Koronavirüs salgını pek çok şeyle birlikte kentlerin de değişmesini, kendisini yeniden organize etmesini, gelecek için dersler çıkarmasını yani uyarlanmasını şart koşuyor. En basitinden sosyal mesafenin kentler ve yerleşimler üstündeki etkilerini ve gelecekteki kentlerin ihtiyaçlarını düşünme zorunluluğumuz var. Avrupa’nın çeşitli kentlerinde bunlar yapılmaya başlandı.
Türkçede tam yerleşmemiş bir kavram olan uyarlanabilirlik (resilience), psikolojiden şehir planlamaya kadar birçok alanda hayatımızın merkezinde daha çok yer alacağa benziyor.1 Stresli ve zor zamanlarda kendimizi koruyabilmek, değişen koşullara ayak uydurabilmek, zor günlerden sonra yeniden mutlu olmayı başarmak, toparlanmak, küllerinden yeniden doğmak, kırılmadan esneyebilmek gibi birçok anlama çekilebilir. Olanı, olduğu biçimiyle sürdürmek yerine yeni geleni esneklikle karşılamak, eski duruma dönmeye çalışmak yerine yeniye adapte olmak ve yeni ve yine dinamik bir dengede kalmak hedefleniyor. Tam da bu nedenle, Türkçede daha yaygın kullanılan karşılıklar yerine dönüşümü daha iyi ifade eden ‘uyarlanma’ kavramını öneriyorum.
2019 yılının Ekim ayında Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nde, ‘Uyarlanabilir Kent Atölyesi’ni düzenlerken, açıkçası bu meselenin bu kadar yakın bir zamanda hayatlarımızda acil bir ihtiyaca dönüşeceğini düşünmemiştim.
Aslında pandemiden önce de şehir planlama özelinde uyarlanabilirlik, karmaşık sistemler olarak düşünülen kentlerin yönetilmesinde önemli bir araç olarak kabul edilmeye başlanmıştı. Sürdürülebilirlik (sustainability) kavramından farklı olarak, dinamik sistemler olan kentlerin, maruz kaldıkları doğal afetler, göçler, ekonomik ve toplumsal krizler karşısında göstereceği tepkilerle ilk konumlarından farklılaşabilecek, ancak bu süreçte ekonomik ve toplumsal dengeleri korumayı başaracak esnek yapılar olmalarını gerektiriyor.
Kentlerin şoklar karşısında da hazırlıklı ve sağlam olmaları, bu açıdan bir önkoşul. Bunu sağlayabilmek için kentin esnek gelişme ve planlama süreçlerini oluşturması, dayanıklı olmakla birlikte değişen koşullara hızlı bir biçimde tepki veren ve toplumsal dengeleri gözeten bir yönetim yapısı geliştirmesi gerekiyor. Elbette, ülkelerin benimsediği yönetim sistemleri de bu süreçte belirleyici.
Uyarlanabilir kent nasıl olur?
Avrupa Birliği ve OECD gibi uluslararası örgütler bu konu üzerinde çalışıyor. OECD’ye göre, uyarlanabilir kent olmanın ölçüleri dört ana başlıkta toplanıyor: Ekonomi, toplum, yönetim ve çevre. Bu konularda da alt başlıklar var. Örneğin ekonomi başlığı altında kentteki işsizlik oranı, çalışan nüfus, kişi başı gelir gibi ölçütler dikkate alınıyor.
Toplum alt başlığında ise kentin yoksulluk, göç bilgileri, kent sakinlerinin 500 metre civarında hangi hizmetlere erişebildiği, kapsayıcılık gibi değerler var. Çevre başlığı altında, kentte yaşayanların açık alanlara erişimi, yeşil alan oranı gibi kriterler söz konusu. Yönetim başlığında da kentin mahalle örgütlenmeleri, kamu hizmetleri, şeffaflık değerlendiriliyor.
Rockefeller Center 2013 yılında kâr amacı gütmeyen bir örgütlenme içinde 100 Uyarlanabilir Kent (100RC) başlıklı bir program başlattı. Bu proje çerçevesinde bugüne kadar 100 kent sorunlarının çözümüne dönük uyarlanabilirlik ölçütlerini geliştirerek finansal ve örgütsel destek almaya hak kazandı. Bu süreçte, sivil toplum örgütleri, belediyeler, üniversiteler, sermaye sahipleri ve kentliler gibi kentteki birçok aktör rol aldı ve gelişmeye katkıda bulundu.
Yaşadığımız kentler nasıl değişmeli?
‘Kentsel uyarlanabilirlik’ kavramı bizi gelecekte yaşayacağımız birçok beklenmedik – çoğu aslında beklenmesi gereken – duruma hazırlamak için elverişli, bu olanağı değerlendirmemiz gerekiyor.
Bu krizin akla getirdiği birkaç somut öneri var. Özellikle büyük kentlerde ilçe belediyelerinin bile çok sayıda yerleşimde yaşayan büyük bir nüfusa sahip olduğunu düşünürsek, pratik işlerliği olan bölgeler oluşturulması ilk akla gelen, yani daha kapsamlı bir desentralizasyon. Küçük kentlerde bu öneri, mahalle düzeyinde bir örgütlenmeyle örtüşebilir ve kriz hazırlığı için hayata geçirilebilir. Büyük kentlerde mahallenin eski anlamını korumadığını ve bir kentliler birliği olmadığını düşünerek belediyeler aracılığıyla yeni birimler oluşturulması ve bunun da meslek odaları ve akademisyenlerle iş birliği içinde yapılması gerekli.
Örneğin, toplumsal uyarlanmanın bir boyutunu oluşturan geçmişten ve geleneklerden öğrenmek şu an gereksinim duyduğumuz bir şey. Komşularla dayanışma, iş halletmek ve alışveriş gibi zorunlu durumlar için işbölümü yapmak, bireysel olmanın ötesinde bir kentin kriz repertuarında araç olarak yer alabilir ve böyle durumlarda başta yerel yönetimler olmak üzere, ilgili birimlerin öncülüğünde yaygınlaşabilir.
Kentsel sorunlar ve krizler hiçbir zaman tek boyutlu olmadığı için çözümlerin aranmasında disiplinlerarası ve yaratıcılığa yer veren bir çalışma yapılmalı. City-lab (kentsel laboratuvar) kavramı da bunun için bir araç, yani kentin belli bölgelerinin yeni teknoloji kullanımı veya yaratıcı yönetim biçimleri için deneysel olarak seçilmesi ve sorunlar görüldükten sonra kente yaygınlaştırılması uygun bir yöntem olabilir.
Evlere kapandığımız şu günlerde kentlerin açık alanlarının ve özellikle parklarının, kentliler için önemi daha fazla anlaşıldı. Virüsle ilgili bilgilendirme belirli bir güven çerçevesinde yapılabilse – 10 Nisan akşamı devletin bu güveni veremediğini hep birlikte gördük – parklardan belirli bir düzende ve paylaşarak yararlanmak bu dönemde bile mümkün olabilirdi, bunun özellikle kalabalık aileler ve evinde açık havaya ve gün ışığına erişimi sınırlı olan az gelirli aileler ve çocukları için önemi daha da büyük.2 Kent parklarının adil dağılımı ve kolay ulaşılabilir ve bakımlı olması, mekansal eşitsizlikleri ve sağlık sorunlarını azaltmakta önemli bir araç aynı zamanda.
Şu anda yaygın olarak kullandığımız dijital teknolojinin olanaklarını kentlerimiz üstüne veri biriktirmek, paylaşmak ve bunlardan kriz anında yararlanmak için kullanabiliriz. Özellikle genç kuşaklar, sosyal ilişkilerini uzaktan sürdürmeye çoktan başladı, aslında sosyal mesafelenmekten çok fiziksel bir uzaklaşma döneminden geçiyoruz ve bu durumun sosyal ilişkiler ve dayanışmanın geliştirilmesinde kullanılması mümkün. Ancak, tüm hayatımızı teknolojik gelişmelere dayandırmanın yol açacağı fiziksel rehavet ve bunlar olmadığında nasıl örgütleneceğimiz de gündemimizde olmalı.
Örnekler çoğaltılabilir, yeter ki elimizdeki bilgi birikiminden yararlanalım ve dünyadaki uygulamalara açık görüşlülükle yaklaşalım.3
Bunların oluşturulması kadar, topluma dağıtılmasında da eşitlik, adalet ve gereksinim düzeylerinin gözetilmesi önemli. Kaynağı fazla olan kentsel alanların kriz anlarında daha donanımlı olacağı düşünülerek, kentin kaynaklarından yararlanmada önceliği etkilenmeye açık alanlara aktarmak gibi çözümler, bunlara uygun stratejiler ve uygulama planları hazır olmalı.
Korkuya mı sarılacağız kapsayıcı çözümlere mi?
Toplumsal uyarlanabilirlik toplumsal bilinç gerektiriyor, bunda eğitimin rolü büyük. Aslında, krizler olmadan da korku – ve korku miti – belirleyici bir etken ve toplumu hizada tutmayı kolaylaştırıyor. Başta kendine benzemeyenden korkma olmak üzere, kent yaşamında – özellikle büyük kentlerde – birçok şeyden korkarak yaşıyoruz. Yabancılarla temas etmiyor, yardım etmiyor, uzak duruyoruz ve çocuklarımıza da bunu öğretiyoruz.
Soralım kendimize: Şimdi nasıl davranıyoruz? Tam da, böyle davranmak için gerçek bir neden varken? Kentlerimizin bundan sonra nasıl olacağı sorusunun cevabı burada yatıyor. Bu dönemi atlatınca eski korkularımıza geri mi döneceğiz, yoksa ‘herkes aynı gemide’ teranesine saplanmadan – değil çünkü, sürekli el yıkamak önerilirken akan suyu, uzaktan eğitim yapılırken interneti, bilgisayarı olmayan ev çok – bizim gibi olmayanları düşünmeye ve sorunları, tüm toplumu kapsayacak bir yaklaşımla mı çözmeye uğraşacağız?
Şu anda devletlerin ekonomi politikalarında söz sahibi olanlar – örneğin Kemal Derviş – bile ekonomik eşitsizlikten söz açıyor ve küresel ölçekte dayanışma öneriyor. Bu fazla gerçekçi bir öneri değil ve vatandaşlar olarak üstünde söz sahibi olmamız da pek mümkün değil. Bundan sonraki hayatımızı ve kentlerimizin alacağı biçimleri oluştururken, eşitliği yerelden başlayarak öncelikle herkes için yaşanabilir alanlar yaratarak sağlamaya ve kentin krizlerden en fazla etkilenen alanlarına öncelik vermeye dikkat etmeliyiz.
Elbette, tüm kentler için aynı çözümlerin geçerli olacağını varsayamayız, ancak ortak konular ve araçlar da var. Başta kentsel işlevler ve kamusal alanlar için olmak üzere, kentlerin kendine özgü değerlerini de içeren uyarlanma stratejileri geliştirmek ve paylaşmak gerekiyor. Kriz döneminde hatırlayıp öğrendiklerimizi, sonradan unutmamak da bunun bir parçası olmalı; kentlerimizin geleceği için ancak böyle umutlu olabiliriz.
Kaynaklar
Derviş, K. The Covid-19 Solidarity Test, April 2020, IPC, Sabancı University.
EU-URBACT (2016) Urban Resilience: A Concept for Co-creating Cities of the Future.
Rockafeller Foundation and ARUP (2014) City Resilience Framework, London: ARUP Group Ltd.
http://www.oecd.org/cfe/regional-policy/resilient-cities.htm
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 12 Mayıs 2020’de yayımlanmıştır.
- Özellikle sosyal bilimlerde kullanılan Türkçe karşılıklar için bkz. https://pdfs.semanticscholar.org/41df/90be7cd984f6698c0cba090c164f011e6dbf.pdf
- https://www.citylab.com/perspective/2020/04/coronavirus-nature-city-park-funding-accessibility-location/609697/
- Kentlerle ilgili konuda çalışan ve düşünce üretenlerin oluşturduğu birçok online platform var, örnek olarak https://www.smartcitiesdive.com/ ve http://www.stateofplace.co/. Özellikle korona üstüne bkz. Alfonzo, M. (19 Mart 2020) https://newcities.org/the-big-picture-open-letter-to-citymakers-10-key-implications-of-the-covid-19/