuşaklar” olarak çocuklarımıza, torunlarımıza kurtuluşun bireysel olamayacağını birbirimizin sağlığına, esenliğine dikkat etmeden ne kendimiz ne ailemiz için faydayı çoğaltamayacağımızı anlattığımız bir yaşam… Herhalde böyle bir yaşamın vaadi çok daha baştan çıkarıcı olmalı çoğumuz için. Çünkü Fisher’in de yine Kurdu Nasıl Pişirmeli’nin önsözünde dediği gibi: “…Hayatın kendisi için yediğimiz yemeğe gösterdiğimiz dikkatsizlikten daha utanç verici bir dikkatsizlik olamaz. Düşünmeden ya da şükran duymadan yaşamak canavarlara mahsustur, insanlara değil…”

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 27 Mayıs 2020’de yayımlanmıştır.

Zafer Yenal
Zafer Yenal
Prof. Dr. Zafer Yenal - Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi. Tüketim Çalışmaları, Yemek Kültürü, Tarım ve Kır Sosyolojisi, Tarihsel Sosyoloji Yenal’ın başlıca çalışma alanları arasında yer alıyor. Türkiye’de tarımsal dönüşümler, yemek kültürü ve tüketim sosyolojisi konularında çok sayıda çalışması olan Yenal’ın Bildiğimiz Tarımın Sonu: Küresel İktidar ve Köylülük (Çağlar Keyder’le birlikte, İletişim Yayınları, 2013) ve Aradığınız Kişiye Şu An Ulaşılamıyor: Türkiye’de Hayat Tarzı Temsilleri, 1980-2005 (Meltem Ahıska ile birlikte, Osmanlı Bankası Yayınları, 2006) başlıklı kitapları bulunuyor. Prof. Dr. Yenal, New Perspectives on Turkey ve Irish Journal of Sociology dergilerinin yayın kurulunda yer alıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x