Pandemide devlet – vatandaş ilişkisinin güvenlik boyutu nasıl olmalı?

Devletlerin pandemide uyguladığı politikalar, gereklilik ölçütü ile uyumlu mu? Temel hak ve özgürlükler üzerindeki kısıtlamalar kalıcı hale gelir mi? Pandemi koşullarına uygun, vatandaş odaklı ve 21. yüzyıl dinamiklerine adapte olmuş nasıl bir güvenlik politikasına ihtiyaç var? Dr. Emre Aydilek yazdı.

Salgının sosyal ve ekonomik yaşama önemli etkileri oldu. Ülkemiz de dâhil olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde enflasyon arttı, alım gücü azaldı. Özel işletmeler önemli zararlar etti, kapananlar oldu. Ekonomiler küçüldü. Küresel üretim azaldı. Çok sayıda insan işsiz kaldı. Virüsün yarattığı korku ve endişe iklimi, bireylerin ruh sağlığını olumsuz yönde etkiledi.

Pandemi süreci hayatın her alanını etkilediği gibi, devlet-vatandaş ilişkisinin güvenlik boyutunda da önemli sonuçlar ortaya çıkardı. Zira toplumsal yaşamın merkezindeki bu ilişkide[efn_note]Neocleous, Mark (2013) Toplumsal Düzenin İnşası – Polis Erkinin Eleştirel Teorisi. Çev. A. Bekmen. İstanbul: H2o Kitap.[/efn_note], devlet bir taraftan vatandaşların yaşamlarını sürdürebilmesi için onların ihtiyaç duyduğu can ve mal emniyetini sağlar, diğer taraftan da onların özgürlük ve temel haklarını sınırlandırıcı faaliyetler yürütebilir, pandemi döneminde net bir biçimde görüldüğü gibi.

Ülkemizde pek rastlamasak ve gündemde kendine çok yer bulmasa da, ABD, Brezilya, Hindistan, Kuzey ve Batı Avrupa ülkelerinden kimilerinin vatandaşları pandemi nedeniyle uygulanan yasaklara tepki gösteriyor, bireysel ve kitlesel eylemler düzenliyor[efn_note]Çeşitli ülkelerde, koronavirüs yasaklarına ilişkin protestolar için bkz: https://www.hurriyet.com.tr/dunya/ingilterede-covid-19-yasagi-protesto-edildi-41611194; https://www.amerikaninsesi.com/a/almanyada-hukumetin-salgin-onlemleri-protesto-edildi/5526825.html; https://tr.euronews.com/2020/05/10/abd-nin-washington-eyaletinde-sokaga-c-kma-yasag-protesto-edildi.[/efn_note]. Bu gösteriler, çoğunlukla bireyin kendi bedeni üzerindeki haklar çerçevesinde, belirlenmiş tedbirlere uymama talebini temel alıyor. “Virüsün insan yapımı olduğu”, “salgın ile dünya ekonomi-politiğinin yeniden şekillendirileceği”, “virüs bahane edilerek tüm insanlara çip yerleştirileceği” gibi komplovari nitelikteki yaklaşımlar ile “salgının abartıldığı, aslında ölüm oranlarının çok düşük olduğu” gibi toplum sağlığını hiçe sayan ve ciddiyetten uzak söylemler de dikkate değer ölçüde karşımıza çıkıyor.

Hem sıradan vatandaşlardan hem de entelektüel çevrelerden destekçiler bulan bu görüşler, “salgının abartıldığı”, “pandemi sürecinin kötü yönetildiği” ve “kişi haklarının kısıtlandığına” yönelik argümanlar üzerinden yüksek sesle dile getiriliyor.

Bu karşıt tezlere, işletme sahiplerinin faaliyet kısıtlamalarını zarar ettikleri gerekçesiyle pragmatist bir dayanaktan eleştirmeleri de eklenebilir. Ayrıca dünyanın çeşitli yerlerinde “salgının kötü yönetildiği, açıklanan verilerin gerçeği yansıtmadığı, halka yeterli yardımlar yapılmadığı yönünde eleştiriler de mevcut.

Tedbirler ne kadar yerinde?

Güvenliği sağlama amacıyla vatandaşların eğitim, iş ve özel hayatlarındaki edimleri üzerinde çeşitli gözetleyici ve cezai tedbirler alma hakkına sahip devletler, günümüzde bu yöntemleri en çok da teknoloji yardımıyla uyguluyorlar; kamera ve mobese sistemleriyle kamusal alanları izliyor, mesken ve ikamet bilgilerine ilişkin verileri kayıt altına alıyor, kişiye yönelik istihbarat amaçlı gözetimleri ve sağlık verilerini depoluyorlar[efn_note]Aydilek, Emre (2020) Devlet-Güvenlik İlişkisi, Ankara: Gece Kitaplığı.[/efn_note].

Bu tedbirler, kimileri tarafından suçun önlenmesi kapsamında gerekli uygulamalar olarak görülürken, kimileri de bu tedbirleri devletin güvenlik bahanesi adı altında, yurttaşları kontrol etmek için başvurduğu baskıcı yöntemler olarak görüyor. Örneğin toplum bilimci Foucault, bunu biyo-iktidar ve yönetimsellik kavramsallaştırmaları ile “nüfusun idare edilmesi için istatistik ve veri bilimlerinin iktidar tekniği olarak kullanımı” olarak tanımlıyor[efn_note]Foucault, Michel (2013) Güvenlik Toprak Nüfus. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.[/efn_note].

Pandemi sürecindeki tedbirlerin yasal dayanağı

Dünyada olduğu gibi ülkemizde de pandemi sürecinde hayatımızın birçok alanında devletin önleyici ve cezalandırıcı tedbirleri ile yoğun şekilde karşılaşıyoruz. Dünya ile paralel biçimde ülkemizde de İç İşleri Bakanlığı tarafından valiliklere gönderilen genelgelerle kamusal ve özel alanlarda temel hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı çok sayıda uygulama hayata geçirildi. İstirahat ve eğlence yerlerinde uygulanan çeşitli kısıtlamalar / kapatılmalar, seyahat kısıtlamaları, sokağa çıkma yasakları, maske ve sosyal mesafe cezaları, nişan, düğün ve askere uğurlama gibi törenlere ilişkin kısıtlamalar bunlardan bazıları.

Genelgelerde, bu tedbirlerin salgından vatandaşları korumak ve salgının yayılmasını engellemek amacıyla yürürlüğe konduğu savunuluyor. Zaten Anayasanın birçok maddesinde genel sağlığın korunması amacıyla temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanabileceğine ilişkin hükümler var. Umumi Hıfzıssıhha Kanunu, İl İdaresi Kanunu ve Türk Ceza Kanunu’nda da benzer hükümler mevcut. Dolayısıyla sözü edilen kısıtlamaların yasal ve meşru dayanağı bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Pandemi sürecinde uygulanan yasal ve idari tedbirler iki boyutta açıklanabilir: Bunlardan ilki, dayanağını anayasa ve kanunlardan alan “temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanması”na ilişkin uygulamalardır. İkincisiyse dayanağını Türk Ceza Kanunu (TCK) (m. 195 “Bulaşıcı Hastalıklara İlişkin Tedbirlere Aykırı Davranma”) ve Kabahatler Kanunu’ndan (m. 32/1 “…genel sağlığın korunması amacıyla, hukuka uygun olarak verilen emre aykırı hareketten…”) alan cezai tedbirlerden alır.

Kısıtlamalara teorik açıdan bakmak

Buraya kadar, pandemi sürecine yönelik uygulanan politikaları; yönetsel, yasal ve toplumsal açıdan sınırlı da olsa değerlendirmeye çalıştık. Son kertede, konuya ilişkin daha analitik ve sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için, sorunu teorik açıdan da ele almamız zorunlu.

Bu doğrultuda politik karar alıcıların pandemi süreç yönetimini, iki farklı görüş üzerinden irdeleyebiliriz: İlk kanadın temsilcileri olan; devleti tarafsız ve tüm toplumun çıkarına hizmet eden bir yapı olarak gören ana akım görüşler (Hegelci-liberal vb.) devletin bu süreçte aldığı tüm kararları koşulsuz destekler, uygulamaların meşruiyetini gereklilik ölçütüne dayandırır. Devleti sınıfsal dinamikleri olan bir sömürü mekanizması olarak gören ikinci kanat ise; devletin bu süreçte uyguladığı politikaları sorgular, eleştirel bir çerçevede pandemi yönetiminin sınıf dinamiği ve otoriterleşme ile ilişkisini kurmaya çalışır.

Dünyadaki bazı örnekler, bu ikinci kuramı destekler nitelikte. Örneğin salgın bahanesiyle Macaristan’da meclis devre dışı bırakıldı ve devlet başkanına sınırları belirsiz ve ucu açık bir ‘kararnamelerle yönetme yetkisi’ verildi. İsrail’de meclis ve mahkemelerin faaliyetleri donduruldu. Çok sayıda ülkede olağanüstü hal ilan edildi[efn_note]Çeşitli ülkelerde, salgın kapsamında ilan edilen OHAL uygulamaları için bkz: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-52098915; http://www.yeniduzen.com/ispanya-ohal-ilan-etti-124862h.htm; https://www.bbc.com/turkce/live/haberler-turkiye-51866661/page/2; https://www.hurriyet.com.tr/dunya/taylandda-yeni-tip-corona-virus-nedeniyle-ohal-ilan-edildi-41476448; https://www.aa.com.tr/tr/dunya/3-ulkede-daha-koronavirus-nedeniyle-olaganustu-hal-ilan-edildi/1767279.[/efn_note].

Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var; iktidarların, pandemi sürecindeki bu anti-demokratik uygulamaları normal olandan ziyade istisnai olanı temsil eder. Naomi Klein “Şok Doktrini” isimli kuramında, şok ve travma etkisi yaratan krizlerle, yönetsel kararların ilişkisini sorgular. Ona göre, gerçek değişimi ancak krizler ve olağanüstü durumlar yaratır. İktidarın normal zamanda uygulamaya koyamayacağı politikaları hayata geçirmek için, toplumda travmatik etki yaratan olaylar, aracı rolü oynar[efn_note]Klein, Naomi (2010) Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi. Çev. S. Özgül. İstanbul: Agora Kitaplığı.[/efn_note].

Hukukçu Christos Boukalas, neo-liberal dönemde, olağanüstülüğün kamusal yaşamın her alanına sirayet edip yeni normu oluşturduğunu, olağanüstü halin kalıcılaşmasına giden yolun açıldığını savunur[efn_note]Boukalas, Christos (2016) “Olağanüstülük Yok: Otoriter Devletçilik. Agamben, Poulantzas ve İç Güvenlik”. Çev. A. Aygen. Praksis. 40: 41-66.[/efn_note]. Siyaset bilimci Mark Neocleous, istisna halinin, barış zamanlarında da olağanüstü yönetime başvurulabilmesine imkân tanıyan modern kapitalist devletin vazgeçilmez bir ürünü olduğunu iddia eder. İstisna hali uygulamalarının temelinde, güvenlik ve sağlık gibi toplum için önemli varoluşsal durumlar meşruiyet sağlayıcı olup, bu durumlarda devletin anayasa tarafından kendisine tanınmış olağanüstü yetkileri kullanma hakkının bulunduğu ilkesi yatar[efn_note]Neocleous, Mark (2014) Güvenliğin Eleştirisi. Çev. T. Ok. Ankara: Notabene Yayınları.[/efn_note].

Kuramsal yaklaşımları daha uzun aktarabiliriz. Ancak bu kadarı bile, eleştirel kaygıların kuramsal temelleri hakkında fikir sahibi olmaya yeter. Şimdi iki temel soru beliriyor. Devletlerin pandemi yönetiminde uyguladığı politikalar, gereklilik ölçütü ile uyumlu mu? Ve daha da önemlisi, pandemi sonrası süreçte bu uygulamalar kalıcı olabilir mi?

Nasıl ‘yeni bir güvenlik anlayışı’ inşa edebiliriz?

Pandeminin yaşattığı tüm bu sıkıntılardan öğrendiğimiz bir şey varsa, o da ülkelerin ve vatandaşların bu duruma hazırlıksız yakalandığıdır. Keza, son derece özenle kurulduğuna inanılan ve sonsuz güvendiğimiz küresel sistemin derinden sarsılabileceğini öğrendik. Bu öğrendiklerimizden kaçınılmaz olarak çıkan sonuç bizi şu soruya götürüyor: Pandemi koşullarına uygun ve vatandaş odaklı 21. yüzyıl dinamiklerine adapte olmuş nasıl bir güvenlik politikasına ihtiyacımız var?

Gelecekte de yeni pandemiler ortaya çıkabilir. Keza pandemi dışında da, gündelik yaşamı bütünüyle değiştirebilecek, büyük etki doğuracak benzer travmatik olaylar yaşanması ihtimali var. Bu ‘şok’lardan çıkarmamız gereken dersler ve inşa etmemiz gereken yeni bir güvenlik politikası olduğu ortada.

Pandemi sürecinin öğrettiği dört ders

İlk olarak, pandemi sürecinde, küresel ölçekte dezavantajlı kesimlerin sağlık hizmetlerine ve ihtiyaç duyduğu mali-sosyal yardımlara erişiminin yeterli olmadığı görüldü. Ülkemiz bu alanda başarılı görünse de, bazı Batılı ülkelerdeki evsiz ve yaşlı ölümlerinin zirve yaptığı, güvenilir kaynaklardan teyit edilmese de bazı ülkelerdeki huzurevlerinde çok sayıda terk edilmiş yaşlı insan cesedi bulunduğu haberleri sıklıkla gündeme geldi[efn_note]Bkz. https://m.bianet.org/bianet/saglik/222473-avrupa-yaslilarinin-korona-gunlerindeki-hal-i-purmelali.[/efn_note]. Sağlık güvencesi olmayanların, evsizlerin ve yaşlıların bakım hizmetlerine erişiminin aksaması normal mi? ‘Bu sayılanlar toplumun vazgeçilebilir kesimi ya da ‘doğal seleksiyon’ çerçevesinde feda edilebilir olanları şeklinde mi görülmeli?’ soruları üzerinden salgının ahlaki boyutunu da yeniden düşünmekte fayda var. Tüm vatandaşların eşit ve yeterli sağlık hizmeti, sosyal ve mali yardımlar almasını sağlayabilecek bir acil durum eylem planı yapılması gerektiği ortada.

Pandemi sürecindeki kısıtlama ve tedbirler, devletler tarafından çoğunlukla emir ve yasaklar biçiminde yönetildi. Oysa vatandaşların kararlara daha iyi uymasının sağlanması için, devletin karar alma süreçlerinde vatandaşlarla iş birliği içinde olması, kararların tepeden aşağıya dikte edilerek değil, ortak akıl ile alınması daha etkili sonuçlar verebilir.

Karar alıcıların tutarlı, eşitlikçi ve vatandaş odaklı bir politik anlayışa ihtiyacı var. Otel, AVM, restaurant gibi mekânlar açıkken, çalışanlar kalabalık ortamlarda işlerini yapmaya devam ederken; vatandaşlardan evlerinde kalmalarını beklemek, burada bir tutarsızlık olduğunu gösteriyor. Krizden etkilenen kişiler arasında bazıları mali ve sosyal yardımlar alırken, bazı kişilere bu yardımların ulaşmaması, salgında sağlık emekçilerinin istifa hakkından yoksun bırakılması (pandeminin başlamasıyla yaklaşık üç ay süreyle durduruldu) hem önemli eksiklikler olarak göze çarpıyor hem de devletlerin bu tür acil durumlar için bütünlüklü ve hakkaniyetli eylem planları hazırlaması gerektiğini gösteriyor.

Son olarak pandemi sürecinde, toplumun genel sağlığını korumak amacıyla devletin zor aygıtları vasıtasıyla uygulanan ve temel hak ve özgürlükleri kısıtlayan bazı istisnai yönetim usullerinin kalıcılaşmaması önemli duruyor.

Özetle, pandeminin devletler tarafından kötüye kullanılmadığı, yurttaşlar üzerinde bugün belki de zorunluluktan uygulanan gözetim ve denetim tekniklerinin pandemi sonrası terkedilerek demokrasi ve insan hakları gibi temel değerlerden geriye dönüşün yaşanmayacağı, bu süreçte edinilen deneyimlerle güncellenen yeni bir güvenlik anlayışına tüm dünyanın ihtiyacı var.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 6 Ekim 2020’de yayımlanmıştır.

Emre Aydilek
Emre Aydilek
Dr. Emre Aydilek - Siyaset bilimci, araştırmacı ve yazar. 1986 yılında Ankara’da doğdu. Kırıkkale Üniversitesi’nde Kamu Yönetimi bölümü lisans programını ve Uluslararası İlişkiler bölümü yüksek lisansını bitirdi. İzzet Baysal Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünde “Osmanlı’dan Günümüze Kamu Güvenlik Yönetiminde Dönüşüm” isimli tezle doktora eğitimini tamamladı. Çok sayıda bilimsel makale, bildiri, kitap bölümü bulunan ve doçentlik çalışmalarına devam eden yazar, halen Kastamonu Üniversitesi’nde görev yapıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Pandemide devlet – vatandaş ilişkisinin güvenlik boyutu nasıl olmalı?

Devletlerin pandemide uyguladığı politikalar, gereklilik ölçütü ile uyumlu mu? Temel hak ve özgürlükler üzerindeki kısıtlamalar kalıcı hale gelir mi? Pandemi koşullarına uygun, vatandaş odaklı ve 21. yüzyıl dinamiklerine adapte olmuş nasıl bir güvenlik politikasına ihtiyaç var? Dr. Emre Aydilek yazdı.

Salgının sosyal ve ekonomik yaşama önemli etkileri oldu. Ülkemiz de dâhil olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde enflasyon arttı, alım gücü azaldı. Özel işletmeler önemli zararlar etti, kapananlar oldu. Ekonomiler küçüldü. Küresel üretim azaldı. Çok sayıda insan işsiz kaldı. Virüsün yarattığı korku ve endişe iklimi, bireylerin ruh sağlığını olumsuz yönde etkiledi.

Pandemi süreci hayatın her alanını etkilediği gibi, devlet-vatandaş ilişkisinin güvenlik boyutunda da önemli sonuçlar ortaya çıkardı. Zira toplumsal yaşamın merkezindeki bu ilişkide[efn_note]Neocleous, Mark (2013) Toplumsal Düzenin İnşası – Polis Erkinin Eleştirel Teorisi. Çev. A. Bekmen. İstanbul: H2o Kitap.[/efn_note], devlet bir taraftan vatandaşların yaşamlarını sürdürebilmesi için onların ihtiyaç duyduğu can ve mal emniyetini sağlar, diğer taraftan da onların özgürlük ve temel haklarını sınırlandırıcı faaliyetler yürütebilir, pandemi döneminde net bir biçimde görüldüğü gibi.

Ülkemizde pek rastlamasak ve gündemde kendine çok yer bulmasa da, ABD, Brezilya, Hindistan, Kuzey ve Batı Avrupa ülkelerinden kimilerinin vatandaşları pandemi nedeniyle uygulanan yasaklara tepki gösteriyor, bireysel ve kitlesel eylemler düzenliyor[efn_note]Çeşitli ülkelerde, koronavirüs yasaklarına ilişkin protestolar için bkz: https://www.hurriyet.com.tr/dunya/ingilterede-covid-19-yasagi-protesto-edildi-41611194; https://www.amerikaninsesi.com/a/almanyada-hukumetin-salgin-onlemleri-protesto-edildi/5526825.html; https://tr.euronews.com/2020/05/10/abd-nin-washington-eyaletinde-sokaga-c-kma-yasag-protesto-edildi.[/efn_note]. Bu gösteriler, çoğunlukla bireyin kendi bedeni üzerindeki haklar çerçevesinde, belirlenmiş tedbirlere uymama talebini temel alıyor. “Virüsün insan yapımı olduğu”, “salgın ile dünya ekonomi-politiğinin yeniden şekillendirileceği”, “virüs bahane edilerek tüm insanlara çip yerleştirileceği” gibi komplovari nitelikteki yaklaşımlar ile “salgının abartıldığı, aslında ölüm oranlarının çok düşük olduğu” gibi toplum sağlığını hiçe sayan ve ciddiyetten uzak söylemler de dikkate değer ölçüde karşımıza çıkıyor.

Hem sıradan vatandaşlardan hem de entelektüel çevrelerden destekçiler bulan bu görüşler, “salgının abartıldığı”, “pandemi sürecinin kötü yönetildiği” ve “kişi haklarının kısıtlandığına” yönelik argümanlar üzerinden yüksek sesle dile getiriliyor.

Bu karşıt tezlere, işletme sahiplerinin faaliyet kısıtlamalarını zarar ettikleri gerekçesiyle pragmatist bir dayanaktan eleştirmeleri de eklenebilir. Ayrıca dünyanın çeşitli yerlerinde “salgının kötü yönetildiği, açıklanan verilerin gerçeği yansıtmadığı, halka yeterli yardımlar yapılmadığı yönünde eleştiriler de mevcut.

Tedbirler ne kadar yerinde?

Güvenliği sağlama amacıyla vatandaşların eğitim, iş ve özel hayatlarındaki edimleri üzerinde çeşitli gözetleyici ve cezai tedbirler alma hakkına sahip devletler, günümüzde bu yöntemleri en çok da teknoloji yardımıyla uyguluyorlar; kamera ve mobese sistemleriyle kamusal alanları izliyor, mesken ve ikamet bilgilerine ilişkin verileri kayıt altına alıyor, kişiye yönelik istihbarat amaçlı gözetimleri ve sağlık verilerini depoluyorlar[efn_note]Aydilek, Emre (2020) Devlet-Güvenlik İlişkisi, Ankara: Gece Kitaplığı.[/efn_note].

Bu tedbirler, kimileri tarafından suçun önlenmesi kapsamında gerekli uygulamalar olarak görülürken, kimileri de bu tedbirleri devletin güvenlik bahanesi adı altında, yurttaşları kontrol etmek için başvurduğu baskıcı yöntemler olarak görüyor. Örneğin toplum bilimci Foucault, bunu biyo-iktidar ve yönetimsellik kavramsallaştırmaları ile “nüfusun idare edilmesi için istatistik ve veri bilimlerinin iktidar tekniği olarak kullanımı” olarak tanımlıyor[efn_note]Foucault, Michel (2013) Güvenlik Toprak Nüfus. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.[/efn_note].

Pandemi sürecindeki tedbirlerin yasal dayanağı

Dünyada olduğu gibi ülkemizde de pandemi sürecinde hayatımızın birçok alanında devletin önleyici ve cezalandırıcı tedbirleri ile yoğun şekilde karşılaşıyoruz. Dünya ile paralel biçimde ülkemizde de İç İşleri Bakanlığı tarafından valiliklere gönderilen genelgelerle kamusal ve özel alanlarda temel hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı çok sayıda uygulama hayata geçirildi. İstirahat ve eğlence yerlerinde uygulanan çeşitli kısıtlamalar / kapatılmalar, seyahat kısıtlamaları, sokağa çıkma yasakları, maske ve sosyal mesafe cezaları, nişan, düğün ve askere uğurlama gibi törenlere ilişkin kısıtlamalar bunlardan bazıları.

Genelgelerde, bu tedbirlerin salgından vatandaşları korumak ve salgının yayılmasını engellemek amacıyla yürürlüğe konduğu savunuluyor. Zaten Anayasanın birçok maddesinde genel sağlığın korunması amacıyla temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanabileceğine ilişkin hükümler var. Umumi Hıfzıssıhha Kanunu, İl İdaresi Kanunu ve Türk Ceza Kanunu’nda da benzer hükümler mevcut. Dolayısıyla sözü edilen kısıtlamaların yasal ve meşru dayanağı bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Pandemi sürecinde uygulanan yasal ve idari tedbirler iki boyutta açıklanabilir: Bunlardan ilki, dayanağını anayasa ve kanunlardan alan “temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanması”na ilişkin uygulamalardır. İkincisiyse dayanağını Türk Ceza Kanunu (TCK) (m. 195 “Bulaşıcı Hastalıklara İlişkin Tedbirlere Aykırı Davranma”) ve Kabahatler Kanunu’ndan (m. 32/1 “…genel sağlığın korunması amacıyla, hukuka uygun olarak verilen emre aykırı hareketten…”) alan cezai tedbirlerden alır.

Kısıtlamalara teorik açıdan bakmak

Buraya kadar, pandemi sürecine yönelik uygulanan politikaları; yönetsel, yasal ve toplumsal açıdan sınırlı da olsa değerlendirmeye çalıştık. Son kertede, konuya ilişkin daha analitik ve sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için, sorunu teorik açıdan da ele almamız zorunlu.

Bu doğrultuda politik karar alıcıların pandemi süreç yönetimini, iki farklı görüş üzerinden irdeleyebiliriz: İlk kanadın temsilcileri olan; devleti tarafsız ve tüm toplumun çıkarına hizmet eden bir yapı olarak gören ana akım görüşler (Hegelci-liberal vb.) devletin bu süreçte aldığı tüm kararları koşulsuz destekler, uygulamaların meşruiyetini gereklilik ölçütüne dayandırır. Devleti sınıfsal dinamikleri olan bir sömürü mekanizması olarak gören ikinci kanat ise; devletin bu süreçte uyguladığı politikaları sorgular, eleştirel bir çerçevede pandemi yönetiminin sınıf dinamiği ve otoriterleşme ile ilişkisini kurmaya çalışır.

Dünyadaki bazı örnekler, bu ikinci kuramı destekler nitelikte. Örneğin salgın bahanesiyle Macaristan’da meclis devre dışı bırakıldı ve devlet başkanına sınırları belirsiz ve ucu açık bir ‘kararnamelerle yönetme yetkisi’ verildi. İsrail’de meclis ve mahkemelerin faaliyetleri donduruldu. Çok sayıda ülkede olağanüstü hal ilan edildi[efn_note]Çeşitli ülkelerde, salgın kapsamında ilan edilen OHAL uygulamaları için bkz: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-52098915; http://www.yeniduzen.com/ispanya-ohal-ilan-etti-124862h.htm; https://www.bbc.com/turkce/live/haberler-turkiye-51866661/page/2; https://www.hurriyet.com.tr/dunya/taylandda-yeni-tip-corona-virus-nedeniyle-ohal-ilan-edildi-41476448; https://www.aa.com.tr/tr/dunya/3-ulkede-daha-koronavirus-nedeniyle-olaganustu-hal-ilan-edildi/1767279.[/efn_note].

Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var; iktidarların, pandemi sürecindeki bu anti-demokratik uygulamaları normal olandan ziyade istisnai olanı temsil eder. Naomi Klein “Şok Doktrini” isimli kuramında, şok ve travma etkisi yaratan krizlerle, yönetsel kararların ilişkisini sorgular. Ona göre, gerçek değişimi ancak krizler ve olağanüstü durumlar yaratır. İktidarın normal zamanda uygulamaya koyamayacağı politikaları hayata geçirmek için, toplumda travmatik etki yaratan olaylar, aracı rolü oynar[efn_note]Klein, Naomi (2010) Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi. Çev. S. Özgül. İstanbul: Agora Kitaplığı.[/efn_note].

Hukukçu Christos Boukalas, neo-liberal dönemde, olağanüstülüğün kamusal yaşamın her alanına sirayet edip yeni normu oluşturduğunu, olağanüstü halin kalıcılaşmasına giden yolun açıldığını savunur[efn_note]Boukalas, Christos (2016) “Olağanüstülük Yok: Otoriter Devletçilik. Agamben, Poulantzas ve İç Güvenlik”. Çev. A. Aygen. Praksis. 40: 41-66.[/efn_note]. Siyaset bilimci Mark Neocleous, istisna halinin, barış zamanlarında da olağanüstü yönetime başvurulabilmesine imkân tanıyan modern kapitalist devletin vazgeçilmez bir ürünü olduğunu iddia eder. İstisna hali uygulamalarının temelinde, güvenlik ve sağlık gibi toplum için önemli varoluşsal durumlar meşruiyet sağlayıcı olup, bu durumlarda devletin anayasa tarafından kendisine tanınmış olağanüstü yetkileri kullanma hakkının bulunduğu ilkesi yatar[efn_note]Neocleous, Mark (2014) Güvenliğin Eleştirisi. Çev. T. Ok. Ankara: Notabene Yayınları.[/efn_note].

Kuramsal yaklaşımları daha uzun aktarabiliriz. Ancak bu kadarı bile, eleştirel kaygıların kuramsal temelleri hakkında fikir sahibi olmaya yeter. Şimdi iki temel soru beliriyor. Devletlerin pandemi yönetiminde uyguladığı politikalar, gereklilik ölçütü ile uyumlu mu? Ve daha da önemlisi, pandemi sonrası süreçte bu uygulamalar kalıcı olabilir mi?

Nasıl ‘yeni bir güvenlik anlayışı’ inşa edebiliriz?

Pandeminin yaşattığı tüm bu sıkıntılardan öğrendiğimiz bir şey varsa, o da ülkelerin ve vatandaşların bu duruma hazırlıksız yakalandığıdır. Keza, son derece özenle kurulduğuna inanılan ve sonsuz güvendiğimiz küresel sistemin derinden sarsılabileceğini öğrendik. Bu öğrendiklerimizden kaçınılmaz olarak çıkan sonuç bizi şu soruya götürüyor: Pandemi koşullarına uygun ve vatandaş odaklı 21. yüzyıl dinamiklerine adapte olmuş nasıl bir güvenlik politikasına ihtiyacımız var?

Gelecekte de yeni pandemiler ortaya çıkabilir. Keza pandemi dışında da, gündelik yaşamı bütünüyle değiştirebilecek, büyük etki doğuracak benzer travmatik olaylar yaşanması ihtimali var. Bu ‘şok’lardan çıkarmamız gereken dersler ve inşa etmemiz gereken yeni bir güvenlik politikası olduğu ortada.

Pandemi sürecinin öğrettiği dört ders

İlk olarak, pandemi sürecinde, küresel ölçekte dezavantajlı kesimlerin sağlık hizmetlerine ve ihtiyaç duyduğu mali-sosyal yardımlara erişiminin yeterli olmadığı görüldü. Ülkemiz bu alanda başarılı görünse de, bazı Batılı ülkelerdeki evsiz ve yaşlı ölümlerinin zirve yaptığı, güvenilir kaynaklardan teyit edilmese de bazı ülkelerdeki huzurevlerinde çok sayıda terk edilmiş yaşlı insan cesedi bulunduğu haberleri sıklıkla gündeme geldi[efn_note]Bkz. https://m.bianet.org/bianet/saglik/222473-avrupa-yaslilarinin-korona-gunlerindeki-hal-i-purmelali.[/efn_note]. Sağlık güvencesi olmayanların, evsizlerin ve yaşlıların bakım hizmetlerine erişiminin aksaması normal mi? ‘Bu sayılanlar toplumun vazgeçilebilir kesimi ya da ‘doğal seleksiyon’ çerçevesinde feda edilebilir olanları şeklinde mi görülmeli?’ soruları üzerinden salgının ahlaki boyutunu da yeniden düşünmekte fayda var. Tüm vatandaşların eşit ve yeterli sağlık hizmeti, sosyal ve mali yardımlar almasını sağlayabilecek bir acil durum eylem planı yapılması gerektiği ortada.

Pandemi sürecindeki kısıtlama ve tedbirler, devletler tarafından çoğunlukla emir ve yasaklar biçiminde yönetildi. Oysa vatandaşların kararlara daha iyi uymasının sağlanması için, devletin karar alma süreçlerinde vatandaşlarla iş birliği içinde olması, kararların tepeden aşağıya dikte edilerek değil, ortak akıl ile alınması daha etkili sonuçlar verebilir.

Karar alıcıların tutarlı, eşitlikçi ve vatandaş odaklı bir politik anlayışa ihtiyacı var. Otel, AVM, restaurant gibi mekânlar açıkken, çalışanlar kalabalık ortamlarda işlerini yapmaya devam ederken; vatandaşlardan evlerinde kalmalarını beklemek, burada bir tutarsızlık olduğunu gösteriyor. Krizden etkilenen kişiler arasında bazıları mali ve sosyal yardımlar alırken, bazı kişilere bu yardımların ulaşmaması, salgında sağlık emekçilerinin istifa hakkından yoksun bırakılması (pandeminin başlamasıyla yaklaşık üç ay süreyle durduruldu) hem önemli eksiklikler olarak göze çarpıyor hem de devletlerin bu tür acil durumlar için bütünlüklü ve hakkaniyetli eylem planları hazırlaması gerektiğini gösteriyor.

Son olarak pandemi sürecinde, toplumun genel sağlığını korumak amacıyla devletin zor aygıtları vasıtasıyla uygulanan ve temel hak ve özgürlükleri kısıtlayan bazı istisnai yönetim usullerinin kalıcılaşmaması önemli duruyor.

Özetle, pandeminin devletler tarafından kötüye kullanılmadığı, yurttaşlar üzerinde bugün belki de zorunluluktan uygulanan gözetim ve denetim tekniklerinin pandemi sonrası terkedilerek demokrasi ve insan hakları gibi temel değerlerden geriye dönüşün yaşanmayacağı, bu süreçte edinilen deneyimlerle güncellenen yeni bir güvenlik anlayışına tüm dünyanın ihtiyacı var.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 6 Ekim 2020’de yayımlanmıştır.

Emre Aydilek
Emre Aydilek
Dr. Emre Aydilek - Siyaset bilimci, araştırmacı ve yazar. 1986 yılında Ankara’da doğdu. Kırıkkale Üniversitesi’nde Kamu Yönetimi bölümü lisans programını ve Uluslararası İlişkiler bölümü yüksek lisansını bitirdi. İzzet Baysal Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünde “Osmanlı’dan Günümüze Kamu Güvenlik Yönetiminde Dönüşüm” isimli tezle doktora eğitimini tamamladı. Çok sayıda bilimsel makale, bildiri, kitap bölümü bulunan ve doçentlik çalışmalarına devam eden yazar, halen Kastamonu Üniversitesi’nde görev yapıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x