Olağandışı koşullar, doğal olarak olağandışı önlemler gerektirir. Tıpkı tüm dünyanın eş zamanlı olarak yaşadığı şu günlerde olduğu gibi. Ama bu dönemde özellikle mahremiyet ihlallerine ve özgürlüklere yönelik kısıtlamalara olanak tanıyan bazı uygulamalar, popülist politikalar ile politikacıların prim yaparak tüm dünyada iktidara yerleştiği, göçmenler ile mültecilere yönelik nefretin sürekli artışta olduğu, terör eylemlerinin olağan olarak kabul edilmeye başlandığı dünyamızda ne anlama geliyor?
Örneğin, toplumsal alanda en fazla kameraya sahip olduğu için dünyanın en sıkı görsel gözetime sahip ülkesi olan İngiltere’de, bir grup bilim insanının Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS) “yeni temas takibi uygulaması”nın toplumu koruyacak şekilde kullanılabileceği yönündeki önerisi mahremiyet tartışmalarını da beraberinde getirmişti. Independent gazetesinin haberine göre, korona virüsüne yakalananlar ve onlarla temas halindekiler hakkında bilgi toplanarak veri havuzu oluşturulması öngörülmüştü. Virüs taşıyan biriyle temas halindekilerin yakınınızda bulunduğu uyarısını telefonunuza gönderecek olan uygulama, virüsün bulaşma hızını yavaşlatacaktı. Ayrıca, birisinin testi pozitif çıktığında da, ismi belirtilmeden ona yakın olan herkesin otomatik olarak uyarılması öngörülüyordu.
Benzer bir uygulama, hastaları elektronik bilekliklerle takip etmeyi kararlaştıran Bahreyn’den gelmişti. “BeAware” adlı mobil uygulamayı 31 Mart’ta yürürlüğe sokma kararı alan ülkede, Information & Government Authority (IGA) tarafından geliştirilen programın kullanımı zorunlu kılınmış ve uymayanlara yüksek oranda para cezaları getirilmişti. Aktif bir hastayla teması olan ve karantinaya alınanlar, kendilerini izole etmek ve uygulamayı kullanmak zorundaydı. Cep telefonlarından Bluetooth aracılığıyla iletişimi sağlayan elektronik bileklikler, hastanın telefonundan 15 metre uzaklaşması halinde alarm veriyor. Kısacası, bir oda içindeki tüm hareketler akıllı bileklikler sayesinde resmi makamlarca saniyesi saniyesine izlenebiliyor.
Ülkemizde de Sağlık Bakanlığı’nın KOVİD-19 salgınının azaltılması ve hastaların izolasyonu için başlattığı “Online Koronavirüs Kontrol Uygulaması” ve/veya “Pandemi İzolasyon Takip Projesi (İTP)” uygulamalarında, izolasyonda olanlar evlerini terk ederlerse telefonlarına uyarı mesajı gelecek ve otomatik çağrı aracılığıyla anında kendileriyle iletişime geçilerek izolasyonda bulunmaları gereken yere dönmeleri istenecek. Uyarıya riayet etmeyen ve ihlale devam edenlereyse, emniyet birimlerince gerekli yaptırımlar uygulanacak. Buna ek olarak, karantina altındaki kişiler ile bölgelerin hareketliliği devamlı gözlemlenerek, salgının yayılmasını önleyici analizler yapılacak. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı her ne kadar “Amaç, kamu sağlığının korunması. İTP, 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanununa kesinlikle aykırılık teşkil etmiyor. Proje kapsamında elde edilen veriler, salgınla mücadele dışında hiçbir amaçla kullanılmayacak ve salgın riski sona erdiğinde imha edilecek” açıklamasını yapsa da, durum yine de tedirginlik verici bir boyut içermekte…
Dünya üzerindeki pek çok ülkedeki bu gibi uygulama ve öneriler, beraberlerinde mahremiyet ile bireysel özgürlüklere yönelik korkuların yanı sıra komplo teorilerini de gündeme taşıdılar.
Reşit olmayan insanlığa doğru mu?
Komplo teorisyenleri ile özgürlük hakları savunucularının haklı oldukları nokta, doğal bir gelişim seyri izlediği kabul edilen birçok teknolojik gelişmenin, aslında panoptik1 işleyiş paralelinde kişisel yaşamın tüm işlevlerini gözetim altında tutma ve insanlığı reşit olmayan bireylere dönüştürme hedefinde olduklarıydı. Bunların başında, kişisel bilgisayar, telefon, saat, televizyon ve radyo, müzik seti, ses kayıt cihazı, fotoğraf makinası ve video kamerası, navigasyon cihazı, banka atm’leri, vb. gibi birçok teknolojiyi tek bir cihazda toplayan tümleşik sistemler geliyor. Böylece evden çıkmaya gerek kalmayacak ve tüm işlemler tek bir araç ile birkaç tuşa basarak dakikalar içinde evden yapılabilecek.
Gündelik ve zorunlu gereksinimleri birkaç tuşa basarak internet üzerinden karşılayabilme imkanı, ev merkezli bir dünyanın kapılarını aralıyor. İnsanları kapalı ve belli bir mekan içine kendi rızalarıyla hapsederek rahatça gözetim altında tutma hedefi, iktidarların tüm zamanlardaki başlıca hayallerinden biri olmuştur. Bu anlamda korona virüsünün yayılımını engellemeye ve tedavi sürecine yönelik bütün uygulamalar, dünya üzerindeki iktidarlara gereken tüm olanaklar ile yetkileri altın tabakta sundu.
Buradaki temel sorunsal, sağlıkla ilgili bu uygulamaların uzun vadede bir yönetim ve iktidar politikasına dönüşme riskleri! Foucault’un söylemiyle tüm toplum yüzeyine kılcal damarlarla nüfuz etmiş güç ve iktidar ilişkileri bağlamında konuya yaklaşıldığında ve giderek hem popülist hem de otoriter kimlik kazanan dünya siyaseti ile hükümetler göz önüne alındığında bu kaygılar gayet anlaşılır. Ayrıyeten unutulmamalı ki, bu korkular ve paranoyalar daha 20. yüzyılın başlarında düşünsel ve yazınsal alandaki 1984, Cesur Yeni Dünya, Biz gibi karşı-ütopyacı çeşitli eserlerde hayat bulan uygulamalarla inanılmaz bir uyum ve benzerlikler sergiliyorlar.
Uygulamaların karanlık yüzü
Yakın geçmişte buna yönelik uygulamaları hayatlarımıza sokma girişimleri karşısında kamuoyunda mahremiyet ve özgürlük kaygısıyla gündeme gelen protestoları hatırlamakta yarar var:
ABD’nin Florida eyaletinde bir şirket, deri altına yerleştirilecek çipler için hükümete onay başvurusunda bulunmuştu. Kimlik belirlemeye yönelik ‘bilgi çipi’ işlevi görecek uygulamanın, hava alanları, nükleer santraller ve güvenliğin önem taşıdığı diğer mekanlarda aşılması neredeyse imkansız bir güvenlik sistemi oluşturacağını belirten şirket yetkilileri, böylece kolaylıkla taklit edilen kimlik kartları ile çok sayıda güvenlik görevlisinin kullanıldığı klasik güvenlik sistemlerinin tarih olacağını savunmuşlardı. Ancak uygulamanın karanlık yüzü, çipe eklenecek bir cihazla kişilerin, uydular sayesinde dünya üzerindeki her yerde izlenebilecek olmalarıydı. Proje kamuoyu tepkisinden dolayı gerekli izni alamasa da, benzeri bir uygulama İngiltere’de uygulamaya sokulmaya çalışılmıştı.
İngiliz Hükümeti artan cinsel suçları önlemek için, sabıkası bulunanların vücuduna “penile plethysmograph” adlı proje kapsamında elektronik çip yerleştirileceğini açıklamıştı. Böylece suçluların bulundukları yerler uydular yoluyla dakika dakika izlenirken, kan basınçları ile kalp atışlarındaki ani değişimler ilgili birimlere bildirilecek ve bir saldırı olasılığına karşı gerekli önlemler alınacaktı.
İngiltere’den daha hızlı davranan Fransa, 1997 yazında aldığı kararla cezalarını çektikten sonra nerede olurlarsa olsunlar izlenmelerini sağlamak için tutukluların koluna elektronik bir künye takılmasına karar vermişti.
Biyolojik gözetimin yasallık içeren ve güvenlik amacıyla birçok ülkede kullanılan en basit uygulaması olan “elektronik künye” sistemindeyse, güvenlik açısından düşük risk grubunda bulunan ve kamu için tehlike oluşturmayan bazı suçlular cezalarını evlerinde çekmekte, ancak bileklerine takılan elektronik künyeyle sürekli gözetim altında tutulmaktalar.
Kısacası, bu yöntemler görünürde güvenlik amaçlı sebepleri ifade ediyormuş izlenimi verseler de; görünenin ardındaki gerçek, bireylere ait bilgilerin giderek fiziksel alanları aşarak DNA ve beyin dalgaları yoluyla insan vücudu ile beyninin içine hükmetmeyi mümkün kılmasıdır. Mahremiyet ve özgürlük ihlalleri açısından sürekli tepki alan bu uygulamalar, kamuoyundaki tepkilerden dolayı ancak güvenlik veya kamu yararı gibi gerekçeler öne sürüldüğünde hayata geçirilme şansı bulabiliyorlar. Başlangıçta faydalı hizmetlerde bulunan bu sistemler, zaman içinde ‘fonksiyon kayması’na uğruyor ve asıl hedeflerinden şaşarak iktidar güçlerinin hizmetine girebiliyorlar.
Diğer yandan insan haklarının ayrılmaz parçası olan mahremiyetler, modern devletlerde bireysel özgürlüklerin teminatı olarak kabul edilir. Kamusal alandan ayrı olarak, kişilerin kendilerine ait dünyaları ile buradaki her tür pratiği kapsayan özel alanda hayat bulan mahremiyetler, bireylerin kendileriyle ilgili verilerin dolaşımını denetleme hakkı olarak tanımlanabilir. Önemli olan, şahsi bilgilerin kişilerin rızası dışında başka ellere geçmemesidir. Bireyler, haklarındaki verilerin kendi erişimlerinin ötesinde devlet daireleri ve özel şirketler içinde dolaşımından tedirgin olabilir, kişiliklerinin -izinleri alınmadan gerçekleştirilen ifşaatlarla- ihlal edildiğini düşünebilirler.
Mahremiyetin farklı biçimleri
En genel şekliyle, üç tip mahremiyetten bahsedilebilir: Fiziksel alanın korunmasını içeren mekansal mahremiyet; kişilerin haksız ve zarar verici müdahalelere karşı korunması olarak bireysel mahremiyet; kişiye özel verilerin toplanması, saklanması, işlenmesi ve dağıtımının ne şekilde yapılacağını denetleme anlamında enformasyon mahremiyeti.
Bugün COVID-19 uygulamaları bağlamında her üç mahremiyet de, mobil uygulamalar ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak ihlallere uğruyor.
Yine yakın geçmişte, benzer bir olağanüstü duruma atfen 11 Eylül sonrasında Amerika’da çıkarılan anti-terör yasaları, mahremiyet ihlalleri için gerekli hukuksal alt yapıyı beraberinde getirmiş ve ilk kez resmî bir belgeye giren “önleyici müdahale” kavramı sayesinde kalıcılık kazanmıştı. Bugün korkulan da, yeni bir önleyici müdahale uygulaması bahanesiyle, giderek otoriterleşme eğiliminde olan hükümetlerin bu uygulamaları daimi kılma olasılığı.
Teknolojinin tek başına toplumsal yapıyı belirleyemeyeceğini ve sadece mevcut olasılıkları arttıracağını söyleyen Daniel Bell; ABD ve SSCB karşılaştırması üzerinden, teknolojinin nasıl kullanılacağı yönünde seçim şansına sahip olan güçlerin karar mekanizmaları olduğunu belirtmişti. Yüksek teknolojinin, bilgisayarlarca yönlendirilen makineleşmiş bir toplumun habercisi olan yeni bir tehlikeye işaret ettiğini söyleyen ve bunu insanlar arasında sinsice dolaşan bir hayalete benzeten Eric Fromm da, insanlığın ruh sağlığını yitirmeye başlayacağı ve sürekli paranoya içinde sağlıksız bir topluluğun ortaya çıkacağı öngörüsündedir.
Toplumun bir makine ve insanların da onun parçaları işlevi gördüğü, her yönüyle örgütlenmiş ve tek-tipleşmiş bir toplumsal dizgeye dönüşme tehlikesinden bahseden Fromm; bu toplumun, mükemmel bir ahenk ve eşgüdüm içinde gücün/düzenin/ önceden bilme olasılığının ve her şeyden çok da denetimin sürekli artmasıyla gerçekleşen bir örgütsel yapıya sahip olacağı endişesini duyar.
Sonuç olarak, mevcut uygulamaların tetiklediği kaygı ve korkuları, komplo teorileri ile paranoyaların esiri olmadan, ancak söz konusu tehlikeleri de göz ardı etmeden değerlendirmekte fayda var.
Twitter’dan takip edin: @ugurdolgun
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 15 Haziran 2020’de yayımlanmıştır.
- Panoptikon: Jeremy Bentham’a ait olan ve Aydınlanma geleneğinin kültürel-siyasi izlerini radikal biçimde yansıtan panoptikon hapishane planını sosyal bilimlere adapte eden Michel Foucault, “görünmeden görenin” yarattığı iktidar alanı üzerinde durur. Panoptikon, mimari bir yapıyı ifade etmekten öte, bir sistemin mantığını ve toplumsal denetime yönelik işleyiş mekanizmalarını ortaya koyar. Bu, iç dinamikleri ile tüm toplumu dönüştüren ve bireyleri sürekli gözetim altında tutan disiplinel bir mekanizmadır. Foucault panoptik toplumu; ıslah temelli olarak kişisel ve sürekli bir gözetime dayanan, denetim/cezalandırma ve ödüllendirme gibi mekanizmalar yoluyla bireylerin belli kurallara göre dönüştürülmesini hedefleyen ve direkt bireyler üzerine uygulanan bir iktidar biçimi olarak tanımlar. Bu aynı zamanda, iktidarların tüm çağlarda düşünü kurduğu bir ütopyadır.