Protestolar tarih boyunca toplumsal değişimin en güçlü araçlarından biri olmuştur. Ancak son yıllarda küresel çapta yükselen direniş hareketleri, büyük kitleleri sokağa dökmelerine rağmen beklenen siyasi sonuçları doğurmadı.
Arap Baharı’ndan Occupy Wall Street’e, Brezilya’daki toplu taşıma eylemlerinden Black Lives Matter’a kadar birçok hareket, başlangıçta güçlü bir ivme yakalasa da uzun vadede ya başarısızlığa uğradı ya da karşıt güçler tarafından dönüştürüldü.
Günümüzde otoriter rejimlerin protestoları bastırmak için geliştirdiği yeni stratejiler ve hareketlerin kendi iç zayıflıkları nedeniyle sokak muhalefetinin geleceği belirsiz görünüyor. Spontane ve kendiliğinden gelişen hareketler, hızlıca büyüyüp kitleselleşse de uzun vadeli bir strateji oluşturamadığında, toplumsal hoşnutsuzluğun yarattığı boşluk daha örgütlü ve iyi finanse edilen gruplar tarafından dolduruluyor. Siyasette gücü elinde tutan kesimler, bu hareketlerin enerjisini kendi lehlerine çevirmekte giderek daha başarılı hale geliyor. Öte yandan, bazı toplumsal hareketler doğrudan siyasi değişimler yaratmasa da uzun vadede kültürel ve düşünsel dönüşümlere zemin hazırlıyor.
Princeton Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü olan ve demokrasi, popülizm ile protesto hareketleri konularında önemli eserleriyle tanınan Jan-Werner Müller, Foreign Policy internet sitesinde yayımlanan yazısında, modern protesto hareketlerinin neden başarısızlığa uğradığını, etkili bir toplumsal muhalefet için hangi unsurların gerekli olduğunu ve sokak siyasetinin günümüz dünyasında nasıl yeniden şekillenebileceğini inceliyor.
Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:
“18 Ocak’ta, Donald Trump’ın ikinci başkanlık döneminin başlamasından önce Washington’da bir halk yürüyüşü düzenlenmişti. On binlerce kişi sokağa çıktı, ancak bu kalabalık, Trump’ın ilk yemin töreninden sonra gerçekleşen 2017 Kadın Yürüyüşü’yle kıyaslandığında oldukça sönük kalıyordu. O gün milyonlarca insan sokakları doldurmuş, ABD tarihinin en büyük tek günlük protestosunu gerçekleştirmişti. Oysa bugün, yeni yönetimin Amerikan demokrasisi için Trump’ın ilk döneminden bile daha büyük bir tehdit oluşturduğu ortadayken, buna karşı nasıl bir muhalefet hareketinin şekilleneceği belirsiz.
Bu belirsizlik içinde son yıllarda yayımlanan iki farklı tarihsel analiz dikkat çekiyor: Biri, protesto hareketlerinin neden başarısız olduğunu ve nasıl siyasi yenilgilere uğradığını sorgularken, diğeri uzun vadede yarattıkları kültürel dönüşümleri vurguluyor. Günümüzde etkili bir protestonun önündeki engelleri ve toplumsal değişim için hâlâ ne gibi imkanlar sunduğunu anlamak için bu iki yaklaşımı incelemek önemli.
Protestoların dinamikleri
Gazeteci Vincent Bevins, If We Burn: The Mass Protest Decade and the Missing Revolution (Eğer Yanarsak: Kitlesel Protesto On Yılı ve Özlenen Devrim) adlı kitabında, 2010-2020 arasındaki protesto dalgasına dair sert bir değerlendirme sunuyor. Yazara göre, bu on yıl tarihte eşi benzeri görülmemiş ölçüde kitlesel ayaklanmalara sahne oldu; ancak bu hareketlerin büyük kısmı hedeflerine ulaşamadı, hatta bazıları karşı-devrimlere zemin hazırladı.
Bevins’in en çarpıcı örneklerinden biri, uzun yıllar muhabirlik yaptığı Brezilya. 2010’ların başında, genç solcu aktivistler toplu taşıma zamlarına karşı çıkarak iktidardaki İşçi Partisi’ni daha radikal adımlar atmaya zorlamışlardı. Maddi kaynakları sınırlı olan bu gençler, özellikle de ‘vegan punk’ çevresinden gelenler yaratıcılıkları ve cesaretleriyle büyük çaplı gösteriler örgütlemişlerdi.
Bevins’e göre, bu toplumsal hoşnutsuzluk zamanla sağın iyi finanse edilen grupları tarafından ele geçirildi. Serbest piyasa yanlısı genç Brezilyalılar, solcu protestocuların söylemlerini ve estetiğini kopyalayarak kendi amaçlarını öne çıkardılar. Sağ sadece sokaklarda değil, siyasette de üstünlük sağladı ve 2016’da Devlet Başkanı Dilma Rousseff’in görevden alınmasını başardı. Üstelik, azil sürecine destek veren milletvekillerinden biri, oyunu Brezilya’daki askerî diktatörlük döneminde Rousseff’e işkence eden bir albay adına kullandığını söylemişti. O milletvekili Jair Bolsonaro’ydu. Ve sadece üç yıl sonra ülkenin başkanı oldu.
Bevins’in temel argümanı, Bolsonaro’nun aşırı sağcı rejimine giden bu sürecin de gösterdiği gibi, protesto hareketlerinin sarsıcı etkiler yaratabileceği; ancak iyi örgütlenip uzun vadeli bir strateji oluşturmazlarsa, geride bıraktıkları boşluğu daha disiplinli ve örgütlü güçlerin dolduracağı yönünde. Daha iyi örgütlenenler ise genellikle daha fazla finansal kaynağa sahip olanlardır ve birçok ülkede sermaye hâlâ sağın elindedir.
Protestolar neyi amaçlar?
Bevins, kitabında on büyük protesto hareketini inceliyor ve bunların en az yedisinin başarısızlıkla sonuçlandığını savunuyor. Çoğu, ne köklü bir değişim yaratabildi ne de protestocuların hedeflerine ulaşmasını sağladı.
Aslında protesto etmek, bir anlamda mevcut iktidarın muhatap alınmasını da içerir. Sonuçta, protesto bir otoriteye yöneltilir ve otoritenin ortadan kaybolması değil, bir şeyleri değiştirmesi beklenir. Bevins’in de dediği gibi: “Bir protestonun en temel mesajı, ‘Bundan hoşlanmıyorum, bunu düzelt’ demektir.” Bu yüzden kimse Vladimir Lenin’i, Rus Çarı’na baskı yaparak politika değişikliği talep eden bir ‘protesto lideri’ olarak tanımlamaz.
Bevins ise bunun ötesinde, köklü bir toplumsal dönüşüm yani devrim arayışında. Protestoların ilham verebileceği daha soyut değişim biçimlerini büyük ölçüde göz ardı ediyor. Özellikle, sosyal bilimcilerin prefigüratif siyaset dediği, geniş kitlelere başka bir dünyanın mümkün olduğunu göstermeye dayalı eylem biçimlerini pek ciddiye almıyor.
Bu anlayışın en belirgin örneklerinden biri, Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et) hareketiydi. 2011’de başlayan bu hareket; anarşist ideallerin, özgür ve kendiliğinden dayanışmanın gerçekçi bir alternatif olabileceğini göstermeye çalışmıştı. Kimileri kamplardaki ortak mutfakları, ücretsiz kütüphaneleri ve çember oluşturup davul çalan insanları (geçen yıl İsrail’in Gazze’deki savaşına karşı düzenlenen üniversite protestolarında da görülen sahneler) sadece ‘romantik komün ayrıntıları’ olarak görse de, bazıları için hareketin asıl politik mesajı tam da bu pratiklerin kendisiydi.
Occupy hareketinin amacı, ABD Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu’ndan teknokratik bir çözüm talep etmekten ibaret değildi. Mevcut sisteme talepler yönelterek onu tanımak yerine, tamamen dışında bir alternatif yaratmayı hedefliyordu. Prefigürasyon kavramının önde gelen savunucularından ve Occupy’ın organizatörlerinden biri olan merhum antropolog David Graeber, 2002’de şöyle yazmıştı: “Anarşist hareket örgütlenmeye karşı değil, yeni örgütlenme biçimleri yaratmakla ilgileniyor. Bir ideolojiden yoksun değil; bu yeni örgütlenme biçimleri asıl ideolojisi.”
Lidersiz ve hiyerarşisiz bir protesto hareketi olabilir mi?
Bevins ise bu yaklaşıma katılmıyor. Örneğin, 2011’de Kahire’deki Tahrir Meydanı’nda kurulan kampı, ‘prefigürasyonun ve yapısızlığın karnavalı’ diyerek küçümsüyor. Ona göre, protestocuların belirgin bir örgütlenme modeli ve liderlerinin olmaması, Arap Baharı’nın Arap Kışı’na dönüşmesinin nedenlerinden biri. Yatay örgütlenme anlayışı, yani hareketin liderlerden ve hiyerarşik yapılardan arınarak, kararları uzlaşıyla alması ve böylece eşitlikçi bir toplumun ön izlemesini sunmayı hedeflemesi yazara göre ciddi dezavantajlar içeriyor. Bevin gibi eleştirmenler, bu tarz bir uzlaşı sisteminin küçük gruplara veto hakkı tanıyarak süreci tıkayabileceğini düşünüyor.
Bevins’in sonucu net: Hızla büyüyen ama sağlam bir yapıya sahip olmayan hareketler başarısız olur. Aynı şekilde, yalnızca tek bir taktiğe (örneğin bir meydanı işgal edip orada kalmaya) bel bağlayan hareketler de sonuç alamaz. Kendiliğinden gelişen hareketlerin başarılı olacağı düşüncesi ise fazla iyimser bulunuyor çünkü kaosun içinden otomatik olarak olumlu bir sonuç çıkacağı varsayılıyor.
Bu düşünce kulağa mantıklı gelse de ve gerçek siyasi değişimin organizasyon gerektirdiği doğru olsa da, bir hareketin başarısını yalnızca iç örgütlenmesi veya stratejisinin zekâsı belirliyormuş gibi düşünmek doğru olmaz. 21. yüzyılın otoriter rejimlerinin protestoları bastırma konusunda artık daha zeki ve yetenekli hale geldiği bir gerçek. Ancak bu, dönüşümlerin tamamen durduğu anlamına gelmiyor. Her zaman hemen fark edilmese de, dünyada hâlâ anlamlı değişimler yaşanıyor.
Mizah odaklı protesto
Tarih sadece devrimler ve karşı-devrimlerden ibaret değil. Joachim C. Häberlen’in Beauty is in the Street: Protest and Counterculture in Post-War (Güzellik Sokaklarda: Savaş Sonrası Dönemde Protesto ve Karşıkültür) adlı kitabı, bunu hatırlatan güçlü bir eser. Häberlen, tarihi büyük olaylar ve liderler üzerinden değil, daha ‘mikroskobik’ bir bakış açısıyla ele alıyor; 1950’lerde Batı Almanya’daki asi gençlerden 1970’lerde Çekoslovakya’daki muhalif filozoflara uzanan geniş bir perspektif sunuyor.
Kitap pek çok ilginç detay barındırıyor, ancak net bir ana argüman bulmak zor. Yine de öne çıkan güçlü bir fikir var: “Sonuçlardan çok, insanların eylemleri ilham verici.” Häberlen’in gösterdiği gibi, pek çok hareket hedeflerine ulaşamasa da, süreç içinde güçlü dayanışma ağları kurdu ve bir anlamda başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösterdi.
Bevins’in sempati duyduğu disiplinli ve katı Leninist modelin aksine, Häberlen çok daha farklı, yaratıcı ve esprili protesto biçimlerine dikkat çekiyor. Özellikle mizahın yıkıcı gücüne vurgu yapıyor. Her festival bir devrim değildir, ama ideal bir devrim bir festival gibi hissettirmelidir. İtalyan radikal hareketi Indiani Metropolitani’nin ‘neşe siyaseti’ dediği şey tam da buydu. Häberlen’e göre, bu tür eylemler sadece insanlara keyifli anlar yaşatmakla kalmadı, aynı zamanda devletin otoritesini de sarstı. Çünkü bu protestolar, somut taleplere ya da bilinen siyasi ideolojilere indirgenemediğinden, otoriteler genellikle nasıl karşılık vereceklerini bilemediler ve çaresiz kaldılar.
Ayrıca, protestoların bazen farkında olmadan mevcut güç yapılarını nasıl pekiştirdiğine dair çarpıcı bir analiz sunuyor. Fransız sosyal bilimciler Luc Boltanski ve Eve Chiapello’nun çığır açan çalışmasına göre, 1960’lar sonrası kapitalizmi, büyük şirketlerdeki bürokratik hantallığa yönelik radikal eleştirileri kendi lehine çevirmeyi başardı. Otonomi ve yaratıcılık isteyen öğrencilerin talepleri, sonunda Kaliforniya tarzı rahat ama sömürüye dayalı bir iş kültürüne dönüştü: Çalışanların kapüşonlu sweatshirt giymesine ve bedava espresso içmesine izin veren, ancak sömürü düzenini değiştirmeyen bir sistem. Tüm bu çelişkilere rağmen, Häberlen savaş sonrası aktivizmin farklı gruplar arasında güçlü bağlar kurduğunu hatırlatıyor.
Geniş koalisyonlar kurmak ve güçlü bir örgütlenme yaratmak, Trump 2.0’a karşı direnmek isteyen herkes için hâlâ kritik bir mesele. Ancak Bevins’in vurguladığı gibi, protestolar genellikle mevcut siyasi sistemin temelde sağlam olduğunu varsayıyor ve çözümün yalnızca bir elitin yerine başka bir elitin geçmesiyle geleceğini ima ediyor.
Trump’ın ilk başkanlık döneminden çıkarılacak derslerden biri de bu olabilir. Görev süresinin son yılında, ABD tarihindeki en büyük ve en uzun soluklu protesto hareketlerinden biri olan Black Lives Matter, muazzam bir toplumsal mobilizasyon yarattı. Ancak Biden yönetimi döneminde hareketin hedeflerini ileri taşımak için yeterince çaba harcanmadı. Hatta Demokrat Parti’nin kurulu düzeni, tabandan gelen hareketliliğe mesafeli durdu ve oligarşik güce meydan okumakta beklenenden daha isteksiz davrandı.
Evet, Demokratlar sadece dört yıl iktidarda kaldılar. Ama siyasette zaman hep kısıtlıdır. Bu iki kitabı okuyan biri, her ikisinden de önemli dersler çıkarabilir: Gösteriş amaçlı direniş yerine sağlam bir örgütlenme şart ama aynı zamanda sabır gerektiren ve bazen daha örtük ilerleyen uzun vadeli dönüşüm çabaları da büyük önem taşır.”
Bu yazı ilk kez 5 Mart 2025’te yayımlanmıştır.
