Dünya ekonomisini etkilemeye başlayan coronavirüsünün ileriki aşamalarda siyasal ve toplumsal alanlara da yansımaları olacağını düşünen uzmanların sayısı hiç de az değil.
Bu uzmanlardan biri de ünlü Amerikalı stratejist Robert Kaplan. Bundan çeyrek yüzyıl evvel The Atlantic dergisinde yayınlanan “The Coming Anarchy”[efn_note]https://www.theatlantic.com/magazine/archive/1994/02/the-coming-anarchy/304670/[/efn_note] başlıklı uzun makalesinde, salgın hastalıkların diğer faktörlerle etkileşim içinde gezegenimizin toplumsal dokusunu tahrip edeceği uyarısında bulunmuştu.
Hâlihazırda Avrasya Grubu direktörlüğünü yürüten, jeopolitik ve dış politika alanında çok önemli eserlere imza atan Kaplan uyarısını coronavirüs üzerinden 28 Şubat’ta National Interest dergisi için kaleme aldığı bir yazıda yineledi.
Kaplan’ın yazısı “Coronavirüsünün Yeni-Malthusçu Dünyası” başlığını taşıyor. Bu yazıya referans olan İngiliz iktisatçı Thomas Robert Malthus (1766-1834) nüfusun geometrik, gıda arzının ise aritmetik bir şekilde arttığını söylemişti. Yani gıda arzı 2, 4, 6, 8… kat artarken, nüfus 2, 4,16, 256…oranında yükseliyordu. Malthus’a göre, bu durum önünde sonunda kitlesel açlığa ve ölümlere yol açacaktı. Zaman içinde gıda arzının da katlanarak artması sayesinde bu öngörü tutmadı fakat Kaplan, Malthus’un siyaset felsefesine ekosistem meselesini katmasını önemsiyor ve oradan devam ediyor.
Zira Malthus, Kaplan’a göre, insanoğlunun doğal şartlardan ve nüfus yoğunluğundan etkileneceğini, özellikle de hastalığın, açlığın ve doğru düzgün şehirleşememiş fakir kesimin içler acısı hayat şartlarının siyasal sonuçlar doğuracağını hesaba katmıştı.
Kaplan da Malthus’tan ilhamla daha kalabalık bir dünyanın farklı -ve belki de tehlikeli- jeopolitik dinamikleri beraberinde getireceği görüşünde. Belli noktalarda yanlışlığına rağmen Malthus’un nüfus ve kaynak kıtlığı ilişkisine dair görüşlerinin çağımızı tanımlamaya yardımcı olduğu kanaatinde.
Bir ulusal güvenlik meselesi olarak doğal çevre
1994’teki makalesinde doğal çevrenin 21. yüzyılın “ulusal güvenlik meselesi” olacağını yazan Robert Kaplan, son yazısında da insanoğlunun dehasının, eninde sonunda her türlü kaynak problemini çözebileceğini ancak büyük siyasi ayaklanmaları vaktinde önleyemeyeceğini iddia ediyor. Bu düşüncesini desteklemek için de Arap Baharı’nın ve Yemen Savaşı’nın çevresel arka planında su kıtlığı ve çölleşmenin olduğunu anımsatıyor ve şöyle devam ediyor:
“Yeni-Malthusçu dünyada ABD-Çin ve ABD-Rusya arasındaki büyük güç rekabetleri, dünya istikrarsızlığının ana kışkırtıcısı olmayacak; istikrarsızlık içinde karşılıklı olarak birbirini etkileyen bir faktöre dönüşecektir. Çünkü Soğuk Savaş yıllarının aksine, şimdilerde doğa bir faktöre dönüşmüş durumda.”
Kaplan “2008-2009 Büyük Resesyon’dan bu yana en önemli jeopolitik olay” olarak gördüğü ve bazı rejimlerin itibarını ve belki de hayatta kalmasını tehdit edeceğini öngördüğü coronavirüs üzerinden salgın hastalıklar meselesine dikkat çekiyor:
“2100 yılına doğru dünya nüfusu 7,7 milyardan 11 milyara yükselirken, gelişmekte olan ülkelerdeki insanlar yaban hayatıyla yakın temasta bulunurken ve Soğuk Savaş’tan bu yana kıtalararası hava yolculuğu şaşırtıcı bir hızla artarken, salgın hastalıklar da yeni-Malthusçu bir dünyanın doğal refakatçileri olmaya devam edecek.”
Kaplan buradan nüfus artışı ve doğal afetler konusuna da giriyor:
“Kasırgalar, depremler, kuraklıklar, seller ve orman yangınları dünya tarihinde yaygındır. Ancak daha önce hiç bu kadar geniş ve kalabalık kent öbeklerinde meydana gelmemişti. Dünya nüfusu 1900 yılından bu yana beş kat arttığından, bırakın iklim değişikliğini, normal iklimsel ve sismik değişimler bile -nüfus 11 milyara doğru tırmanırken- daha evvel görülmemiş miktarda can ve mal kayıplarına yol açacaktır.”
Dünya nüfusu 1900 yılından bu yana beş kat arttığından, bırakın iklim değişikliğini, normal iklimsel ve sismik değişimler bile -nüfus 11 milyara doğru tırmanırken- daha evvel görülmemiş miktarda can ve mal kayıplarına yol açacaktır.
Kaplan, tarihî nüfus artışıyla etkileşim içindeki doğal olaylar yığınına birkaç örnek de veriyor: ABD’de toplamda çeyrek trilyon dolarlık zarara mâl olan 2005’te New Orleans’taki Katrina ve 2017’de Houston’daki Harvey Kasırgaları; Mozambik’te yıllarca ardı ardına yaşanan sellerden ve 2011’de Japonya’da Fukuşima nükleer felaketine yol açan depremden kaynaklı muazzam acılar…
Ayrıca nüfusun %40’ının kıyı şeridinden itibaren 100 km’lik bir mesafe içinde yaşadığı düşünüldüğünde deniz seviyelerindeki artışın bir felakete dönüşeceğine de dikkat çekiyor:
“Tahminen 225 bin insanın canını alan, 2004’te Hint Okyanusu’ndaki tsunami, nispeten kısa bir sürede muazzam nüfus artışıyla birleşen doğal bir olayın örneğiydi. Deniz seviyesinde bulunan Akdeniz’deki Nil Deltası ve Bengal Körfezi’ndeki Bangladeş’te yaşayan on milyonlarca insan yüzyıl içinde kutuplardaki buz tabakalarının erimesi tehdidiyle karşı karşıya kalabilir.”
Kaplan, gezegen ısındıkça jeopolitiğin daha çalkantılı hale geleceğini savunuyor. Son dönemde kitlesel halde Avustralyalıların kıtanın güneydoğusunda orman yangınlarının sıcaklığından denize doğru kaçışını bunun bir sembolü olarak görüyor.
Çevre meselesiyle tetiklenen rejim değişikliği
Yazara göre, jeopolitik açıdan kilit bir ülkede çevreyle tetiklenen bir rejim değişikliğiyle karşı karşıya kalmamız bir an meselesi olabilir. Bu bağlamda 1979’da Nikaragua’da sağcı Anastasio Somoza askeri cuntasının iktidardan düşmesini 1972’deki depremle başlayan olaylar zincirine bağlıyor. Keza 1992’deki Kahire depreminde Müslüman Kardeşler’in son derece etkili yardım faaliyetlerinin Hüsnü Mübarek rejimini sarstığına dikkat çekip nüfus artışı, çevre kirliliği, fakirlik ve baskıcılık bakımından çok daha vahim şartlardaki mevcut Sisi rejiminin anarşi riski olmadan düzeni koruma ikilemine bir cevabı olmadığını vurguluyor.
Kaplan, İslamî radikalliği de bu yeni-Malthusçu eğilimlere bağlıyor:
“Arap dünyası ve İran’daki nüfus on yıllar içinde çok hızla yükselip şehirlere ve gecekondu bölgelerine eşi benzeri görülmemiş bir göçe yol açarken, artık din geleneksel köy yaşamının eski modelinin bir parçası değil. Kötü şehirleşmiş ortamların acımasız belirsizliği içinde dinin de daha katı ve soyut bir ideolojik biçimde yeniden icat edilmesi gerekiyordu.”
Yazara göre “Şehirleşme, iklim değişikliği, besleyici değeri giderek düşen topraklar -ve bazı durumlarda yeni orta sınıfların oluşumu- bir araya geldiğinde, 21. yüzyılda Sahra Altı Afrika göçünü yavaş yavaş Akdeniz’in kuzeyine doğru yönlendirerek Avrupa’da popülizmi sürekli olarak canlı tutacak. Yükselen sıcaklıkların ve artan nüfusların karşılıklı etkileşimi yüzünden koşullar zorlaştıkça, birçok Afrikalı, -modern tarihte ilk kez kazandıkları orta sınıf statüsü sayesinde- Akdeniz’den Avrupa’ya geçmek için gerekli iktisadi kaynaklara sahip olacak. Kısmen çevresel ve demografik arka plandan kaynaklı Afrika ve Ortadoğu savaşlarından kaçan mülteciler de cabası.”
Yazar, “İklim değişikliği ve artan nüfus, başlı başına savaşlara ve ayaklanmalara neden olmaz; ama siyasi, etnik ve mezhepsel saiklerle etkileşime girerek onları daha da kötüleştirir” vurgusunu yapıyor.
Kalabalıkları biçimlendirme yüzyılı
Kaplan içinde bulunduğumuz yüzyılın kitle psikolojisi üzerindeki dolaylı etkisine de dikkat çekiyor:
“Sosyal medya, nüfus artışı ve şehirleşme ile doğrudan ilişkili değil; ancak sürü psikolojisini kışkırtarak etkilerini yoğunlaştırıyor. Daha fazla şehirleştikçe, taşra sakinlerine kıyasla daha ince ve sofistike hale geldikçe, -herkes aksini beyan etse de- modadan siyasete kadar her alanda daha uyumlu ve sürü içgüdüsüyle hareket eder hale geliyoruz… Yeni-Malthusçu 21. yüzyıl, -muhtemelen siyaseti aşırı uçlara sürükleyerek ve siyasal merkezi tehdit altına sokarak- kalabalıkları biçimlendirme yüzyılı olacak ve bu niteliği giderek de artacaktır.”
Yazar dünya nüfusu yükseldikçe enerji ihtiyacının artışına da değiniyor. Temiz enerjideki gelişmelerin Ortadoğu’daki güç ilişkilerini değiştirdiğine dikkat çekiyor:
“Kısmen ABD’de doğalgazda yaşanan hidrolik kırılma devrimi nedeniyle Suudi Arabistan artık eskisi gibi Amerikan askerî desteğine güvenemez halde. Bu devrim, giderek artan Amerikan nüfusunun daha ucuz ve daha temiz yakıta ihtiyacından doğmuştu.”
Nüfus arttıkça değişen jeopolitik
Dünya nüfusu 11 milyara doğru çıktıkça -tıpkı enerji alanında olduğu gibi- jeopolitiğin doğrudan, dolaylı ve belirsiz şekillerde değişmeye devam edeceğini vurguluyor.
Yazar, Soğuk Savaş’ın Avrupa’da başlayıp biten ideolojik ve statik bir çatışma olduğunu hatırlatıyor. Soğuk Savaş döneminde yeni-Malthusçu değişimlerinden geçen ve zaman zaman şiddetli savaşlara sahne olan gelişmekte olan ülkelere, dönemin süper güçlerinin ikircikli davrandığını da anımsatıyor ancak şimdi süper güçlerin de aynı problemlerle karşı karşıya olduğuna dikkat çekiyor:
“Hastalık ve siyasi istikrarsızlık artık sadece en fakir bölgelerin meselesi değil. Dolayısıyla bu yeni büyük güç mücadelelerinin sonucunun, Soğuk Savaş kadar doğrusal olmasını beklemeyin. Entelektüeller, tarihi sadece fikirlerin ve ideolojilerin bir savaşı olarak görmeyi tercih ederler; bunlar da doğadan kopuk, kendi oldukça gelişkin kentsel çevrelerinin birer ürünüdür. Ama bizi bekleyen şey, ideolojilerin ve doğanın bizzat kendisinin karşılıklı etkileşimi olacaktır.”
Kaplan yazısını şöyle bitiriyor: “İnsanoğlunun gezegen çapında karşılıklı etkileşimler ağı, tam da karşı karşıya olduğumuz ortak yeni-Malthusçu problemlerden dolayı yoğunlaşacaktır. Sonu gelmez bir çatışma olacağı gibi, (…) ortak bir kader bilinci sayesinde Malthus’un yanlış olduğunu bir kez daha kanıtlayabiliriz; ancak bizi uyardığı problemlerle boğuştuktan sonra… Şu an için insanlık ağzı ve burnuna maske takıyor.”
Bu yazı ilk kez 5 Mart 2020’de yayımlanmıştır.