5 yaşında karanlık korkusu yaşayan bir çocuktan bahseder Freud. Karanlıktayken “Burası çok karanlık, lütfen benimle konuş” der teyzesine. Teyzesi “Beni görmüyorsun, ne faydası olacak?” diye cevap verince çocuk teyzesine “Sen konuştuğunda burası aydınlık oluyor” der.
Pazar gecesinin ne kadar karanlık olacağını bilmeden uykuya daldık. Uyanışımız yerin sarsıntısıyla oldu. Yerin sarsılmasıyla ruhlarımız da sarsıldı ülkece. Toprağa baktım, sanki artık yerinde yoktu. Nasıl bir şeydi bu? Yerin olmadığı bir âlemde hangimiz düşmekten kurtulabiliriz ki? Ayağımızı yere sağlam bastığımız toprak ayaklarımızın altından çekildiğinde nasıl güvende olabiliriz? Şimdi kaybın gölgesi düştü yeryüzüne. Terapi odasında sık sık da yere sağlam basan ayaklarımızdan güç devşiririz imajinasyon tekniklerini uygularken. Oysa şimdi yerle ilişkim başka bir anlama büründü. Biliyordum, bizi çaresiz bırakan, güç aldığımız toprak değildi. Bizim ona bakan bozuk bakışımızdı. Lacan, “Travma bizi dünyadayken dünyasız bırakan bir şeydir” demiş. Şimdi yeryüzündeyken yersiz yurtsuz kalmıştık bir anda.
Onca yıldır insanlık hallerine dair okuyorum, yazıyorum ve en önemlisi terapi odasında eşlik ediyorum danışanlarımın duygu dünyalarına ve halen insan canlısının ne çok duyguyu çok az bir zamanda bile nasıl hızlıca ve ne kadar derin deneyimleyebildiğine olan şaşkınlığım bitmiyor. Önce şaşkınlık, sonra endişe, hemen arkasından panik ve en çok da çaresizlik karşımdaki duygular. Travmanın psikolojik yanı en çok da buradan canımızı yakar. Çaresizliğin ürettiği acıdan. Üstelik deprem söz konusu olduğunda hem doğanın hem de insanın yetersizliğinin ve ihmalinin sonucunda çifte bir baskı tarafından birey çaresizliği daha da derin duyumsar. Buradaki çift yönlü sıkışma doğanın karşısında hissedilen dehşet iken insan faktörü denkleme katıldığında vahşetin karşısında hissedilen çaresizliği perdeleyen öfkedir. Bu tür deneyimler kendimizi güvende hissetmemizi sağlayan kontrol, bağ kurma ve umut duygusunu içeren hayatta kalma sistemimizin zedelenmesine neden olabilir.
Travmalar insanı nasıl etkiler?
Travma insanın güvenlik duygusunun, benlik algısının ve dünya tasavvurunun parçalara ayrılmasına sebep olur. Travmatik deneyimlerin arkasında bıraktığı en belirgin temalardan biri fragmantasyondur. Yani parçalara ayrılma veya yaşananların parça parça hatırlanması. Zihnin yaşananlar hakkında açık ve tutarlı bir hikâye üretmekten aciz kalması.
Dünyaya bakarken sarsılan güvenlik, bağlanma ve kontrol algımız eğer yeniden inşa edilemezse travmanın kalıcı etkileri sızmaya başlar yaşamımıza. Macar psikanalist Sandor Ferenczi, “Acı deneyimlerin öğrenildiği andan başlayarak dış dünyanın iyiliğine karşı olan güven yitirilir; kişilikte kalıcı bir bölünme ortaya çıkar” diyor ve ekliyor “bölünen parça ise tehlikeye karşı bir nöbetçi kalır.” Güvenliğin yerine geçen çaresizlik insanın yolunu keser, o nöbetçi gibi. Hayatın devam etmesine ya da ruhlarımızın büyümesine engel olur. Eğer travmatik deneyimden sonra yeniden bütünleşme sağlanabilirse zorlu deneyimlerden sonra daha yüksek bir işlevselliğe ulaşmak da imkânsız değil.
Mücadele et, kaç ya da dona kal
Alıştığımız deneyimlerin dışında kalan her alan bizde tekinsizlik yaratır, söz konusu olan deprem ya da savaş gibi yıkıcı olaylar olduğunda ise hayatımız alt üst olur. Bunun sonucunda adaptasyon becerilerimiz bu ani değişikliklere uyum sağlayabilmemiz için yeterli gelemeyebilir. Böylesi durumlarda birçok insanın ortak deneyimi çoğunlukla korku, çaresizlik, öfke ve kayıp hissi olacaktır.
Tehlike karşısında insanlar farklı tepkiler geliştirebilir. Mücadele et, kaç ya da dona kal tepkilerinin birinde takılıp kalmak mümkünken bu deneyimlerden üçünü de farklı zaman ya da seviyelerde deneyimleyebilmemiz de olasıdır.
Hem bölgede olan hem de bölge dışında neler olduğunu anlamaya çalışanlarla sürekli temas halindeyim, konuşmalarımızın çoğunda uyuyamıyor olmamız, ağlama nöbetleri yaşıyor olmamız ya da gece uykumuzun sürekli bölünüyor olması normal mi, sorularıyla karşılaşıyorum. Anormal bir durum yaşadığımız ve verdiğimiz tepkiler de bu gerçeklikte değerlendirilmeli. Elbette normal olmayan zamanlardan geçerken her zamankinden farklı hissedebilir ya da davranabiliriz. Olağanüstü deneyimler yaşarken her zaman olduğumuz gibi olmayabiliriz. Oysa bunlar beklenmedik durumlara verdiğimiz yanıtlar sadece ve elbette her zamanki tepkilerimizden farklı olabilir. Hepimizin yanıtı birbirinden farklı olabileceği gibi zaman içinde kendi tepkilerimiz de değişkenlik gösterebilir. Şok, karamsarlık, boşluk duygusu, suçluluk, öfke, hatta hafızada bazı işlev bozuklukları, yorgunluk, aşırı uyuma ya da uykusuzluk gibi sorunlardan bazıları hepimizi ziyaret edebilir.
Travma yaralanmaktır. Travmatik deneyimler üzerimizde hem fiziksel hem de duygusal yaralar bırakabilir ve etkileri sadece olayların yaşandığı zamanla sınırlı kalmaz, sonrasında kişiyi zihinsel olarak da derinden etkilemeye devam eder. Bu tepkiler geçici olmadığında uzun süreli sorunlara dönüşebilir. Depresyon, kaygı bozuklukları ve travma sonrası stres bozukluğu bunlardan ilk akla gelenler.
Elbette travmatik deneyim yaşayan herkes travma sonrası stres bozukluğu yaşamaz. İnsanların %75’i yaşamlarında travmatik bir olaya maruz kaldıklarını söylerken sadece %8’i travma sonrası stres bozukluğundan mustarip oluyor. Travmatik deneyimler yaşamamız travma sonrası stres bozukluğu yaşayacağımız anlamına gelmiyor.
Kolektif yara
Şüphesiz, hepimiz yara aldık. Travmadan azade insan teki yok. Bu sefer karşımızdaki travma ise bireysel değil kolektif yara. Sonra neler olacağını henüz bilmiyoruz. Hep beraber öğreneceğiz, fakat şimdi değil. Henüz çok erken.
Şimdi temel ihtiyaçlarımızı karşılama zamanı. Akut bir dönemdeyiz ve en çok ihtiyacımız da dayanma ve dayanışma. Bireysel psikoloji ekolünün kurucusu, Avusturyalı psikiyatrist Alfred Adler, toplumun iyiliği için bir şeyler yapıyor olmanın bireysel iyiliğimizin teminatlarından biri olduğunu söyler. Biz iyileşirken iyileşen bir yandan da bendir aslında.
İlerleyen günlerde bu iyileşmenin imkânlarını daha net görebileceğiz, lakin önce travmayı tetikleyen durumların ortadan kalkması gerekli. Güvenlik, barınma, beslenme ve tıbbi hizmetlere erişim sağlandığında, travma sonrası stres bozukluğunu ya da travma sonrası büyümeyi konuşabiliriz. Sahadan dönen meslektaşlarımın çoğu terapötik bir müdahalede bulunamadıklarını ya da somut bir adım atamadıklarını söyleyerek acısını çekiyor. Oysa travmanın en şiddetli anında insanımızın yanında olmak, onları dinlemek ve doğal iyileşmeye müdahale etmemek çok kıymetli.
Kendi çaresizliğimizle baş başa kalmaya cesaret edebilirsek acının akmasına da izin verebiliriz. O zaman acıdan yükselen çaresizliği ya da öfkeyi yok saymak, bastırmak ya da avutmaktan başka seçeneklerimiz olduğunu görebiliriz.
İnsan doğasının iyileşme ve kendini onarma potansiyeline engel olmamak şu an sağlanabilecek en önemli ilk psikolojik yardım.
Çocuklarımızı dinlemenin önemi
İnsanın kendini onarmayı becerisi oldukça yüksektir, özellikle de çocuklar. Öyle muazzam canlılar ki! Taze olmanın verdiği esnekliğe sahip olmaları onları bizden daha çabuk incinebilir yaparken bizden daha hızlı iyileşebilir de kılıyor.
Çocuklar yepyeni gözlerle dünyaya bakabilen canlılar. Her yaşta ayrı bir dünyaya sahipler. Bu nedenle çocuklarımızla depremi konuşurken onların gelişim dönemlerine uygun yaklaşmalıyız. Gelişim dönemi ne olursa olsun önce çocuklarımızı dinlemek gerekli. Dinlemek soru sormayı gerektirir: Onlar ne biliyor, ne hissediyor, ne yaşıyor? Soru sormak hem onların neler bildiğini ya da bilmediğini öğrenmemize yardım eder hem de sağlıklı iletişimin kapısını aralar bize. Ne bildiklerini öğrendikten sonra neleri merak ettiklerine göre yanıtlamalıyız sorularını.
Soruları bastırmak, “Sen küçüksün, aklın ermez” demek çocuğu hem yalnızlaştırır hem de yanıtları sağlıksız kaynaklardan devşirmelerine sebebiyet verebilir. Karşılaştığımız soruların yanıtını bilmiyor isek beraber araştırmayı teklif edebiliriz. Böylece sağlıklı bilgiye nasıl ulaşacaklarının yolunu ebeveynlerini model alarak çocuklarımız öğrenebilir.
Örneğin, dokuz yaşın altındaki çocuklarımıza depremin yağmurun yağması gibi bir doğa olayı olduğunu anlatabiliriz: “Nasıl kar yağıyor, yağmur yağıyor, güneş doğup batıyorsa deprem de bunlar gibi bir doğa olayıdır. Dünyamız bazen rahatlamak için kendini germesi sonucu sallanmalar yaşar”.
Korkmalarının normal olduğu bilinmeli ve “Korkacak bir şey yok” diyerek duygunun görülüp sağlatılması engellenmemelidir. Tüm duygular değerlidir, yanlış duygu yoktur. Hislerini tanıyabilen insan kendini de tanır, hisler biz onları anlayalım ve arkasındaki ihtiyaçları giderelim diye buradalar. Duygular değerli ve öğretici olduğu kadar da geçicidir. Bir duygudan başka bir duyguya geçişimiz de o yüzden çok doğaldır.
Güvenlik duygusunun pekişmesi için anne ve baba olarak çocuklarımızın yanında olduğumuzu ve gerekli önlemleri almak için beraber hareket edeceğimizi iletebiliriz. Hatta beraberce deprem hazırlığı yapmayı teklif edebiliriz. Şu an ülke olarak dayanışma içinde olduğumuzu söyleyebilir ve depremden etkilenen afetzedelere yardım faaliyetlerin içinden onlara uygun olabileceklere katılmaları için onları davet edebiliriz.
Açık ve iletişim önemli ve öncelikli, lakin çocuklarımızın deprem görüntülerine ve haberlerine maruz kalmamaları gerekir. İletişimin en güzel yollarından biri de dokunmaktır. Sıkça çocuklarımıza temas etmeli, bolca sarılmalı onlara. Yalnız olmadıklarını her fırsatta hissettirmeli.
Sen konuştuğunda burası aydınlık oluyor
Yalnızlığın karanlıklarından aydınlığa çıkarıyor bizi ötekinin varlığı. Bizler alakadan; ilişkiden yaratılmış canlılarız. Bağ kurmaya meftunuz. Bağlarımızdan bazılarını yitirdik bu depremde. Kolumuz kanadımız kırıldı. Nur içinde yatsın gece yatağında yatıp mezarlarında uyanan kardeşlerimiz. Hepimiz mahcubuz şimdi onlara karşı. Kalanlarımız için toprağın üstünde yapacak ve yaşanacak şeyler var. Hem karanlık hem aydınlık. Her ses verdiğimizde ise karanlıklar biraz daha aydınlanacak umuduyla şimdi buradayız.
Yazının başına oturduğumda şimdi bizi ne bekliyor sorusuyla başlamıştım, vardığım yerin ise neresi olduğunu ben de tam bilmiyorum, muhtemelen okuyanların yaşadıkları yerler sayısınca istikameti olacak bu yazının.
Sesim bir başka sesle karşılaştığında benim satırlarım da aydınlanacak, bunu biliyorum. Biliyorum, çünkü şimdiden bir parçam iyileşti. Umuyorum ki, o parçadan çıkan satırlar sizin de bir parçanıza ulaşır ve beraber iyileşiriz.
Mevlana’nın dediği gibi sayısız bağlarla birbirine bağlanan bizler; okyanusta bir damla değiliz, bir damlanın içinde kocaman BİR okyanusuz.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 14 Şubat 2023’te yayımlanmıştır.