Milliyetçilik neden ölmüyor?

Milliyetçiliğin kökü nerede? Milliyetçilik neden ve hangi temeller üzerinde yeniden düşünülmeli? Gündelik hayatın milliyetçiliği ile ırkçılık aynı mı? Değişen milliyetçi sosyoloji bize ne söylüyor? Prof. Dr. Hilmi Demir yazdı.

Benim neslim için Türk entelijansiyasının en sık verdiği ölüm ilanlarından birisi, milliyetçilik hususundadır. Özellikle bir zamanlar Türk medyasında çok ilgi gören sol, Marksist ve liberal yayınlarda kalem oynatan yazarların milliyetçiliği öldürme çabalarına rağmen milliyetçilik bir bumerang gibi geri dönmeye devam ediyor. Ne küreselleşme rüzgârları ne de Avrupa Birliği süreci milliyetçiliğin sonunu getirebildi.

Kuşkusuz bu sadece bize has bir durum da değil. Hem Türkiye’de hem de dünyada milliyetçilikler hızla yükseliyor. Peki, ama milliyetçilik neden ölmüyor? Yükselen milliyetçilikler ırkçılık ve faşizm tehlikesi yaratmayacak mı? Türkiye’de son elli yıldır milliyetçiliğin bir ırkçılık olduğuna ilişkin Marksist ve İslamcı tanımlamaların korkusu gerçek mi olacak?

Miyopluklar

Türk solu ve Marksist edebiyatı iki konuda miyoptur; din ve milliyetçilik. İkisinin de insanlık tarihinde gerçekleşmiş geçici bir sapma olduğunu düşünürler. Onlara göre, insanlık iyileştikçe bu hastalıklardan da kurtulacaktır. Fakat bu beklenti sürekli hüsrana uğrar. Özellikle de bu “geçiciliğin” neden “tekrar tekrar” kendini yenilediğini de kuramsal olarak açıklama gereği duymazlar.

Ana sorunsalımız milliyetçiliğin neden sürekli kendini yenilediğini açıklamak olduğundan din meselesini bir kenara bırakalım. Öncelikle milliyetçiliğin toplumların çocukluk hayali, hastalığı ya da ergenlik yıllarının romantizmi olmadığını kabul etmemiz gerekir. Milliyetçiliği saf ve olgunlaşmamış bir duygu yığını olarak görmek yerine, tıpkı liberalizm ve sosyalizm gibi modern çağda tam anlamıyla gelişmiş bir ideoloji olarak görmeye başlamalıyız. Belki o zaman onu anlayabilir ve neden ölmediğini açıklayabiliriz. Yoksa zaten baştan açıklamaya değmeyecek bir olguyla uğraşmış oluruz ki bu da sürekli yanılgımızın tekrarını sağlar.

Milliyetçilik modern bir ideolojidir

Her insanın bir ulusal kimliğe sahip olduğu ya da sahip olması gerektiği şeklindeki neredeyse evrensel olarak paylaşılan algı modern bir gelişmedir. Modern çağdan önce, bireylerin çoğu kendilerini genellikle dinî görüşleri veya çok daha dar, akrabalık, kabile ve ikamet odaklı bağlılıklar açısından tanımlıyordu. Fakat bu modern durum küreselleşmeye rağmen azalmak şöyle dursun daha da keskinleşti.

Örgütlenme teorileri üzerine çalışan Japon Kenichi Ohmae, Alman sosyolog Ulrich Beck ve İngiliz toplumbilimci Anthony Giddens’ın da aralarında bulunduğu birçok akademisyen küreselleşmeyi ve milliyetçiliği uzlaşmaz düşmanlar olarak gördüler. Milliyetçilik korumacı ve eski moda bir ideoloji olarak tasvir ediliyor, küreselleşme ile birlikte popülerliğini yitireceği varsayılıyordu. Bu görüşün bizde de sol ve liberal kesimde oldukça fazla alıcısı olduğunu biliyoruz.

Ne var ki milliyetçilik düşüşte değil, bireylerin ulusal özneler olarak tanımlanması da öyle. Bunun yerine, milliyetçi söylemler günümüzde 19. veya 20. yüzyılda sahip olduklarından daha geniş bir erişime sahipler. Üstelik de bunu küreselleşmeye borçlular.

Milliyetçiliğin kaynağı ne?

İrlandalı toplumbilimci Siniša Malešević’in anlattığı gibi, milliyetçiliğin kökeninde saldırganlık, yabancı düşmanlığı ya da ekonomik kriz ve içe kapanma yok. Başka bir deyişle, milliyetçilik, sık sık güvensizlik ve istikrarsızlığa işaret eden düşmanca ifadelerden daha çok günlük alışkanlığın içine gömülü olduğu için daha güçlüdür.

Hatta Danimarka veya Finlandiya gibi ülkelerin yumuşak milliyetçiliği, otoriter devletlerin (Kuzey Kore veya Eritre gibi) sözde saldırgan milliyetçiliklerinden çok daha güçlüdür. Günlük alışkanlıkların içine gömülü olduğu milliyetçilik bir tür rıza yarattığından zora dayalı milliyetçiliklerden çok daha fazla içselleştirilmiştir.

Markalar, milliyetçilik, mikro dayanışmalar

Peki, bu nasıl olur? Bunun en güzel örneklerini tüketim alışkanlıklarımızda buluruz. Ülkemizde vatandaş olmayanların da “bizim” ulusal ürünlerimizi tüketme olasılığının yüksek olması, ulusal gurur duygusunu daha da güçlendiriyor ve sosyal gerçekliğin ulus merkezli bir anlayışını sürdürüyor.

Daha da önemlisi, Microsoft, Toyota, Sinopec veya Royal Dutch Shell gibi büyük ölçekli özel şirketlerin tümü, kendi uluslarının yaratıcılığını ve girişimcilik zekâsını gösteren oldukça başarılı ulusal girişimler olarak popüler bir şekilde tanımlanır ve sıklıkla pazarlanır.

Küreselleşme, ulusal markaların uluslararası kullanımına imkân sağlarken aslında o markaların yaratıldığı ulus bilincini de besliyor. Biz de son zamanlarda özellikle silah sanayinde gösterilen teknolojik başarılarda bunun benzerini görüyoruz. Türkiye’nin ürettiği İnsansız Hava araçları (İHA) dünyanın farklı bölgelerinde kullanılmaya başlandı. Üstelik oldukça yerli ve milli imgelerle tasarlanmış “bayraktar” ve “akıncı” gibi ürünlerin küreselleşmesi ve markalaşması milliyetçiliği besleyen en önemli araçlardan biri haline geldi denebilir. Ülkeler küresel piyasada tutacak markalar yaratmaya çalıştıkça, aslında ulusal bilinci de diri tutmuş oluyorlar.

Örgütsel gücün yükselişi

Milliyetçiliği besleyen bir diğer önemli husus da örgütsel gücün kümülatif artışıdır. Örgütsel gücün sürekli genişlemesi, milliyetçiliği örgütsel olarak sağlam bir zemine oturtuyor. Günlük hayatımızın çoğu, iyi tanıdığımız ve değer verdiğimiz küçük gruplarla çevrilidir. Aile üyelerimiz, arkadaşlarımız, komşularımız, akranlarımız, sevgililerimiz, iş arkadaşlarımız bu tür mikro gruplar oluşturur. Ahlaki bağlılığımızın ve duygusal tatminimizin çoğu bu mikro gruplarda bulunur. Dolayısıyla milliyetçilik aslında bu mikro grup dayanışması aracılığıyla sürekli yenilenir ve yeniden üretilir.

Bu nedenle, modern devlette milliyetçi söylemler ve pratikler, rutin konuşmalar, günlük ritüeller, seçimler, oy verme davranışları, tüketimcilik ve çeşitli sıradan uygulamalar yoluyla düzenli olarak canlandırılır.

Bunun en açık kanıtını milliyetçilik ölçümlerinde buluruz. Siniša Malešević’in Grounded nationalisms – a sociological analysis (Temel yapılandırma kuramı açısından milliyetçilikler – sosyolojik bir analiz) adlı eserinde ortaya koyduğu gibi dünya çapındaki çeşitli anketlere bakıldığında, bireylerin ezici bir çoğunluğunun ulusal kimliklerin varlığına inandıklarını görüyoruz. ABD ve birçok Avrupa ulus devleti de bu tür “ulusal gurur” tablolarının başında gelir. Örneğin, tüm sosyal sınıflardan Amerikalıların yüzde 90-92’si ulusal kimlikleriyle gurur duyduklarını ifade ediyor. Eurobarometre anketleri, çoğu Avrupalının uluslarına güçlü bir şekilde bağlı hissettiğini gösteriyor.

Milliyetçilik kökleşiyor

Bireyi bir dünya vatandaşı veya ümmetin kimliksiz bir parçası olarak gören kozmopolitist söylemler milliyetçiliği kökten reddetse de modernitenin tüketim alışkanlıkları, üretim organizasyonları, demokratik seçim sistemi milliyetçiliğin daha da kökleşmesine yol açıyor. Hatta dinî radikalizmin şiddet çağrısı ya da Avrupa Birliği gibi kozmopolitist projelerin başarısızlığı bireyi yeniden ulusun ve milliyetçiliğin güvenli evine yönlendiriyor.

Son pandemi süreci de gösterdi ki, küreselleşmenin ulus devletleri zayıflattığını varsaymaktansa, küreselleşmenin ancak çok güçlü ulus devletlerin sırtında mümkün olduğunu kabul etmek durumundayız. Milliyetçilik ve ulusal modern öznelerin oluşumu gerçekleşmeden başarılı bir küreselleşme mümkün gözükmüyor.

Türkiye’de milliyetçilik ve özellikleri

Bu açıdan aslında Türkiye de bu süreci çok hızlı ve yükselen bir trend olarak yaşıyor. ABD menşeli düşünce kuruluşu Center for American Progress ve Sabancı Üniversitesi İstanbul Politika Merkezi tarafından Türkiye’de yapılan bir araştırma da milliyetçiliğin artan bir yönelim olduğunu ortaya koyuyor.[efn_note]https://www.americanprogress.org/issues/security/reports/2018/02/11/446164/turkeys-new-nationalism-amid-shifting-politics/[/efn_note]

Bu araştırma aynı zamanda milliyetçilik tanımının yabancı düşmanlığı, ırkçılık, saldırganlık ve savaş çığırtkanlığı olarak da tanımlanamayacağını gösteriyor. Araştırmaya katılan ve kendini Türk olarak adlandıranların yüzde 89’u Türkçe konuşmayı bu kimliğin önemli bir parçası sayıyor; yüzde 87’si Türkiye vatandaşı olmayı önemli buluyor. Dolayısıyla “millet bilinci ve gururu” tüm dünyada olduğu gibi burada da karşımıza çıkıyor.

Fakat araştırmanın en çarpıcı sonuçları milliyetçiliğin, halk egemenliği, demokrasi, özgürlükler konusunda da oldukça makul tanımlara sahip olmasıdır. Milliyetçilerin yüzde 87’si farklı dinî ve etnik gruplara açık ve hoşgörülü olmayı ve yüzde 86’sı da demokratik değerleri önemli bulmayı Türk kimliğinin bir parçası kabul ediyor.

Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) olarak Türkiye geneli örneklem temsili 7 bin 200 kişi ile yüz yüze yaptığımız 2016 ve 2020’de tekrar eden Dinî Kimlikler Anket çalışmamızda da, Türkiye’de demokrasi ve laikliğe olan desteğin arttığını gördük.

Milliyetçiliğin değişen sosyolojisi

Dolayısıyla Türkiye’de milliyetçiliğin artması, demokrasi ve halk egemenliğine olan güveni daha da sıkılaştırıyor. Bu nedenle, sürekli artan ideolojik nüfuz ve siyasi, sosyal ve ekonomik vatandaşlık haklarına yönelik taleplerin genişlemesiyle milliyetçilik bireylerin günlük yaşamında daha da temelli hale geldi. Milliyetçilik, diğer birçok ideolojiden daha çok, kişinin soyuna ve atalarına karşı ahlaki bir sorumluluk duygusu uyandırıyor, aileye bağlılığı öne çıkarıyor.

Fakat aynı zamanda kabul etmeliyiz ki, küreselleşme, okuryazar oranındaki artış, üniversitelerin her ile yaygınlaşması, kentleşme milliyetçi sosyolojiyi de değiştiriyor. Bu sefer daha okumuş, daha kentli, iletişim araçlarına hakim, daha genç ve eğitimli bir milliyetçilik sosyolojisi var. Bunu yine sakın faşist, ırkçı söylemlerle karıştırmayın. Çünkü milliyetçilik kendisini dışarıya göre değil, daha çok ulusal öznellik içinde yeniden tanımlıyor.

Bugün milliyetçilik ifade ve düşünce özgürlüğünden genel oy hakkı, kadın hakları, ücretsiz eğitim ve birçok refah hükümlerine kadar çeşitli medeni, siyasi ve sosyal hakları içinde barındırıyor. Center for American Progress ve Sabancı Üniversitesi İstanbul Politika Merkezi’nin araştırmasının gösterdiği gibi devleti de bireyin bu ihtiyaçlarını ve haklarını karşılamakla yükümlü görüyor.

Söz gelimi İstanbul Sözleşmesi ile gündeme gelen kadına yönelik şiddet ve kadın hakları meselesine baktığımızda, Metropoll ve Optimar araştırma şirketlerinin yaptığı anket çalışmalarında, kadın konusunda milliyetçi tabanın oldukça duyarlı olduğunu görüyoruz. Milliyetçilik kadının toplumsal konumu ve kadına yönelik şiddetin engellenmesi konusunda oldukça duyarlı bir tepki veriyor.

Milliyetçiliğin ölümünü bekleyenler için haberler çok iyi sayılmaz. Fakat bu hiçbir sorunumuz olmadığı anlamına da gelmiyor. Belki dünyada artan ırkçılık ile milliyetçiliğin nerede buluştuğu ve nerede ayrıldığı hususunda daha fazla kafa yormalıyız. Milliyetçiliği aşırılık, saldırganlık, yabancı düşmanlığı üzerinden okumak isteyenlere de biraz soluklanıp düşünmelerini tavsiye edeceğim. Evet, bunda çok haksız değilsiniz ama aşırılık ve yabancı düşmanlığı Budizm’de, Fransız laikliğinde, DAEŞ, Ku Klux Klan gibi aşırı gruplarda veya Evanjelik Beyaz Amerikalıların örgütlenmelerinde de karşımıza çıkıyor. Bu yüzden aşırılığı, yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı doğrudan tek başına milliyetçilikle özdeşleştirmeden önce bu kadar farklı biçimde karşımıza çıkan bu olgunun arkasında yatan daha derin kötülük sorununu dikkate almalıyız. Dünyayı ‘iyiler ve kötüler’ ya da ‘siyah ve beyaz’ olarak ayıran, milliyetçilik değil aksine tüm dinlerin bazı yorumlarında ve kimi ideolojilerde karşımıza çıkan derin kötülük (teodise) anlayışı. Bir kısım din ve ırkları şeytanlaştırıp bir kısmını melekleştiren bu kötülük teolojisi dünyayı vahşileştiriyor. Irkçılığın arkasında yatan bu derin metafizik kötülük tartışmalarını masaya yatırmadan ne çoğul milliyetçiliklerin farkını kavrayabiliriz ne de Türkiye’de yükselen milliyetçiliğin uzun süreli tecrübesini anlayabiliriz. Yoksa inanın Türk entelijansiyasının ömrü milliyetçiliğin helvasını yeme beklentisi ile geçecek.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 4 Kasım 2020’de yayımlanmıştır.

Hilmi Demir
Hilmi Demir
Prof. Dr. Hilmi Demir, TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) Orta Asya ve Orta Doğu Araştırma Enstitüsü Direktörü, Radikalleşme, Selefilik, İslami Hareketler Uzmanı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Milliyetçilik neden ölmüyor?

Milliyetçiliğin kökü nerede? Milliyetçilik neden ve hangi temeller üzerinde yeniden düşünülmeli? Gündelik hayatın milliyetçiliği ile ırkçılık aynı mı? Değişen milliyetçi sosyoloji bize ne söylüyor? Prof. Dr. Hilmi Demir yazdı.

Benim neslim için Türk entelijansiyasının en sık verdiği ölüm ilanlarından birisi, milliyetçilik hususundadır. Özellikle bir zamanlar Türk medyasında çok ilgi gören sol, Marksist ve liberal yayınlarda kalem oynatan yazarların milliyetçiliği öldürme çabalarına rağmen milliyetçilik bir bumerang gibi geri dönmeye devam ediyor. Ne küreselleşme rüzgârları ne de Avrupa Birliği süreci milliyetçiliğin sonunu getirebildi.

Kuşkusuz bu sadece bize has bir durum da değil. Hem Türkiye’de hem de dünyada milliyetçilikler hızla yükseliyor. Peki, ama milliyetçilik neden ölmüyor? Yükselen milliyetçilikler ırkçılık ve faşizm tehlikesi yaratmayacak mı? Türkiye’de son elli yıldır milliyetçiliğin bir ırkçılık olduğuna ilişkin Marksist ve İslamcı tanımlamaların korkusu gerçek mi olacak?

Miyopluklar

Türk solu ve Marksist edebiyatı iki konuda miyoptur; din ve milliyetçilik. İkisinin de insanlık tarihinde gerçekleşmiş geçici bir sapma olduğunu düşünürler. Onlara göre, insanlık iyileştikçe bu hastalıklardan da kurtulacaktır. Fakat bu beklenti sürekli hüsrana uğrar. Özellikle de bu “geçiciliğin” neden “tekrar tekrar” kendini yenilediğini de kuramsal olarak açıklama gereği duymazlar.

Ana sorunsalımız milliyetçiliğin neden sürekli kendini yenilediğini açıklamak olduğundan din meselesini bir kenara bırakalım. Öncelikle milliyetçiliğin toplumların çocukluk hayali, hastalığı ya da ergenlik yıllarının romantizmi olmadığını kabul etmemiz gerekir. Milliyetçiliği saf ve olgunlaşmamış bir duygu yığını olarak görmek yerine, tıpkı liberalizm ve sosyalizm gibi modern çağda tam anlamıyla gelişmiş bir ideoloji olarak görmeye başlamalıyız. Belki o zaman onu anlayabilir ve neden ölmediğini açıklayabiliriz. Yoksa zaten baştan açıklamaya değmeyecek bir olguyla uğraşmış oluruz ki bu da sürekli yanılgımızın tekrarını sağlar.

Milliyetçilik modern bir ideolojidir

Her insanın bir ulusal kimliğe sahip olduğu ya da sahip olması gerektiği şeklindeki neredeyse evrensel olarak paylaşılan algı modern bir gelişmedir. Modern çağdan önce, bireylerin çoğu kendilerini genellikle dinî görüşleri veya çok daha dar, akrabalık, kabile ve ikamet odaklı bağlılıklar açısından tanımlıyordu. Fakat bu modern durum küreselleşmeye rağmen azalmak şöyle dursun daha da keskinleşti.

Örgütlenme teorileri üzerine çalışan Japon Kenichi Ohmae, Alman sosyolog Ulrich Beck ve İngiliz toplumbilimci Anthony Giddens’ın da aralarında bulunduğu birçok akademisyen küreselleşmeyi ve milliyetçiliği uzlaşmaz düşmanlar olarak gördüler. Milliyetçilik korumacı ve eski moda bir ideoloji olarak tasvir ediliyor, küreselleşme ile birlikte popülerliğini yitireceği varsayılıyordu. Bu görüşün bizde de sol ve liberal kesimde oldukça fazla alıcısı olduğunu biliyoruz.

Ne var ki milliyetçilik düşüşte değil, bireylerin ulusal özneler olarak tanımlanması da öyle. Bunun yerine, milliyetçi söylemler günümüzde 19. veya 20. yüzyılda sahip olduklarından daha geniş bir erişime sahipler. Üstelik de bunu küreselleşmeye borçlular.

Milliyetçiliğin kaynağı ne?

İrlandalı toplumbilimci Siniša Malešević’in anlattığı gibi, milliyetçiliğin kökeninde saldırganlık, yabancı düşmanlığı ya da ekonomik kriz ve içe kapanma yok. Başka bir deyişle, milliyetçilik, sık sık güvensizlik ve istikrarsızlığa işaret eden düşmanca ifadelerden daha çok günlük alışkanlığın içine gömülü olduğu için daha güçlüdür.

Hatta Danimarka veya Finlandiya gibi ülkelerin yumuşak milliyetçiliği, otoriter devletlerin (Kuzey Kore veya Eritre gibi) sözde saldırgan milliyetçiliklerinden çok daha güçlüdür. Günlük alışkanlıkların içine gömülü olduğu milliyetçilik bir tür rıza yarattığından zora dayalı milliyetçiliklerden çok daha fazla içselleştirilmiştir.

Markalar, milliyetçilik, mikro dayanışmalar

Peki, bu nasıl olur? Bunun en güzel örneklerini tüketim alışkanlıklarımızda buluruz. Ülkemizde vatandaş olmayanların da “bizim” ulusal ürünlerimizi tüketme olasılığının yüksek olması, ulusal gurur duygusunu daha da güçlendiriyor ve sosyal gerçekliğin ulus merkezli bir anlayışını sürdürüyor.

Daha da önemlisi, Microsoft, Toyota, Sinopec veya Royal Dutch Shell gibi büyük ölçekli özel şirketlerin tümü, kendi uluslarının yaratıcılığını ve girişimcilik zekâsını gösteren oldukça başarılı ulusal girişimler olarak popüler bir şekilde tanımlanır ve sıklıkla pazarlanır.

Küreselleşme, ulusal markaların uluslararası kullanımına imkân sağlarken aslında o markaların yaratıldığı ulus bilincini de besliyor. Biz de son zamanlarda özellikle silah sanayinde gösterilen teknolojik başarılarda bunun benzerini görüyoruz. Türkiye’nin ürettiği İnsansız Hava araçları (İHA) dünyanın farklı bölgelerinde kullanılmaya başlandı. Üstelik oldukça yerli ve milli imgelerle tasarlanmış “bayraktar” ve “akıncı” gibi ürünlerin küreselleşmesi ve markalaşması milliyetçiliği besleyen en önemli araçlardan biri haline geldi denebilir. Ülkeler küresel piyasada tutacak markalar yaratmaya çalıştıkça, aslında ulusal bilinci de diri tutmuş oluyorlar.

Örgütsel gücün yükselişi

Milliyetçiliği besleyen bir diğer önemli husus da örgütsel gücün kümülatif artışıdır. Örgütsel gücün sürekli genişlemesi, milliyetçiliği örgütsel olarak sağlam bir zemine oturtuyor. Günlük hayatımızın çoğu, iyi tanıdığımız ve değer verdiğimiz küçük gruplarla çevrilidir. Aile üyelerimiz, arkadaşlarımız, komşularımız, akranlarımız, sevgililerimiz, iş arkadaşlarımız bu tür mikro gruplar oluşturur. Ahlaki bağlılığımızın ve duygusal tatminimizin çoğu bu mikro gruplarda bulunur. Dolayısıyla milliyetçilik aslında bu mikro grup dayanışması aracılığıyla sürekli yenilenir ve yeniden üretilir.

Bu nedenle, modern devlette milliyetçi söylemler ve pratikler, rutin konuşmalar, günlük ritüeller, seçimler, oy verme davranışları, tüketimcilik ve çeşitli sıradan uygulamalar yoluyla düzenli olarak canlandırılır.

Bunun en açık kanıtını milliyetçilik ölçümlerinde buluruz. Siniša Malešević’in Grounded nationalisms – a sociological analysis (Temel yapılandırma kuramı açısından milliyetçilikler – sosyolojik bir analiz) adlı eserinde ortaya koyduğu gibi dünya çapındaki çeşitli anketlere bakıldığında, bireylerin ezici bir çoğunluğunun ulusal kimliklerin varlığına inandıklarını görüyoruz. ABD ve birçok Avrupa ulus devleti de bu tür “ulusal gurur” tablolarının başında gelir. Örneğin, tüm sosyal sınıflardan Amerikalıların yüzde 90-92’si ulusal kimlikleriyle gurur duyduklarını ifade ediyor. Eurobarometre anketleri, çoğu Avrupalının uluslarına güçlü bir şekilde bağlı hissettiğini gösteriyor.

Milliyetçilik kökleşiyor

Bireyi bir dünya vatandaşı veya ümmetin kimliksiz bir parçası olarak gören kozmopolitist söylemler milliyetçiliği kökten reddetse de modernitenin tüketim alışkanlıkları, üretim organizasyonları, demokratik seçim sistemi milliyetçiliğin daha da kökleşmesine yol açıyor. Hatta dinî radikalizmin şiddet çağrısı ya da Avrupa Birliği gibi kozmopolitist projelerin başarısızlığı bireyi yeniden ulusun ve milliyetçiliğin güvenli evine yönlendiriyor.

Son pandemi süreci de gösterdi ki, küreselleşmenin ulus devletleri zayıflattığını varsaymaktansa, küreselleşmenin ancak çok güçlü ulus devletlerin sırtında mümkün olduğunu kabul etmek durumundayız. Milliyetçilik ve ulusal modern öznelerin oluşumu gerçekleşmeden başarılı bir küreselleşme mümkün gözükmüyor.

Türkiye’de milliyetçilik ve özellikleri

Bu açıdan aslında Türkiye de bu süreci çok hızlı ve yükselen bir trend olarak yaşıyor. ABD menşeli düşünce kuruluşu Center for American Progress ve Sabancı Üniversitesi İstanbul Politika Merkezi tarafından Türkiye’de yapılan bir araştırma da milliyetçiliğin artan bir yönelim olduğunu ortaya koyuyor.[efn_note]https://www.americanprogress.org/issues/security/reports/2018/02/11/446164/turkeys-new-nationalism-amid-shifting-politics/[/efn_note]

Bu araştırma aynı zamanda milliyetçilik tanımının yabancı düşmanlığı, ırkçılık, saldırganlık ve savaş çığırtkanlığı olarak da tanımlanamayacağını gösteriyor. Araştırmaya katılan ve kendini Türk olarak adlandıranların yüzde 89’u Türkçe konuşmayı bu kimliğin önemli bir parçası sayıyor; yüzde 87’si Türkiye vatandaşı olmayı önemli buluyor. Dolayısıyla “millet bilinci ve gururu” tüm dünyada olduğu gibi burada da karşımıza çıkıyor.

Fakat araştırmanın en çarpıcı sonuçları milliyetçiliğin, halk egemenliği, demokrasi, özgürlükler konusunda da oldukça makul tanımlara sahip olmasıdır. Milliyetçilerin yüzde 87’si farklı dinî ve etnik gruplara açık ve hoşgörülü olmayı ve yüzde 86’sı da demokratik değerleri önemli bulmayı Türk kimliğinin bir parçası kabul ediyor.

Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) olarak Türkiye geneli örneklem temsili 7 bin 200 kişi ile yüz yüze yaptığımız 2016 ve 2020’de tekrar eden Dinî Kimlikler Anket çalışmamızda da, Türkiye’de demokrasi ve laikliğe olan desteğin arttığını gördük.

Milliyetçiliğin değişen sosyolojisi

Dolayısıyla Türkiye’de milliyetçiliğin artması, demokrasi ve halk egemenliğine olan güveni daha da sıkılaştırıyor. Bu nedenle, sürekli artan ideolojik nüfuz ve siyasi, sosyal ve ekonomik vatandaşlık haklarına yönelik taleplerin genişlemesiyle milliyetçilik bireylerin günlük yaşamında daha da temelli hale geldi. Milliyetçilik, diğer birçok ideolojiden daha çok, kişinin soyuna ve atalarına karşı ahlaki bir sorumluluk duygusu uyandırıyor, aileye bağlılığı öne çıkarıyor.

Fakat aynı zamanda kabul etmeliyiz ki, küreselleşme, okuryazar oranındaki artış, üniversitelerin her ile yaygınlaşması, kentleşme milliyetçi sosyolojiyi de değiştiriyor. Bu sefer daha okumuş, daha kentli, iletişim araçlarına hakim, daha genç ve eğitimli bir milliyetçilik sosyolojisi var. Bunu yine sakın faşist, ırkçı söylemlerle karıştırmayın. Çünkü milliyetçilik kendisini dışarıya göre değil, daha çok ulusal öznellik içinde yeniden tanımlıyor.

Bugün milliyetçilik ifade ve düşünce özgürlüğünden genel oy hakkı, kadın hakları, ücretsiz eğitim ve birçok refah hükümlerine kadar çeşitli medeni, siyasi ve sosyal hakları içinde barındırıyor. Center for American Progress ve Sabancı Üniversitesi İstanbul Politika Merkezi’nin araştırmasının gösterdiği gibi devleti de bireyin bu ihtiyaçlarını ve haklarını karşılamakla yükümlü görüyor.

Söz gelimi İstanbul Sözleşmesi ile gündeme gelen kadına yönelik şiddet ve kadın hakları meselesine baktığımızda, Metropoll ve Optimar araştırma şirketlerinin yaptığı anket çalışmalarında, kadın konusunda milliyetçi tabanın oldukça duyarlı olduğunu görüyoruz. Milliyetçilik kadının toplumsal konumu ve kadına yönelik şiddetin engellenmesi konusunda oldukça duyarlı bir tepki veriyor.

Milliyetçiliğin ölümünü bekleyenler için haberler çok iyi sayılmaz. Fakat bu hiçbir sorunumuz olmadığı anlamına da gelmiyor. Belki dünyada artan ırkçılık ile milliyetçiliğin nerede buluştuğu ve nerede ayrıldığı hususunda daha fazla kafa yormalıyız. Milliyetçiliği aşırılık, saldırganlık, yabancı düşmanlığı üzerinden okumak isteyenlere de biraz soluklanıp düşünmelerini tavsiye edeceğim. Evet, bunda çok haksız değilsiniz ama aşırılık ve yabancı düşmanlığı Budizm’de, Fransız laikliğinde, DAEŞ, Ku Klux Klan gibi aşırı gruplarda veya Evanjelik Beyaz Amerikalıların örgütlenmelerinde de karşımıza çıkıyor. Bu yüzden aşırılığı, yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı doğrudan tek başına milliyetçilikle özdeşleştirmeden önce bu kadar farklı biçimde karşımıza çıkan bu olgunun arkasında yatan daha derin kötülük sorununu dikkate almalıyız. Dünyayı ‘iyiler ve kötüler’ ya da ‘siyah ve beyaz’ olarak ayıran, milliyetçilik değil aksine tüm dinlerin bazı yorumlarında ve kimi ideolojilerde karşımıza çıkan derin kötülük (teodise) anlayışı. Bir kısım din ve ırkları şeytanlaştırıp bir kısmını melekleştiren bu kötülük teolojisi dünyayı vahşileştiriyor. Irkçılığın arkasında yatan bu derin metafizik kötülük tartışmalarını masaya yatırmadan ne çoğul milliyetçiliklerin farkını kavrayabiliriz ne de Türkiye’de yükselen milliyetçiliğin uzun süreli tecrübesini anlayabiliriz. Yoksa inanın Türk entelijansiyasının ömrü milliyetçiliğin helvasını yeme beklentisi ile geçecek.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 4 Kasım 2020’de yayımlanmıştır.

Hilmi Demir
Hilmi Demir
Prof. Dr. Hilmi Demir, TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) Orta Asya ve Orta Doğu Araştırma Enstitüsü Direktörü, Radikalleşme, Selefilik, İslami Hareketler Uzmanı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x